27 Ekim 2010 Çarşamba

Bir Reklam

Bugünlük bloga reklam alıyoruz. Meraklısı olabilir diye burada duyurulsun istedim.

Merhabalar,
Açık Radyo’da Toplumsal Tarih sohbetleri bugün 16.30-17.00 arasi basliyor. Bu hafta Irvin Cemil Schick’i konuk ediyoruz.
Her iki haftada bir aynı saatte yayınlanacak. Yıl sonuna kadar olan programı aşağıya yazıyorum.

27. 10. 2010 Carsamba
10. 11. 2010 Carsamıa
24. 11. 2010 Carsamba
08. 12. 2010 Carsamba
22. 12. 2010 Carsamba
Selamlar.
Ahmet Aksit
Toplumsal Tarih

İnternetten dinlemek için:
http://www.acikradyo.com.tr/

İstanbul'dan 94,9 frekansından yayın yapıyor Açık Radyo.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Yeni Anayasa Tartışmaları ve Referandum

Aslında konunun üzerinden neredeyse koca bir ay geçti be gündemlerimiz hayli değişti referandumdan beri. Bununla birlikte herkesin işi gücü olduğundan burayı boş bıraktık gibime geliyor biraz fazlaca. alper sağ olsun bu noktada "okyanusun ötesinden" imdadımıza yetişti. Gerçi yazının referandum öncesi yazıldığını düşünürsek bu önermem mantıksız gibi gelebilir. Ama bloga gelenlerin referanduma dair birşeyler okuma istekleri sadece 12 Eylülle sınırlı değil. Hala bu ve benzer yazılar belli bir sayıda da olsa hit almakta.


Referandumda ben de hayır oyu verdim, ki bunda da en ufak bir tereddüdüm yoktu. Gecen referandumdaki oyumu da asıl belirleyen şey "tartışmasız bir halk oylaması" olmasıydı. Tartışmadan kastım ekranlarda ağız dalaşına giren insanların mevcudiyeti değil, Aytuğ'un belirttiği "deliberation" tarzı bir fikir teatisinin bile memleketimize fazla görülmesiydi. Muhalefet partilerinin "referanduma gitmeden uzlaşmayla kabul edilecek maddeleri doğrudan meclisten geçirelim" önerisini reddeden AKP aslında üzüm yemekle ilgisi olmadığı konusunda çok da yanılma payı bırakmadı bize açıkçası.

Bununla birlikte başbakanın bu referandumu 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmaya dönüştürebilmesi bence çok başarılı bir çalışmaydı. Gerçi bunu yapmasına gerek bile yoktu aslında, kitlesi onu her daim desteklemeye hazır bir biçimde bekliyor zaten. Ama sol-liberal diye adlandırılan çevrelere ve asıl önemlisi Avrupa'ya olanı biteni daha rahat açıklayabilmek adına bu tarz bir savlamaya da girişti. Evren Paşa ve şürekasına darbe yolu argümanı önemli bir argüman olarak belleklerde yer etti: nasıl olacağıı pek tartışılmadı bile.

Bu noktada beni şaşırtan açıkçası anayasa değişiklik paketinin 12 Eylül darbesine karşı bir adım olarak ele alınarak, 2007 seçimlerinde oyumu vermekten gocunmadığım, Ufuk Uras ve benzeri insanlarca çok benimsenmesi oldu. Hani bu pakete sadece içeriğinden ötürü "evet" oyu vermiş olan okurlarımız varsa da memnun oluruz fikriyatlarını duymaya.

Zira, Aytuğ'un da belirttiği gibi, AKP, darbe anayasasının en baba kurumlarından olan YÖK'e ellemeden darbeyle hesaplaşmaya girişti. İnsan sormadan edemiyor, nasıl oluyor bu iş diye. Paketin muhteviyat açısından yegane aksayan noktası bu da değil üstelik. Memurlar için bir lütuf gibi sunulan bazı değişikliklerin bile aslında öyle olmadığını anlatan, veya iddia eden bir çok insan dinledik ekranda. Bunlardan bazısına blog'ta da link ile olsa bile yer verdik hatta.

Bu noktada şu anki gündemi belirleyen yeni anayasa tartışmasına da ucundan köşesinden bulaşmak isterim.

Öncelikle bu yeni anayasayı kim yapacak?
Bu soruya Aytuğ'un, yazıda amma da atıf yaptın adama demeyin hem bu meseleleri bir hayli zamandır kendisiyle mütalaa ediyoruz hem de ortalarda yok diye onu unuttuk sanmasın diye bir "selam çakıyorum" kendisine, cevabı şuydu en son konuşmalarımız sırasında.
Haklı olarak bu meclisin anayasa yapsın diye seçilmediğini, dolayısıyla da anayasa yapmaya muktedir olamayacağını belirtiyordu. Bu noktada ben de kendisine hak versem de, insanın aklına da şu soru geliyor:
Peki nasıl bir meclis anayasa yapmaya muktedir olacak? Yeni seçilecek bir meclis buna muktedir olacak mı, neden?
Baraj inerse, temsil oranı artar, o zaman yeni meclis anayasa yapabilir, diyenler mevcut. Demin NTV'deki bir programa katılan Yücel Sayman tam da benim de aklımdan geçen şeyi söyledi. Baraj %5'e inse ve seçim sonrası bir meclis oluşssa, yine de dışraıda kalan sosyalistler gibi partiler siyasal oluşumlar olacak. Bunları dışlayan bir meclis nasıl uzlaşmaya dayalı bir anayasa yapabilir?

Üstelik bu seçilecek meclis de görevlerini mevcut anayasadan alacağına ve anayasa böyle bir görev tanımlamadığına göre, seçilecek meclis -velev ki %100lük bir temsil oranı yansıtsın- nasıl bu işe kalkışır, hangi yetkiyle?

Uzlaşmaya dayalı anayasa en azından buraların tarihinde olan bir şey değil. Devamlı "ah ne de demokratik bir belgeydi" diye yere göğe konumayan 1961 Anayasası'nın askeri bir darbe neticesinde askerlerin atadığı bilim adamı hukukçular tarafından hazırlandığını ve, hala ülke siyasetinin önemli sorunlarından birisi olan, askerin vesayetini anayasal bir hale getiren belge olduğunu akılda tutmakta fayda var. 1982 ve 1920ler anayasaları da "borusu ötenin" hazırladığı anayasalar olarak karşımıza çıkıyor. Hukuka Giriş derslerinde Evcimen Hocamın da anayasaları anlatırken egemen gücü yansıttığını anlattığını hatırlıyorum. Yani de facto olarak anayasalar uzlaşmayla hazırlanır argümanı bana çok da ayakları yere sağlam basan bir argüman gibi gelmiyor.

Ama uzlaşmaya dayanan bir anayasa hazırlanırsa da tadından yenmez elbette. Benimkisi bir istek değil bir öngörü-önkabul sadece. Kaldı ki siyasi güç sahiplerinin benimki gibi sorumsuzluğu olmadığını düşünürseniz, onların bu işin uzlaşmayla olmasını sağlamak gibi bir sorumlulukları-görevleri olduğunu da düşünüyorum. Bu uzlaşma meselesi daha bir hayli su kaldıracağından daha buraya yazacak çok malzeme çıkar bize sanıyorum.

Unutmadan, referandumda CHP'nin yapması gerekenlerden birisi, naçizane, AKP'ninkinden farklı bir hukuk reformunu somut olarak ortaya koymalıydı. Yukarıdaki yorumlarda zikr edilen, uzlaşmadan %92'yi anlayan masterli hukukçulardan emin olun çok var. Üstelik, gene blogda yer alan, CHP'nin vakıflar yasasına dair olan AYM başvurusuna bakınca CHP'nin de bu hukuk anlayışından muzdarip olduğu açıkça görülüyor. Unutmayalım ki gayrimüslim vakıflarına yabancı vakıflar muamelesi yapılmasını isteyen bir CHP'miz ve -milyonlarca insanın özlemle andığı- bahsi geçen vakıflar yasasını bu argümana dayanarak reddeden eski hukukçu bir eski cumhurbaşkanımız var. Şemdinli savcısı olayı da yakın tarihte yaşanan bir vakaydı. Mevcut iktidarın "yargıyı ele geçirme" meselesine takılmadan, muhalefetteki CHP'nin çok daha kapsamlı değişikliklerle halk karşısına gelmesini beklerdim.

Gene unutmadan, bu malum kıyılar-iç bölgeler haritasına bakıp da "iç kesimler değişim istedi, gerçek demokrat insanlar onlar" argümanını benimseyenlerin de bunu neye dayandırarak söylediklerini açıklamalarını rica ediyorum. Sosyal bilimle uğraşanların en tehlikeli hataları olabilen "incelediğin şey'e bir saik atfetme" sorununun bu referandum öncesi ve aslen sonrasında fazlaca karşılaştığımız, ve analizlerin havada kalmasına yol açan bir sorun olduğu kanısındayım.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Ah bir başkanım olsa...

Önemli Açıklama:

Bu yazı aslında Aytuğ'un yazısı. Ne var ki kendisi şu anda İran'da bulunduğundan yazıyı sisteme kendisi aktaramadı. O nedenle ben kendi hesabımdan yazıyı buraya aktarıyorum.

Başkanlık sistemi tartışmasının AKP tarafından ortaya çıkarılmıs suni bir gündem olduğunu düşünmek için elimizde oldukça fazla veri var. Diğer yandan bu tartışmanın kamuoyunun ilgisini her seferinde neden bu denli celbettiği sorusu ve bu olgunun yaratabileceği sonuçlar da ilgiyi hak ediyor.


Basbakan Erdogan’in halkoylamasi gecesi yaptigi aciklama sirasinda yeni anayasanin hazirlanmasi “gorevini” baskanlik sistemini acikca destekleyen Profesor Burhan Kuzu’ya bahsetmis olmasi, kamuoyunda baskanlik sisteminin ayak sesleri olarak yorumlandi ve konu yaklasik bir hafta kadar politikacilari, gazetecileri ve akademisyenleri mesgul etti. Siyasi eliti olusturan bu kesimlerde ortaya cikan bu ilgiyi iki bicimde yorumlayabiliriz: Ya baskanlik sistemi konusu yalnizca bu kesimleri ilgilendiriyor ve genis halk kitleleri konuya hic ilgi gostermese de, siyasi elit yeniden kesfettigi oyuncagina mutlulukla sariliyor, ya da baskanlik sistemi konusunun her gundeme getirilisinde ilgi cekmesinin arkasinda Turkiye’nin giderek merkez-muhafazakar sag tarafindan belirlenen ve elbette ki genis halk kitlelerinin de dahil oldugu siyasi kulturuyle ilgili bize soyleyebilecegi bir seyler var. Bu yazi, ilk olasiligi gormezden gelmeden ve AKP’nin gundemi yonetmek konusundaki ustaligini akildan cikarmadan ikinci olasiligin varligini tartisiyor.

Halkoylamasi sonrasinda Erdogan’in baskanlik sistemi fikrini ortuk bicimde medyaya mustulamis olmasinin arkasindaki amac, halkoylamasi sonuclarinin okunma bicimini degistirme ve yeni anayasanin hazirliklari yapilirken baskanlik sistemini bir pazarlik araci olarak kullanip diger konularda odunler koparma olarak yorumlanabilir. Ya da belki de Basbakan yalnizca hayal kuruyordur: Kariyerini gucsuz bir Cumhurbaskani olarak noktalamak yerine, Turkiye Cumhuriyeti’nin ilk Baskani olarak noktalamak, referendum sonucunun da etkisiyle hic de imkansiz gozukmediginden, frenlerinden bosanivermistir – olmamis sey mi? Peki, Turkiye Cumhuriyeti’nin meclis ustunlugune dayanan kurulus fikrine ve ulkede potansiyel baskanin gucunu dengeleyebilecek parti disiplininden bagimsiz milletvekilleri ve federalizm gibi mekanizmalar bulunmamasina ragmen, Baskanlik sistemi fikri neden her ortaya atilisinda bu kadar ilgi goruyor?

Amerikan tipi Baskanlik sistemi fikri, ilk olarak Turgut Ozal tarafindan ortaya atilmis bir fikir. Ozal, her zaman aklinda olan bu fikri ozellikle Yildirim Akbulut sonrasinda Mesut Yilmaz kendisine acikca cephe aldiginda savunmustu. O zaman fikre karsi cikan Demirel, 90’larin ortasinda kendisi Cumhurbaskanligi makamina geldiginde fikri desteklemisti. Konu sonraki yillarda da sik sik gindeme geldi, tartisildi; simdi Erdogan da bircok amaci ayni anda guderek fikri yeniden tedavule sokuyor.

Yukaridaki gibi bir okuma, Baskanlik sistemi tartismalarinin, guclu bir Basbakan’in ya da halk desteginin arkasinda olduguna inanan guscuz bir Cumhurbaskani’nin yakarislarindan baska hicbir sey olmadigini dusunduruyor ve tartismayi gereksiz kiliyor. Ancak, fikrin her seferinde daha fazla ilgi cekiyor olmasi, Cumhurbaskani’ni bundan sonraki yillarda halkin sececek olmasiyla baskanlik sisteminin en onemli sartlarindan birinin halihazirda yerine getirilmis olmasi ve AKP’nin dizginlenemeyen gucu, daha ayrintili bir tartismanin gerekli oldugunu gosteriyor.

Turgut Ozal’in kafasinda, Turkiye’de kucuk bir Amerika kurmak vardi. Ozal, Fukuyamavari bir sekilde ABD’nin “tarihin sonu” olduguna yurekten inaniyordu, ABD’nin sistemini kopyalamak taraftariydi. Onun aklindaki baskanlik sistemi, ulkeye federalizmle birlikte gelecekti. Ozal’in omru ve siyasal sermayesi ulkede bu turden bir koklu degisikligi ortaya cikarmasina musaade etmedi, ama konu oldukca hararetli bir sekilde tartisildi. Lideri dogrudan secme, tek bir lider tarafindan temsil edilme gibi fikirler Turkiye toplumuna hic de uzak gelmemisti. Ozal ve ailesinin ABD baskaninin ailesi gibi surekli goz onunde olmasi ve bunun ilgiye karsilanmasi da ABD’deki (baskanlik sistemini ciddi bir bicimde destekleyen) imaja dayali siyaset anlayisinin Turkiye’de guclu bir karsiligi olabileceginin sinyalleriydi.

1990’larda Turkiye’de yasanan derin kargasanin ozellikle is dunyasi tarafindan okunma bicimi, siyasi isitikrarsizligin ekonomik buyume onunde engel olusturmus olmasidir. Omurleri genelde 1-2 yili gecmeyen koalisyonlarin acikca suclandigi bu okuma bicimi, ortuk olarak da parlamenter sistemi hedef gostermektedir. Darbenin etkisini gormezden gelen ve tam da darbecilerin istedigi bicimde tum sucu siyaset kurumlarinda bulan bu okumanin da destegiyle, 1990’lar travmasinin Turkiye’de bir koalisyon anksiyetesi ortaya cikardigini soylemek herhalde abarti olmaz. AKP’nin, secim barajini dusurmemek, secim sistemini degistirmemek ve iktidarini mesru ve surekli kilmak icin sik sik istismar ettigi bu kaygi, baskanlik sisteminin secmenler arasinda giderek daha fazla ilgi gormesinin diger bir sebebi olarak gorulmeli. Baskan’in partisi Meclis’te cogunlugu kazanamadiginda Baskan’in kuracagi hukumetin nasil guvenoyu alacagi sorusu (evet, Baskanlik sisteminde de hukumetler guvenoyuna muhtac), diger bir deyisle Baskanlik sisteminde de koalisyonlarin gerekli olabilecegi uyarisi baki elbette, ama bu “teknik ayrinti”nin onumuzdeki tartismanin bir parcasi olacaginin garantisini kim verebilir?

Turkiye’de baskanlik sistemi fikrinin ilgi cekmesinin en onemli sebebi ise, kanimca, Turkiye’de merkez saga ickin “milli irade” soylemidir. Demokrasinin tek sartinin periyodik secimler duzenleyerek milli iradeyi birilerine teslim etmek oldugu yanilgisina sikca dusen merkez-muhafazakar sag soylem ve bu soylemin etkili oldugu secmenler icin baskanlik sistemi, kolayca bu soyleme eklemlenebilir. 4 ya da 5 yilda bir secilen Baskan, milli iradenin tecelli ettigi tekil yapi olarak gorulebilir ve “tek lider” sifatiyla tek devlet-tek millet kavramlarinin tamamlayicisi olarak kolaylikla kabul gorebilir. Ozellikle guclu bir liderin ortaya ciktigi zamanlarda bu fikrin ulke capinda bu denli ilgi gormesinin nedeni, siyasal kultur icinde egemen konumda bulunan ve secmenlerin giderek daha buyuk bir kesimi tarafindan kabul goren soylemin bu fikri icsellestirmeye gayet hazir durumda bulunmasidir.

1982 Anayasasi ve sonradan yapilan degisikliklerle birlikte gunumuzde Turkiye’de yurutme zaten olmasi gerektiginden daha guclu bir kurum. Yurutmeyi tek basli hale getirerek daha da guclendirmek, iktidarin hedeflerinden biri olarak one cikiyor. Bunun Turkiye demokrasisine hayir getirmeyecegini gormek icin derin tartismalar yapmaya gerek yok. Baskanlik sisteminin hukuki altyapisi hazirlanirken, bu fikrin siyasi soylem icinde kolayca yer ve destek bularak mesruiyet kazanabilecegi de acikca ortada. Bu durumda, bu fikrin one surulmesini sirf AKP’nin gundem yonetme taktigi olarak okumamak ve ciddiye almak gerekiyor. Baskanlik sisteminin Turkiye siyasi kulturu ve deneyimi icinde ne gibi sorunlara yol acacagini etraflica tartismanin, normal sartlarda, ise yaramasi gerekiyor.