Alper H. Yağcı, 9 Eylül 2015
Önce barış. İlk
sözümüz bu olsun. Irkçı linç dalgasının bir an önce sona ermesi ve sorumluların
cezalandırılması temennimiz.
Şimdi konuya
gelelim.
Türkiye’nin bir
Kürt meselesi var. Meselenin özü devletin şimdiye kadar sunduğu aidiyet formülü ve
idare biçiminin Kürtleri tatmin etmemesi. Kürt hareketi içinde bu meselenin
çözümüne yönelik üç siyasi yaklaşım Haziran 2013’ten beri belirginleşti.
1) Pan-kürdist,
yani Türkiye sınırları dışındaki Kürt coğrafyasını da neredeyse içerisi kadar
kendine dert edinen bir yaklaşım.
2) Kürt
meselesine Türkiye’nin toprak bütünlüğü içinde bir çözüm aramak adına
muhafazakar iktidar bloğuna eklemlenme kapısını aralayan bir yaklaşım.
3) Kürt
meselesine çözüm ararken Türkiye’nin bütününü sol-demokratik bir vizyonla
dönüştürmenin yolunu gözleyen bir yaklaşım.
Her bir
yaklaşımın tekabül ettiği bir aktör var. (Aktörlerin eşleştikleri yaklaşımı münhasıran veya öncelikli olarak takip ettiklerini değil, o yaklaşımın diğer
aktörlere kıyasla en çok o aktör tarafından takip edildiğini kast ediyorum):
1) PKK’nın faal
kurmayları, yani Kandil,
2) Abdullah
Öcalan, yani İmralı,
3) HDP, buna da
Diyarbakır diyelim.
Elbette bu
damarlar arasındaki fark salt ilkesel düzlemde değil. Aktörlerin konumları
itibariyle sahip oldukları kaynaklar izlenen siyaseti etkiliyor.
1) Kandil’in
elinde Suriyeli ve Iraklı Kürtlerin de katılımıyla dolduruşa gelen silah var,
2) Devletin hapis
tuttuğu İmralı’nın elinde uygun reform teklifleri karşılığında iktidar
sahibiyle paylaşarak değerlendirebileceği bir miktar sembolik meşruiyet var,
3) Diyarbakır’ın elinde
Türkiye’deki diğer siyasi partilerin sahip çıkmadığı toplumsal bileşenlere
önerebileceği (ve seçim barajı yakınlarında marjinal etkisi çok yüksek) bir oy pusulası
var.
Hasılı, ortaya üç
tarz-ı siyaset çıkıyor. Üçünün hükümet karşısındaki tavırları da oldukça
farklı.
İmralı, 7 Haziran
seçimlerinden önceki süreçte, Kürt meselesini ancak risk almaya kadir güçlü bir
liderin çözebileceğine, toplumsal meşruiyet düzleminde de bu girişimin din
birliği söylemiyle desteklenmesi gerektiğine inanmış görünüyordu. Bu yüzden
başkanlık sistemi teklifine yakındı. Kandil, bu vizyona daha kuşkuyla
yaklaşmakla birlikte böyle bir olasılığı taktik düzeyde kullanmaya açıktı. HDP
ise kendini kesin olarak başkanlık tasarısının karşısında konumlandırdı. Seçim
kazanma (yani baraj geçme) amacı güden bir siyasi parti olarak yapabileceği en
rasyonel hareket buydu, ancak bu şekilde İmralı’nın ama daha çok da Kandil’in (ve
elbette ki hükümetin) oyun planlarının dışına çıkmış oldu. Dolayısıyla seçimin
akabinde hükümet HDP’yi oyun dışına atmak üzere savaş planına geçti. Daha seçimin ertesi gününden başlayarak medyaya yansıyan açıklamalarla partiye 'biraz ağır ol bakalım' mesajları göndermeye başlayan Kandil
de savaşa hevesle dahil olarak kendi başına hareket eden bir HDP’nin
harcanmasını umursamayacağını (veya bu şekilde HDP’yi hizaya getireceğini
umduğunu) göstermiş oldu. Bu sırada Hükümet İmralı’yı askıya aldı, ama geri
dönecek ona. Kasım seçimlerine kadar sürecek olan çatışma ortamında
Diyarbakır’a saldırılacak, Kandil’e saldırılacak ama İmralı’nın meşruiyeti
mundar edilmeyecek.
Diyarbakır ne
yapmalı? Benimkine benzer bir perspektiften (yani 'dışarıdan') HDP’ye oy vermiş olanların bu
konuda yapacakları çağrıların pek bir hükmü olmayacak ama ideali yazalım:
Barışta ısrar, sol-demokrat muhalefette ısrar, Kandil’e karşı cesaret. Bir de
toz duman dağıldıktan sonra, daha uzun vadede, meseleye ne gibi bir çözüm aranacağına
dair daha net bir tutum. Malum, yıllardır konuşulan çeşitli senaryolar var:
1) Bağımsız
devlet. İktidar koltuğuna kim geçerse geçsin Türkiye devletinin buna asla izin
vermeyeceği ve bu bahiste uluslararası hukukun desteğini de kolaylıkla
arkasında tutacağını hemen ekleyelim.
2) Kürtler için
(Rusya Federasyonu içindeki özerk bölgelere benzer) özel bölgesel statü veya
Kürt coğrafyasının kabaca bir eyalete tekabül edeceği (biraz İspanya ama daha
çok Hindistan’dakine benzer) bir federal yapı.
3) Tüm Türkiye
için coğrafi kapsamı küçük birimler (örneğin mevcut il idareleri) bazında
güçlendirilmiş (Almanya ve İtalya’dakine benzer) adem-i merkeziyet ve tüm
vatandaşlar için genişletilen demokratik özgürlükler.
Bana kalırsa ilk
senaryo imkansız, ikinci senaryo olası veya makbul değil, üçüncü
senaryo ise Türkiye’nin çıkış yoludur.