3 Mart 2010 Çarşamba

(500) Days of Summer (üzerine çok kısa ve asabi bir deneme)


(Sabah 10’daki derse bir gece önce oturup, sabahlayıp “response” yetiştirmeye çalıştığım günlerin sıkıntısını taşıyan bir yazı oldu bu. Hem ki o günler konuşup fikir danışabileceğim insanlar da olurdu etrafımda, bu sefer onlar da olmayınca daha bir kapandım içime. Filmin akışı ve sonlanışını beklemediğimden midir, yoksa yediremediğimden midir nedir, pek de sinirlenmiş olmalıyım gecenin bu saati. Spoilerı minimum tutarak çıktı bir şeyler ortaya. Her şeye rağmen izlemenizi tavsiye ederim, sonuçta vermek istediği mesajı, beğenin ya da beğenmeyin, pek güzel iletiyor izleyicisine)

İyi aile çocuğu, annesinin pek sevdiği uzun fakat dağınık saçları, dirseklere kadar sıvanmış streç gömlekleri, vazgeçemediği (pek de bir yakışıyordu) devetüyü süveterleri, rengârenk kravatları, haki khakileri ve pek beğendiğim yan çantasıyla oğlumuz, bakımlı elleri, yırtıcı mavi gözleri, kömür karası saçları ve öğretmenleri andıran kıyafetleriyle kızımıza aşık olur. Tabi biz onların aşkını tanımadan, önce Regina Spektor sonra ise Morrisey’in büyülü sesi eşliğinde art arda dizilmiş sahneleriyle filme çoktan aşık olmuşuzdur.

Fakat film ilerleyip müzikler değil de hikâye baskın çıkmaya başladıkça, yani bizi hayallerimizle baş başa bırakan sesler bütünlüğü, yerini kağıt ve mürekkebin siyah ve beyaz, melankolik ve gerçek dünyasına bıraktıkça, idealizm estetizmin esiri oldukça o ilk görüşte aşk, ya da aşk sandığımız yanılsama, yepyeni sürprizler çıkartabiliyor karşımıza… Sonbaharda çiçek açan ağaçlar mesela…

Film hakkında yazacak çok ama çok şey vardı… hatta filmin ilk yarım saat, bilemediniz kırk beş dakikasında aldığım notların haddi hesabı yok… karaoke mi dersiniz, banyodaki Çinli aile mi, Sabina’nın (Kundera göndermesi) siyah şapkası mı, PAC-MAN masası başında geçen sohbetler mi, balık dolu denizler mi… Düşündürücü olduğu kadar öğretici temalarla bezenmiş bir ilk yarı… örneğin elimize, kolumuza kütüphanede araştırdığımız kitapların referans numaralarından başka şeyler de yazılabileceğini gördük, öğrendik.

Fakat, hayır hayır… Belki yanlış yerde, yanlış zamanda geldiği için karşıma bu kadar olumsuzluğa bürünüyor yazdıklarım. (yanlış yer ve zaman yaratmak gibi güzel bir meziyetim de olabilir) Belki değil. Belki film öncesi Jeff Buckley’nin dozu biraz fazla kaçtı, ya da Fante’nin etkisinde fazla kaldım. Hepsi bir yana, neden Oscar Wilde? Pek severim Wilde’ı, kimse kusura bakmasın, fakat film üzerine getirdiğim tüm çıkarsamaları ve planlarımı alt üst etti… Evet, kullanım açısından kusursuz; senaryoyu tamamlıyor; fakat… Bu fakatların sonu yok işte bu filmde; oysa ki film sona erip üzerine biraz düşününce, daha başından bazı sonuçların tahmin edilebileceği ortada. Belki de o pek dikkatli dinlemediğim(iz) kızıl saçlı kadının aldığı küçücük role sığdırdığı sözler, bu film için kilit rolü taşıyor.

Kendimi ikinci bir Eternal Sunshine’a (ve elbet beraberinde getirdiği yaratıcı yıkıma) hazırlamışken… ne oldu da mevsim döndü. Bazı hikayeler, bazı insanlar tarafından kazanılır ancak bazı tesadüfler var ki, galiba tüm kazanılan ve kazanılmayı bekleyen hikayeleri ortadan bölüveriyor.

Ahh Zooey Deschanel. Batsın hedonizmin!

Not: Bir Carrie Bradshaw sorusuyla bitirmeli bu yazıyı ki yorumlara gebe kalsın: Hedonizm şehrin kadınları için kolay bir kaçış yolu mu, yoksa kaçışı kolaylaştırmak yolunda kullanılan bir yalan mı?

Hiç yorum yok: