There Will Be Blood, karakterlerinin derinliğini toplumculuğuna kurban etmez. Bir sınıf filmi hiç değildir: Kapitalist sınıf çelişkisi yerine kapitalist insanın iç çelişkisini konu edinir. Filmin draması, maddi çıkarları çatışan insan kümeleri arasında değil; güdüleri, hırsları, değerleri birbiriyle çatışan bireyin içinde cereyan eder, karşısına çıkan rakip değerler karşısında aldığı tavırda kendini gösterir...
There Will Be Blood klasik doğan bir film. Bir eleştiri denemesi için buyrun buradan yakın...
“Kapitalist üretim
biçiminin hakim olduğu toplumların zenginliği muazzam bir meta birikimi
biçiminde kendini gösterir. Bu yüzden çözümlememize bir metayı takip ederek
başlamalıyız” diye açılıyordu Marx’ın Kapital’i. Başka yönetmenler, kapitalizm
eleştirisi yapmaya niyetlendikleri filmlerine, Marx’ın yargısını nasihat
belleyip, metaları göstererek başladılar. Claude Chabrol’ün Le Ceremonie’si, Hans
Weingartner’ın Die fetten Jahre sind vorbei (The Edukators)’u,
hikayelerindeki sınıf çatışmasının nesnesi olan meta bolluğunu sergileyerek
izleyiciyi karşılar. Malikane, otomobil, mobilya, filmlerin yoksul insan
karakterlerini sırtlarına bindirdikleri yükle ezdikleri gibi, estetik planda da
onların önüne geçerek dekor olmaktan çıkmaya, bizzat karakterliğe terfi olmaya
kalkarlar. İnsana eşlik ve giderek efendilik eden metalar... There Will Be Blood da kendini metanın
üretiminde var eden insanı konu eder. Ve yine metanın üretiminde insanlıktan
çıkan insanı.
Kuyu
Bir tür dönem filmi
izlemeye gelmiş, görkemli müzikler, ayrıntılı dekorlar ve kostümlerle
karşılaşmayı bekleyen izleyiciyi ters köşeye yatırarak, hemen hemen müziksiz
diyalogsuz yirmi dakikalık bir bölüm ile açılır
film. Yıl 1902, fırsatlar ülkesinde bir yer. Karşımızda hırpani kılıklı, yabani
bakışlı, belli ki yoksullukla geçmiş bir hayatın orta yaşlarındaki
çirkinliğiyle Daniel Plainview (Daniel Day-Lewis). Yalnız. Çalışıyor yalnız.
Yerin dibinde bir delikte, bir tür madende, altın arayarak ter döküyor. Buluyor
da. Seviniyor. Altın taşı bohçasına koyup inşa etmiş olduğu ilkel asansör
düzeneği ile yukarıya çıkmaya çalışıyor. Düzenek kırılıyor, madenin zeminine
geri düşen Daniel’in bacağı da. Kan çıkıyor. Acı içinde kıvranan kahramanımız
oracıkta kalacak değil elbet – bir Yeşilçam atasözünün dediği gibi – “yoksa
film olmaz.” Ekmeğini taştan ölümüne çıkarmayı göze almış olan Daniel ölmüyor,
bir şekilde kurtuluyor.
Bir sonraki sahnede,
belli ki bulduğu altının semeresiyle tuttuğu adamlarıyla, mütevazı da
olsa, hala yoksul da olsa bir girişimci Daniel. Petrol arıyor. Buluyor da.
Fakat iş kazası: Petrolü incelemek için deliğe giren işçi madenin zeminine
düşüyor, patronu kadar şanslı olmadığı için bir bacak kırığıyla kurtulmuyor da
ölüveriyor. Kan çıkıyor. Bedenden fışkıran kan, topraktan fışkıran petrole
karışıp görüntü yönetmeni Robert Elswin’in mat paletinde bir kara renk oluyor,
keşfettikleri zenginliğe şaşkınlıkla bakan Daniel ve adamlarının ellerini
yüzlerini boyuyor. Ölenin ardından kalan küçük bebekse, Daniel’in H.W. adını
verdiği evlatlık oğlu ve yoldaşı haline geliyor.
Gerisi, Daniel’in
Amerikan rüyasına yatışının hikayesidir. Girişimcinin gittikçe zenginleşmesini
izleriz. Çiftçilerle topraklarında petrol aramak için anlaşmak üzere seyahatler
ederken yavaş yavaş geliştirdiği karizmasının, belagatinin, ikna gücünün
sergilenişinde emeğinin yeni biçimlerini (ve Day-Lewis’in maharetli
oyunculuğunu) görürüz. Geçen yıllar adı konarak sayılmasa da biliriz ki dönem
Amerikan toplumunun frensiz bir vahşi kapitalizm laboratarına dönüştüğü,
soyguncu baronların yalnız kendi hırslarının ve hayalgüçlerinin sınırlarıyla
dizginlenebildiği bir dönemdir hala[i]. Filmin geneline
hakim kıraç çöl/bozkır manzarasının imgelerinde maddeleşen bu hoyrat insan
pazarında, her daim yanındaki evlatlığından başka bir insanı dünyasına sokmadan
kendini yoktan var eden Daniel, dönemi pek ala simgeyelen (Amerikalıların
deyimiyle) bir self-made man. Bu anlamda bir toplumsal tarih ile
karşı karşıyayız. Fakat bir dönem tipi olmanın ötesinde, dönemler ötesi
evrensellikte bir karakter Daniel. Öyle ki onu pek ala Büyük Gatsby, Kızıl ve
Kara’nın Julien Sorel’i, Goriot Baba’nın
Rastignac’ı, Tütün’ün Ivan’ı ile
yanyana yerleştirebiliriz. Tıpkı onlar gibi çalışkanlığıyla takdirimize, zekası
ve hırsıyla hayranlığımıza, yalnızlığıyla merhametimize, kendini koruma
güdüsünün baskınlığıyla empatimize, bencilliğiyle tiksintimize ve insanlara
duyduğu nefretiyle nefretimize taliptir. Referansları sinema evrenine çevirecek
olursak Scarface’in Tony Montana’sı, Baba’nın Michael Corleone’si bu şecereye
dahil olur. Zeynep Dadak da Altyazı’da “sinema tarihinin en yalnız adamlarından
biri olan” Daniel Plainview’in akla biraz Yurttaş Kane’i,
biraz Barry Lyndon’i, biraz da Çin Mahallesi’nin Jake’ini
getirdiğini yazar[ii].
İki kule
There
Will Be Blood, karakterlerinin derinliğini toplumculuğuna kurban
etmez. Bir sınıf filmi hiç değildir: Kapitalist sınıf çelişkisi yerine
kapitalist insanın iç çelişkisini konu edinir. Filmin draması, maddi çıkarları
çatışan insan kümeleri arasında değil; güdüleri, hırsları, değerleri birbiriyle
çatışan bireyin içinde cereyan eder, karşısına çıkan rakip değerler karşısında
aldığı tavırda kendini gösterir. Zira Daniel, benzersiz zenginlikte bir petrol
damarı keşfetme umuduyla geldiği bir Kaliforniya köyündeki genç vaiz Eli
Sunday’de (Paul Dano) kendine bir rakip bulmuştur. Eli, köyün topraklarında
petrol olduğu sırrını Daniel’e satıp sonrasında sırra kadem basan Paul’ün ikiz
kardeşidir. Silik, beceriksiz görünüşlü ve hayli idealist bir genç olan Eli,
bir yandan da fanatikçe sarıldığı Protestan inancını yayma konusunda da Daniel
kadar hırslı ve girişimcidir. Petrol şirketinin köye yerleşmesinin arifesinde
iki girişimci bir anlaşma yaparlar: Kapitalist girişimci, dini girişimcinin
kuracağı kiliseye 10.000 dolar bağış yapacaktır. Bu şartla Eli babasının
topraklarını Daniel’e satmasına ses çıkarmaz (diğer köylüler de Eli’nin babası
örneğini takip ederler). Böylece köyün çorak topraklarında iki kule birbirinin
karşısında yükselmeye başlar: bir petrol kulesi ve bir çan kulesi. Kapitalizm
ve kilise. Kar ve inanç.
İki taraf arasındaki
çatışma petrol kulesinin açılışında açığa çıkacaktır. Eli, müritlerini
etkilemek için, kuleyi kutsayacağı bir tören sözü alır Daniel’den. Fakat
Eli’den, inancından ve ısrarlarından fena halde sıkılan Daniel verdiği söze
rağmen töreni bir kuru “Tanrı bizi korusun” ile geçiştirip kuleyi açıverir. Eli
kandırıldığını hisseder, bu gidişle paranın da geleceği yoktur. Bir iş
kazasında işçilerden biri ölünce (kan çıkar) Eli bunu kutsanmadan faaliyete geçen
bu Babil kulesinin lanetine yoracaktır.
Daniel’e nispeten bir
yan karakter olarak kalsa da Eli karakteri çok boyutludur. Daniel’in
topraklarını ucuza kapatmak istediği saf köylülerin en açık gözlüsü, en
yeteneklisidir – günahını kara dönüştürüp ortadan kaybolan Paul’u saymazsak.
Daniel’in ne mal olduğunu başından anlamıştır. Fakat ne de olsa yoksul bir
delikanlıdır ve imanının görkemine yaraşır büyüklükte bir cemaate önderlik
edebilmek için uzlaşmaya ihtiyacı vardır, şeytanla da olsa. Uzlaşır: Temkin ve
kuşku ile yaklaştığı Daniel ile yaptığı anlaşma onun ödünü ve sermayesi
olacaktır. Umut eder ki çivi çiviyi söksün, Daniel’in başından itibaren kanla
kutsanmış buluşunun semeresi Eli’nin insanlara selamet getirmesinin yolunu
açsın. Aslına bakılırsa, Eli’nin amaçları konusunda yargılara varmak kolay
değil. Hikaye, gencin kurduğu mezhebin içeriği konusunda izleyiciyi karanlıkta
bırakırken, Paul Dano’nun oyunculuğu Eli’yi asıl heyecanlandıranın Tanrı’yla
değil de kendi müritleriyle kurduğu ilişki olduğu izlenimini bırakır.
Kilisesindeki vaazlar sırasında cemaatin kendinden geçmesi Eli’ye neredeyse
şehevi bir haz verir, bir de sıradan bir delikanlının sahip olamayacağı bir
karizma.
Daniel ve Eli arasındaki
çatışma iyi ile kötünün mücadelesi olmayacaktır. Eli’nin imanının samimiyeti
nasıl film boyunca şüphe altında kalıyorsa, Daniel’in de bir sahtekar olduğu
aşikar değildir. Özellikle filmin ortalarına kadar Daniel, sevimsiz ve her
tüccar kadar yanar-döner olmakla birlikte oğluna karşı sevecen ve işçileriyle
ilişkileri sorunsuz bir iş adamı, üstelik yatırım yaptığı yere sosyal hizmetler
getiren bir girişimci görünümündedir. Ne var ki her iki karakterin birikim (kar
veya mürit) yapma hırsları ve karşılarına çıkan engellere karşı duydukları
büyük öfkeleri, içlerindeki kötülüğü ortaya çıkaracak ve onları birbiriyle
çarpıştıracaktır. Daniel, söz verdiği paranın kalanını istemeye gelen Eli’yi
evire çevire dövüp kovar. İzleyicinin sempatisi Daniel’den uzaklaşsa da
berikine yönelecek değildir. Daniel’in ayakları altında ağlayarak af dileyen
Eli evine döner ve küçük kardeşlerinin korkulu gözleri önünde o da yaşlı
babasını döver: Daniel’in tüm köyü ele geçirmesine izin verdiği, bunun
sonuçlarına sessizce katlandığı, “aptal ve tembel olduğu için.” Diğer bir
değişle, Daniel’in kendisini kandırmasından nefret eden Eli, babasından da
Daniel gibi açıkgözlü ve açgözlü olmadığı için nefret etmektedir! Kayıp kardeş
Paul’ün gölgesini de dahil ettiğimizde ortaya dramatik bir simetri çıkar: Hem
Eli hem Paul, silik babalarına benzememek, onun dünyasından sıyrılıp yükselmek
için yanıp tutuşuyor, her ikisi de Daniel’de bir imkan, hatta bir
rol modeli (biraz daha zorlarsak bir baba imgesi) buluyor, ancak ondan farklı
biçimlerde istifade ederek filmin sonunda iyice farklılaşacak olan kaderlerini
hazırlıyorlar.
Duvar
Daniel’in kaderine damga
vuran da, yine bir aile draması: Bir süredir devam eden arama faaliyetinden
sonra petrol kulesi büyük bir basınçla patlayarak etrafa petrol fışkırtmaya
başladığında Daniel’in oğlu H.W. kuleden düşer ve yaralanır. Oğlunu
kendine getirmek için koşturan Daniel, H.W’nin sağırlaştığı anlaşıldığında
sahaya döner ve topraktan fışkırmakta olan yeni servetini izlemeye koyulur.
“H.W. iyi mi?” diye soran adamına, gözlerini petrolden ayırmadan “Değil”
cevabını verip oturmaya devam eden Daniel’in alevlerle aydınlanan yüzündeki
ifadenin adını koymak imkansız: Büyük keşfini yaptığı anda değer verdiği tek
insan eksilmiştir. Daniel Day Lewis sırf bu sahne için Oscar almayı hak
ederken, izleyici olarak yerinde kullanılan sinema görselliğinin neler
anlatmaya muktedir olduğunu hatırlarız.
Daniel bu olayın
etkisiyle dönüşerek gitgide kötü bir insan haline mi gelir yoksa olay hikayenin
bastırdığı kötülüğü ifşa eden bir dönüm noktası mıdır yalnızca? Kesin olan
Daniel’in başarı hırsının bu andan itibaren diğer tüm değerlerle çatışır hale
gelmesidir. Bir türlü iyileşmeyip sağır ve huysuz bir çocuk olarak kalan H.W.
ile uyumlu ilişkisi bozulur. Arazi satın almak için yaptığı pazarlıklarda bir
aile adamı izlenimi vermesine yardımcı olduğu için her daim yanında taşıdığı,
başka kimseyle paylaşmadığı planlarını keyifle anlattığı oğlu artık onun için
unutmak istediği bir dert, sırtında bir yüktür. Evde yangın çıkaran H.W.
sonunda daha iyi bir tedavi ve eğitim göreceği San Francisco’ya gönderilir.
Daniel çocuğunu da kandırmıştır: H.W. babasının kendisiyle gelmeyeceğini ancak
tren kalktıktan sonra anlar. Bu sırada gizemli biçimde
ortaya çıkarak Daniel’in yıllardır görmediği kardeşi Henry olduğunu söyleyen
bir adam Daniel’in dünyasında H.W.’nin yerini alarak onun sırdaşı haline gelir.
İki “kardeşin” beraber
keyif çattıkları bir anda ilk defa kendinden bahseden Daniel’in (Day-Lewis’in)
benzersiz derinlikteki yüzüne odaklanan kamera, kapitalizmin kendine
yabancılaştırdığı insana dair bir yolculuğa çıkarır düşüncelerimizi. İnsanları
sevmediğini ve kendinden başka kimsenin başarılı olmasını istemediğini söyler
Daniel. İstediği kadar yalnız kalabilmek için zengin ve başarılı olmaya
çalıştığını öğreniriz. Daniel, kendine metalardan bir duvar örmüş, insanları
dışarıda tutan bu duvarla çevrelenmiş yapayalnız bir adamdır.
Daniel’in görkemli
yalnızlığının böylece bir başkasına ifadesi aslında o yalnızlıkta açılmış bir
deliktir. Ne var ki ruhunu örten perdenin aralanması çok sürmeyecektir.
Henry’nin gerçekten kardeşi olmadığını keşfeden Daniel, zengin bir adamın
maiyetinde bir süre keyif çatmaktan başka bir niyeti olmayan ve defolup gitmeyi
kabul eden bu sahtekarı bırakmak yerine öldürüp ıssız bir yere gömer. Neden?
Hikaye cevabı vermek yerine düşündürüyor: Daniel ilk defa birisine
çocukluğundan, duygularından, gizli düşüncelerinden bahsetmiş, yani inşa etmek
için yıllardır uğraştığı duvarı Henry karşısında indirerek çıplak kalmıştır.
Kendisinin bilgisine sahip bir yabancının, hele ki bu bilgiyi sahtekarlıkla
elde ettikten sonra, insan içine karışıp yitmesi düşüncesine dayanamaz Daniel.
Fakat cinayeti gören
yaşlı bir adam vardır ve Daniel’i ele vermemek için ileri sürdüğü koşul filmin
bir başka doruk noktasını hazırlar: İnançsızlığı ile ünlü Daniel kiliseye gidip
cemaatin huzurunda Tanrı’dan af dileyecek ve Eli’nin aracılığıyla arınacaktır.
Bu sahnede Eli günahkar rakibi karşısında azizi oynayan ve ondan intikamını
cemaat üzerindeki nüfuzu sayesinde alan bir politikacı görünümündedir. Daniel’i
kar hırsı uğruna sakat çocuğunu terk etmekle suçlayarak ona gerçekten
umursadığı tek günahını hatırlatır. Bununla kalmaz, güya ayinin verdiği
heyecanla aşka gelerek Daniel’in içindeki günahı çıkarmak için onu tokatlamaya,
dövmeye başlar. Yediği dayağın Daniel’in üzerinde neredeyse rahatlatıcı bir
etkisi vardır. Yüzüne vuran ışığın ima ettiği gibi, çocuğuna karşı işlediği
günahtan bu şekilde gerçekten de arınıyor gibidir.
Grand finale?
Şeytan şeytanlığını
yapabilmek için kiliseye boyun eğmiş, kilise de iktidarını sağlamlaştırmak için
şeytanı kullanmıştır. Fakat şeytanın son bir numarası daha vardır ve bunu
aradan yıllar geçtikten sonra daha zengin, daha yaşlı, iyice yalnız ve alkolik
bir adam haline gelen Daniel’in malikanesindeki final sahnesinde görürüz. Sahne,
artık evli bir adam olan H.W’nin (ki aile fikri ekrafındaki dramatik halkayı
tamamlayacak biçimde, gelin Eli’nin küçük kız kardeşinden başkası değildir) kendi
işini kurmak üzere babasının şirketinden ayrılma izni istemesiyle açılır. Oğlunun
kendisine rakip olmasından büyük bir öfkeye kapılan Daniel, sağırlığıyla alay
ettiği H.W.’ye zaten gerçek oğlu olmadığını, onu yalnızca aile adamı imajı
çizmek için alıkoyduğunu söyler ve kovar. Daniel buna kendisini de inandırmak
için, söylediği lafları kendi kendisine yüksek sesle tekrarlayadursun, sevecen
bir baba gibi H.W. ile ilgilendiği zamanların görüntüleri vurur perdeye. Daniel
gururundan bunu ne kendisine ne H.W.’ye itiraf edebilecektir ama aslında onu
sevmiştir. Fakat rekabet güdüsü öyle ölçüsüzdür ki inandığı tek gerçeği de
sonunda yalan etmiştir. Tam bu sırada “eski dostu” Eli onu ziyarete gelir. Film
boyunca belli belirsiz açığa vurduğu çıkarcı, dünyevi tarafı artık din adamının
tek suretidir bu sahnede. Büyük Buhran yüzünden servetini kaybetmiştir, paraya
ihtiyacı vardır ve tıpkı başarılı bir iş adamı haline gelen ikiz kardeşi
Paul’ün bir zamanlar yaptığı gibi, Daniel’in işine yarayacağını düşündüğü bir
ticari sırrı ona satmak niyetindedir. Daniel’in ise bir şartı vardır: Nasıl ki
zamanında çocuğuna karşı işlediği günahı Eli ona herkesin önünde bağıra bağıra
itiraf ettirmiştir, şimdi de o, Eli’nin “Tanrı batıl bir inanç ve ben sahte bir
peygamberim” diye bağırmasını ister.
Bir grand finale niyetine çekilen bu son hesaplaşma belki de filmin en
zayıf sahnesidir. Eli’nin, imanı her dakika şüphe ile sınanan acılar içindeki
Dostoyevski karakterinden sahte peygambere dönüşü pek acele olur. Senaryo
Daniel’i hırslarının nereden nereye getirdiğini yıllar içinde takip ederken,
Eli’nin rolüne ayrılan zaman limiti, hikayesinde aynı derinliğin yakalanmasına
imkan vermemiştir. İstenileni yaptıktan sonra, sahip olduğu sırrın aslında
Daniel’in işine yaramadığını duyan Eli yenilgisinin farkına vararak yıkılır. Galibiyetiyle
sarhoş Daniel kendinden geçer ve keyifle Eli’yi kovalamaya başlar. Bu, yönetmen
Paul Thomas Anderson’ın tercihinin mi, yoksa oyuncu Paul Dano’nun yorumunun
sonucu mudur bilinmez ama, üzerine bowling kukaları fırlatarak kendisini
kovalayan rakibinden ağlaya sızlaya kaçmaya çalışan Eli soytarıvari, gülünç bir
görünüm ortaya koyar. Bu çocuksu kovalamayı sonlandıran ise, Daniel’in Eli’nin
kafatasını kukalarla ezip parçalaması olur. Sonuç beklenmedik, etki grotesk,
görüntü rahatsız edicidir. Film, katilin o sırada mekana gelen hizmetçisine
seslenmesiyle son bulur: “İşim bitti” (I
am finished). Daniel için artık ne kazanacak ne de kaybedecek bir şey
kalmamıştır.
Filmin görkemli
müzikleri, isabet ve tutumlulukla kullanılan görsel planları ve epik
derinliğini başarıyla dengeleyen dramatik ritmi, bir sinematografik başyapıt
ortaya çıkarır. Bunların analizini yerine ve uzmanına bırakalım. Bir hikaye
olarak There Will Be Blood’ın ne
yapıp ne yapmadığını vurgulayıp bitirelim. Filmin gücü başarılı bir dönem
tasvirinin içine evrensel bir hikayeyi inandırıcılıkla oturtmasından gelir.
Kapitalizmin bu özel döneminde, petrol denen naletin etrafında terkip olan
toplumun bir ferdi üzerinden, insanın doğayla mücadelesine ve meta peşindeki
hırsına dair bir destan çıkar karşımıza. Öte yandan, Engels’in kulakları
çınlasın, her meta hikayesi bir aile hikayesi olmak zorundadır ya (öyle
midir?), film aile teması etrafında da “zarif bilek hareketleriyle” gezinir. Baba
ve oğul (Daniel ve H.W.; Eli, babası ve burada anmadığım bir sahnede Daniel’in
baba dayağından kurtardığı küçük kardeş; hatta tahayyül düzleminde, imgesel
baba Daniel ile başkaldıran oğlu Eli) ve kardeşler (zıt ikizler Eli ve Paul;
Daniel ve sahte kardeşi Henry) arasındaki gerilimli ilişkiler, kahramanların
birkaç izlekte birden konumlandığı bir sistem oluşturur. H.W.’ya baba ve Henry’ye
kardeş olan Daniel, Paul ve Eli’nin Habil ve Kabil’i oynadığı bir izlekte de kusurlu
bir tanrı rolüne bürünmüştür: Daniel, zenginliğe giden sırrı ona satan Paul’u
sempatiyle anarken, Eli’nin sunduğu sırrın yanıtını ise onu öldürerek verir. Tüm
bu simetrileri tamamlayarak aile hikayesini kemale erdirecek bir boyut ise
filmde tamamiyle atlanmıştır: kadınlar. Daniel’in hırslarının insanlar
karşısında sınanmadığı bir alan, kadınlarla kurmuş olabileceği cinsel veya
duygusal ilişkilerdir. Kadınsızlık, metalardan ördüğü kalın yorganının altında
yapayalnız bir adam olarak Daniel tasvirini kolaylıkla vurgular. Tabi bunun bir
tür kolaya kaçmak olduğunu teslim etmek lazım. Hikaye, bu hoyrat, kıraç meta
pazarında birbirlerini yiyen babalar ve kardeşlerin yanında sessizliğe mahkum
eder karıları ve bacıları. Godfather’dan
Raging Bull’a aile filmlerinin
aslında erkek filmleri olmaları geleneksel bir kusur. Öte yandan, zaten –
dramayla, anlamla, göndermeyle – yüklü bir film olan There Will Be Blood’a bir de kadın eli değmiş olsaydı, bu filmi
geliştirir miydi, şüpheliyim. Büyük olmaya soyunup da olamayan yapıtların ortak
hırsı “aynı anda her şeyi anlatmaya çalışma” sendromu değil mi? Neyse ki There Will Be Blood sendromun kıyısından
dönüyor. Gerçekten büyük bir film çıkıyor karşımıza.
[i] Yirminci yüzyıl itibariyle bir yandan adil rekabet ve anti-tröst kanunları
ile federal devlet, öte yandan anarşist-sendikalist veya sosyalist bir bilinç
ile ortaya çıkan işçi hareketleri Amerikan sermaye birikimine dizginler vurmaya
başlamıştı bile. Yine de Büyük Buhran’a ve F.D. Roosevelt’in “New Deal”
siyasetine kadar soyguncu baronların simgelediği değerler Amerikan
kapitalizminin kültürünü, etiğini ve çalışma düzenini beslemeye devam etti
desek yanlış olmaz.
[ii] Ben Barry Lyndon benzetmesini yadırgadım. Ne de olsa Barry Lyndon kendini
hırsı ve sebatıyla var etmekten ziyade bir bakıma koşulların sürüklediği bir
karakterdir, şans ile yükselip şanssızlık ile düşer. İki Stendhal eseriyle
karşılaştıracak olursak Kızıl ve Kara’dan
ziyade Parma Manastırı’na yakışır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder