1 Mart 2010 Pazartesi

Kan çıkacak! There Will Be Blood, bir kapitalizm destanı...



Alper YAĞCI

There Will Be Blood, karakterlerinin derinliğini toplumculuğuna kurban etmez. Bir sınıf filmi hiç değildir: Kapitalist sınıf çelişkisi yerine kapitalist insanın iç çelişkisini konu edinir. Filmin draması, maddi çıkarları çatışan insan kümeleri arasında değil; güdüleri, hırsları, değerleri birbiriyle çatışan bireyin içinde cereyan eder, karşısına çıkan rakip değerler karşısında aldığı tavırda kendini gösterir...


There Will Be Blood klasik doğan bir film. Bir eleştiri denemesi için buyrun buradan yakın... 



“Kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu toplumların zenginliği muazzam bir meta birikimi biçiminde kendini gösterir. Bu yüzden çözümlememize bir metayı takip ederek başlamalıyız” diye açılıyordu Marx’ın Kapital’i. Başka yönetmenler, kapitalizm eleştirisi yapmaya niyetlendikleri filmlerine, Marx’ın yargısını nasihat belleyip, metaları göstererek başladılar. Claude Chabrol’ün Le Ceremonie’si, Hans Weingartner’ın Die fetten Jahre sind vorbei (The Edukators)’u, hikayelerindeki sınıf çatışmasının nesnesi olan meta bolluğunu sergileyerek izleyiciyi karşılar. Malikane, otomobil, mobilya, filmlerin yoksul insan karakterlerini sırtlarına bindirdikleri yükle ezdikleri gibi, estetik planda da onların önüne geçerek dekor olmaktan çıkmaya, bizzat karakterliğe terfi olmaya kalkarlar. İnsana eşlik ve giderek efendilik eden metalar... There Will Be Blood da kendini metanın üretiminde var eden insanı konu eder. Ve yine metanın üretiminde insanlıktan çıkan insanı.

Kuyu

Bir tür dönem filmi izlemeye gelmiş, görkemli müzikler, ayrıntılı dekorlar ve kostümlerle karşılaşmayı bekleyen izleyiciyi ters köşeye yatırarak, hemen hemen müziksiz diyalogsuz yirmi dakikalık bir bölüm ile açılır film. Yıl 1902, fırsatlar ülkesinde bir yer. Karşımızda hırpani kılıklı, yabani bakışlı, belli ki yoksullukla geçmiş bir hayatın orta yaşlarındaki çirkinliğiyle Daniel Plainview (Daniel Day-Lewis). Yalnız. Çalışıyor yalnız. Yerin dibinde bir delikte, bir tür madende, altın arayarak ter döküyor. Buluyor da. Seviniyor. Altın taşı bohçasına koyup inşa etmiş olduğu ilkel asansör düzeneği ile yukarıya çıkmaya çalışıyor. Düzenek kırılıyor, madenin zeminine geri düşen Daniel’in bacağı da. Kan çıkıyor. Acı içinde kıvranan kahramanımız oracıkta kalacak değil elbet – bir Yeşilçam atasözünün dediği gibi – “yoksa film olmaz.” Ekmeğini taştan ölümüne çıkarmayı göze almış olan Daniel ölmüyor, bir şekilde kurtuluyor.

Bir sonraki sahnede, belli ki bulduğu altının semeresiyle tuttuğu adamlarıyla,  mütevazı da olsa, hala yoksul da olsa bir girişimci Daniel. Petrol arıyor. Buluyor da. Fakat iş kazası: Petrolü incelemek için deliğe giren işçi madenin zeminine düşüyor, patronu kadar şanslı olmadığı için bir bacak kırığıyla kurtulmuyor da ölüveriyor. Kan çıkıyor. Bedenden fışkıran kan, topraktan fışkıran petrole karışıp görüntü yönetmeni Robert Elswin’in mat paletinde bir kara renk oluyor, keşfettikleri zenginliğe şaşkınlıkla bakan Daniel ve adamlarının ellerini yüzlerini boyuyor. Ölenin ardından kalan küçük bebekse, Daniel’in H.W. adını verdiği evlatlık oğlu ve yoldaşı haline geliyor.

Gerisi, Daniel’in Amerikan rüyasına yatışının hikayesidir. Girişimcinin gittikçe zenginleşmesini izleriz. Çiftçilerle topraklarında petrol aramak için anlaşmak üzere seyahatler ederken yavaş yavaş geliştirdiği karizmasının, belagatinin, ikna gücünün sergilenişinde emeğinin yeni biçimlerini (ve Day-Lewis’in maharetli oyunculuğunu) görürüz. Geçen yıllar adı konarak sayılmasa da biliriz ki dönem Amerikan toplumunun frensiz bir vahşi kapitalizm laboratarına dönüştüğü, soyguncu baronların yalnız kendi hırslarının ve hayalgüçlerinin sınırlarıyla dizginlenebildiği bir dönemdir hala[i]. Filmin geneline hakim kıraç çöl/bozkır manzarasının imgelerinde maddeleşen bu hoyrat insan pazarında, her daim yanındaki evlatlığından başka bir insanı dünyasına sokmadan kendini yoktan var eden Daniel, dönemi pek ala simgeyelen (Amerikalıların deyimiyle) bir self-made man. Bu anlamda bir toplumsal tarih ile karşı karşıyayız. Fakat bir dönem tipi olmanın ötesinde, dönemler ötesi evrensellikte bir karakter Daniel. Öyle ki onu pek ala Büyük GatsbyKızıl ve Kara’nın Julien Sorel’i, Goriot Baba’nın Rastignac’ı, Tütün’ün Ivan’ı ile yanyana yerleştirebiliriz. Tıpkı onlar gibi çalışkanlığıyla takdirimize, zekası ve hırsıyla hayranlığımıza, yalnızlığıyla merhametimize, kendini koruma güdüsünün baskınlığıyla empatimize, bencilliğiyle tiksintimize ve insanlara duyduğu nefretiyle nefretimize taliptir. Referansları sinema evrenine çevirecek olursak Scarface’in Tony Montana’sı, Baba’nın Michael Corleone’si bu şecereye dahil olur. Zeynep Dadak da Altyazı’da “sinema tarihinin en yalnız adamlarından biri olan” Daniel Plainview’in akla biraz Yurttaş Kane’i, biraz Barry Lyndon’i, biraz da Çin Mahallesi’nin Jake’ini getirdiğini yazar[ii].

İki kule

There Will Be Blood,  karakterlerinin derinliğini toplumculuğuna kurban etmez. Bir sınıf filmi hiç değildir: Kapitalist sınıf çelişkisi yerine kapitalist insanın iç çelişkisini konu edinir. Filmin draması, maddi çıkarları çatışan insan kümeleri arasında değil; güdüleri, hırsları, değerleri birbiriyle çatışan bireyin içinde cereyan eder, karşısına çıkan rakip değerler karşısında aldığı tavırda kendini gösterir. Zira Daniel, benzersiz zenginlikte bir petrol damarı keşfetme umuduyla geldiği bir Kaliforniya köyündeki genç vaiz Eli Sunday’de (Paul Dano) kendine bir rakip bulmuştur. Eli, köyün topraklarında petrol olduğu sırrını Daniel’e satıp sonrasında sırra kadem basan Paul’ün ikiz kardeşidir. Silik, beceriksiz görünüşlü ve hayli idealist bir genç olan Eli, bir yandan da fanatikçe sarıldığı Protestan inancını yayma konusunda da Daniel kadar hırslı ve girişimcidir. Petrol şirketinin köye yerleşmesinin arifesinde iki girişimci bir anlaşma yaparlar: Kapitalist girişimci, dini girişimcinin kuracağı kiliseye 10.000 dolar bağış yapacaktır. Bu şartla Eli babasının topraklarını Daniel’e satmasına ses çıkarmaz (diğer köylüler de Eli’nin babası örneğini takip ederler). Böylece köyün çorak topraklarında iki kule birbirinin karşısında yükselmeye başlar: bir petrol kulesi ve bir çan kulesi. Kapitalizm ve kilise. Kar ve inanç.

İki taraf arasındaki çatışma petrol kulesinin açılışında açığa çıkacaktır. Eli, müritlerini etkilemek için, kuleyi kutsayacağı bir tören sözü alır Daniel’den. Fakat Eli’den, inancından ve ısrarlarından fena halde sıkılan Daniel verdiği söze rağmen töreni bir kuru “Tanrı bizi korusun” ile geçiştirip kuleyi açıverir. Eli kandırıldığını hisseder, bu gidişle paranın da geleceği yoktur. Bir iş kazasında işçilerden biri ölünce (kan çıkar) Eli bunu kutsanmadan faaliyete geçen bu Babil kulesinin lanetine yoracaktır.
Daniel’e nispeten bir yan karakter olarak kalsa da Eli karakteri çok boyutludur.  Daniel’in topraklarını ucuza kapatmak istediği saf köylülerin en açık gözlüsü, en yeteneklisidir – günahını kara dönüştürüp ortadan kaybolan Paul’u saymazsak. Daniel’in ne mal olduğunu başından anlamıştır. Fakat ne de olsa yoksul bir delikanlıdır ve imanının görkemine yaraşır büyüklükte bir cemaate önderlik edebilmek için uzlaşmaya ihtiyacı vardır, şeytanla da olsa. Uzlaşır: Temkin ve kuşku ile yaklaştığı Daniel ile yaptığı anlaşma onun ödünü ve sermayesi olacaktır. Umut eder ki çivi çiviyi söksün, Daniel’in başından itibaren kanla kutsanmış buluşunun semeresi Eli’nin insanlara selamet getirmesinin yolunu açsın. Aslına bakılırsa, Eli’nin amaçları konusunda yargılara varmak kolay değil. Hikaye, gencin kurduğu mezhebin içeriği konusunda izleyiciyi karanlıkta bırakırken, Paul Dano’nun oyunculuğu Eli’yi asıl heyecanlandıranın Tanrı’yla değil de kendi müritleriyle kurduğu ilişki olduğu izlenimini bırakır. Kilisesindeki vaazlar sırasında cemaatin kendinden geçmesi Eli’ye neredeyse şehevi bir haz verir, bir de sıradan bir delikanlının sahip olamayacağı bir karizma.

Daniel ve Eli arasındaki çatışma iyi ile kötünün mücadelesi olmayacaktır. Eli’nin imanının samimiyeti nasıl film boyunca şüphe altında kalıyorsa, Daniel’in de bir sahtekar olduğu aşikar değildir. Özellikle filmin ortalarına kadar Daniel, sevimsiz ve her tüccar kadar yanar-döner olmakla birlikte oğluna karşı sevecen ve işçileriyle ilişkileri sorunsuz bir iş adamı, üstelik yatırım yaptığı yere sosyal hizmetler getiren bir girişimci görünümündedir. Ne var ki her iki karakterin birikim (kar veya mürit) yapma hırsları ve karşılarına çıkan engellere karşı duydukları büyük öfkeleri, içlerindeki kötülüğü ortaya çıkaracak ve onları birbiriyle çarpıştıracaktır. Daniel, söz verdiği paranın kalanını istemeye gelen Eli’yi evire çevire dövüp kovar. İzleyicinin sempatisi Daniel’den uzaklaşsa da berikine yönelecek değildir. Daniel’in ayakları altında ağlayarak af dileyen Eli evine döner ve küçük kardeşlerinin korkulu gözleri önünde o da yaşlı babasını döver: Daniel’in tüm köyü ele geçirmesine izin verdiği, bunun sonuçlarına sessizce katlandığı, “aptal ve tembel olduğu için.” Diğer bir değişle, Daniel’in kendisini kandırmasından nefret eden Eli, babasından da Daniel gibi açıkgözlü ve açgözlü olmadığı için nefret etmektedir! Kayıp kardeş Paul’ün gölgesini de dahil ettiğimizde ortaya dramatik bir simetri çıkar: Hem Eli hem Paul, silik babalarına benzememek, onun dünyasından sıyrılıp yükselmek için  yanıp tutuşuyor, her ikisi de Daniel’de bir imkan, hatta bir rol modeli (biraz daha zorlarsak bir baba imgesi) buluyor, ancak ondan farklı biçimlerde istifade ederek filmin sonunda iyice farklılaşacak olan kaderlerini hazırlıyorlar.

Duvar

Daniel’in kaderine damga vuran da, yine bir aile draması: Bir süredir devam eden arama faaliyetinden sonra petrol kulesi büyük bir basınçla patlayarak etrafa petrol fışkırtmaya başladığında Daniel’in oğlu H.W. kuleden düşer ve yaralanır. Oğlunu kendine getirmek için koşturan Daniel, H.W’nin sağırlaştığı anlaşıldığında sahaya döner ve topraktan fışkırmakta olan yeni servetini izlemeye koyulur. “H.W. iyi mi?” diye soran adamına, gözlerini petrolden ayırmadan “Değil” cevabını verip oturmaya devam eden Daniel’in alevlerle aydınlanan yüzündeki ifadenin adını koymak imkansız: Büyük keşfini yaptığı anda değer verdiği tek insan eksilmiştir. Daniel Day Lewis sırf bu sahne için Oscar almayı hak ederken, izleyici olarak yerinde kullanılan sinema görselliğinin neler anlatmaya muktedir olduğunu hatırlarız.

Daniel bu olayın etkisiyle dönüşerek gitgide kötü bir insan haline mi gelir yoksa olay hikayenin bastırdığı kötülüğü ifşa eden bir dönüm noktası mıdır yalnızca? Kesin olan Daniel’in başarı hırsının bu andan itibaren diğer tüm değerlerle çatışır hale gelmesidir. Bir türlü iyileşmeyip sağır ve huysuz bir çocuk olarak kalan H.W. ile uyumlu ilişkisi bozulur. Arazi satın almak için yaptığı pazarlıklarda bir aile adamı izlenimi vermesine yardımcı olduğu için her daim yanında taşıdığı, başka kimseyle paylaşmadığı planlarını keyifle anlattığı oğlu artık onun için unutmak istediği bir dert, sırtında bir yüktür. Evde yangın çıkaran H.W. sonunda daha iyi bir tedavi ve eğitim göreceği San Francisco’ya gönderilir. Daniel çocuğunu da kandırmıştır: H.W. babasının kendisiyle gelmeyeceğini ancak tren kalktıktan sonra anlar.  Bu sırada  gizemli biçimde ortaya çıkarak Daniel’in yıllardır görmediği kardeşi Henry olduğunu söyleyen bir adam Daniel’in dünyasında H.W.’nin yerini alarak onun sırdaşı haline gelir.

İki “kardeşin” beraber keyif çattıkları bir anda ilk defa kendinden bahseden Daniel’in (Day-Lewis’in) benzersiz derinlikteki yüzüne odaklanan kamera, kapitalizmin kendine yabancılaştırdığı insana dair bir yolculuğa çıkarır düşüncelerimizi. İnsanları sevmediğini ve kendinden başka kimsenin başarılı olmasını istemediğini söyler Daniel. İstediği kadar yalnız kalabilmek için zengin ve başarılı olmaya çalıştığını öğreniriz. Daniel, kendine metalardan bir duvar örmüş, insanları dışarıda tutan bu duvarla çevrelenmiş yapayalnız bir adamdır.

Daniel’in görkemli yalnızlığının böylece bir başkasına ifadesi aslında o yalnızlıkta açılmış bir deliktir. Ne var ki ruhunu örten perdenin aralanması çok sürmeyecektir. Henry’nin gerçekten kardeşi olmadığını keşfeden Daniel, zengin bir adamın maiyetinde bir süre keyif çatmaktan başka bir niyeti olmayan ve defolup gitmeyi kabul eden bu sahtekarı bırakmak yerine öldürüp ıssız bir yere gömer. Neden? Hikaye cevabı vermek yerine düşündürüyor: Daniel ilk defa birisine çocukluğundan, duygularından, gizli düşüncelerinden bahsetmiş, yani inşa etmek için yıllardır uğraştığı duvarı Henry karşısında indirerek çıplak kalmıştır. Kendisinin bilgisine sahip bir yabancının, hele ki bu bilgiyi sahtekarlıkla elde ettikten sonra, insan içine karışıp yitmesi düşüncesine dayanamaz Daniel.

Fakat cinayeti gören yaşlı bir adam vardır ve Daniel’i ele vermemek için ileri sürdüğü koşul filmin bir başka doruk noktasını hazırlar: İnançsızlığı ile ünlü Daniel kiliseye gidip cemaatin huzurunda Tanrı’dan af dileyecek ve Eli’nin aracılığıyla arınacaktır. Bu sahnede Eli günahkar rakibi karşısında azizi oynayan ve ondan intikamını cemaat üzerindeki nüfuzu sayesinde alan bir politikacı görünümündedir. Daniel’i kar hırsı uğruna sakat çocuğunu terk etmekle suçlayarak ona gerçekten umursadığı tek günahını hatırlatır. Bununla kalmaz, güya ayinin verdiği heyecanla aşka gelerek Daniel’in içindeki günahı çıkarmak için onu tokatlamaya, dövmeye başlar. Yediği dayağın Daniel’in üzerinde neredeyse rahatlatıcı bir etkisi vardır. Yüzüne vuran ışığın ima ettiği gibi, çocuğuna karşı işlediği günahtan bu şekilde gerçekten de arınıyor gibidir.

Grand finale?

Şeytan şeytanlığını yapabilmek için kiliseye boyun eğmiş, kilise de iktidarını sağlamlaştırmak için şeytanı kullanmıştır. Fakat şeytanın son bir numarası daha vardır ve bunu aradan yıllar geçtikten sonra daha zengin, daha yaşlı, iyice yalnız ve alkolik bir adam haline gelen Daniel’in malikanesindeki final sahnesinde görürüz. Sahne, artık evli bir adam olan H.W’nin (ki aile fikri ekrafındaki dramatik halkayı tamamlayacak biçimde, gelin Eli’nin küçük kız kardeşinden başkası değildir) kendi işini kurmak üzere babasının şirketinden ayrılma izni istemesiyle açılır. Oğlunun kendisine rakip olmasından büyük bir öfkeye kapılan Daniel, sağırlığıyla alay ettiği H.W.’ye zaten gerçek oğlu olmadığını, onu yalnızca aile adamı imajı çizmek için alıkoyduğunu söyler ve kovar. Daniel buna kendisini de inandırmak için, söylediği lafları kendi kendisine yüksek sesle tekrarlayadursun, sevecen bir baba gibi H.W. ile ilgilendiği zamanların görüntüleri vurur perdeye. Daniel gururundan bunu ne kendisine ne H.W.’ye itiraf edebilecektir ama aslında onu sevmiştir. Fakat rekabet güdüsü öyle ölçüsüzdür ki inandığı tek gerçeği de sonunda yalan etmiştir. Tam bu sırada “eski dostu” Eli onu ziyarete gelir. Film boyunca belli belirsiz açığa vurduğu çıkarcı, dünyevi tarafı artık din adamının tek suretidir bu sahnede. Büyük Buhran yüzünden servetini kaybetmiştir, paraya ihtiyacı vardır ve tıpkı başarılı bir iş adamı haline gelen ikiz kardeşi Paul’ün bir zamanlar yaptığı gibi, Daniel’in işine yarayacağını düşündüğü bir ticari sırrı ona satmak niyetindedir. Daniel’in ise bir şartı vardır: Nasıl ki zamanında çocuğuna karşı işlediği günahı Eli ona herkesin önünde bağıra bağıra itiraf ettirmiştir, şimdi de o, Eli’nin “Tanrı batıl bir inanç ve ben sahte bir peygamberim” diye bağırmasını ister.

Bir grand finale niyetine çekilen bu son hesaplaşma belki de filmin en zayıf sahnesidir. Eli’nin, imanı her dakika şüphe ile sınanan acılar içindeki Dostoyevski karakterinden sahte peygambere dönüşü pek acele olur. Senaryo Daniel’i hırslarının nereden nereye getirdiğini yıllar içinde takip ederken, Eli’nin rolüne ayrılan zaman limiti, hikayesinde aynı derinliğin yakalanmasına imkan vermemiştir. İstenileni yaptıktan sonra, sahip olduğu sırrın aslında Daniel’in işine yaramadığını duyan Eli yenilgisinin farkına vararak yıkılır. Galibiyetiyle sarhoş Daniel kendinden geçer ve keyifle Eli’yi kovalamaya başlar. Bu, yönetmen Paul Thomas Anderson’ın tercihinin mi, yoksa oyuncu Paul Dano’nun yorumunun sonucu mudur bilinmez ama, üzerine bowling kukaları fırlatarak kendisini kovalayan rakibinden ağlaya sızlaya kaçmaya çalışan Eli soytarıvari, gülünç bir görünüm ortaya koyar. Bu çocuksu kovalamayı sonlandıran ise, Daniel’in Eli’nin kafatasını kukalarla ezip parçalaması olur. Sonuç beklenmedik, etki grotesk, görüntü rahatsız edicidir. Film, katilin o sırada mekana gelen hizmetçisine seslenmesiyle son bulur: “İşim bitti” (I am finished). Daniel için artık ne kazanacak ne de kaybedecek bir şey kalmamıştır.

Filmin görkemli müzikleri, isabet ve tutumlulukla kullanılan görsel planları ve epik derinliğini başarıyla dengeleyen dramatik ritmi, bir sinematografik başyapıt ortaya çıkarır. Bunların analizini yerine ve uzmanına bırakalım. Bir hikaye olarak There Will Be Blood’ın ne yapıp ne yapmadığını vurgulayıp bitirelim. Filmin gücü başarılı bir dönem tasvirinin içine evrensel bir hikayeyi inandırıcılıkla oturtmasından gelir. Kapitalizmin bu özel döneminde, petrol denen naletin etrafında terkip olan toplumun bir ferdi üzerinden, insanın doğayla mücadelesine ve meta peşindeki hırsına dair bir destan çıkar karşımıza. Öte yandan, Engels’in kulakları çınlasın, her meta hikayesi bir aile hikayesi olmak zorundadır ya (öyle midir?), film aile teması etrafında da “zarif bilek hareketleriyle” gezinir. Baba ve oğul (Daniel ve H.W.; Eli, babası ve burada anmadığım bir sahnede Daniel’in baba dayağından kurtardığı küçük kardeş; hatta tahayyül düzleminde, imgesel baba Daniel ile başkaldıran oğlu Eli) ve kardeşler (zıt ikizler Eli ve Paul; Daniel ve sahte kardeşi Henry) arasındaki gerilimli ilişkiler, kahramanların birkaç izlekte birden konumlandığı bir sistem oluşturur. H.W.’ya baba ve Henry’ye kardeş olan Daniel, Paul ve Eli’nin Habil ve Kabil’i oynadığı bir izlekte de kusurlu bir tanrı rolüne bürünmüştür: Daniel, zenginliğe giden sırrı ona satan Paul’u sempatiyle anarken, Eli’nin sunduğu sırrın yanıtını ise onu öldürerek verir. Tüm bu simetrileri tamamlayarak aile hikayesini kemale erdirecek bir boyut ise filmde tamamiyle atlanmıştır: kadınlar. Daniel’in hırslarının insanlar karşısında sınanmadığı bir alan, kadınlarla kurmuş olabileceği cinsel veya duygusal ilişkilerdir. Kadınsızlık, metalardan ördüğü kalın yorganının altında yapayalnız bir adam olarak Daniel tasvirini kolaylıkla vurgular. Tabi bunun bir tür kolaya kaçmak olduğunu teslim etmek lazım. Hikaye, bu hoyrat, kıraç meta pazarında birbirlerini yiyen babalar ve kardeşlerin yanında sessizliğe mahkum eder karıları ve bacıları. Godfather’dan Raging Bull’a aile filmlerinin aslında erkek filmleri olmaları geleneksel bir kusur. Öte yandan, zaten – dramayla, anlamla, göndermeyle – yüklü bir film olan There Will Be Blood’a bir de kadın eli değmiş olsaydı, bu filmi geliştirir miydi, şüpheliyim. Büyük olmaya soyunup da olamayan yapıtların ortak hırsı “aynı anda her şeyi anlatmaya çalışma” sendromu değil mi? Neyse ki There Will Be Blood sendromun kıyısından dönüyor. Gerçekten büyük bir film çıkıyor karşımıza.





[i] Yirminci yüzyıl itibariyle bir yandan adil rekabet ve anti-tröst kanunları ile federal devlet, öte yandan anarşist-sendikalist veya sosyalist bir bilinç ile ortaya çıkan işçi hareketleri Amerikan sermaye birikimine dizginler vurmaya başlamıştı bile. Yine de Büyük Buhran’a ve F.D. Roosevelt’in “New Deal” siyasetine kadar soyguncu baronların simgelediği değerler Amerikan kapitalizminin kültürünü, etiğini ve çalışma düzenini beslemeye devam etti desek yanlış olmaz.
[ii] Ben Barry Lyndon benzetmesini yadırgadım. Ne de olsa Barry Lyndon kendini hırsı ve sebatıyla var etmekten ziyade bir bakıma koşulların sürüklediği bir karakterdir, şans ile yükselip şanssızlık ile düşer. İki Stendhal eseriyle karşılaştıracak olursak Kızıl ve Kara’dan ziyade Parma Manastırı’na yakışır.

Hiç yorum yok: