26 Temmuz 2010 Pazartesi

Siz Biz Sen





Eğitimli ve saygılı insanlarız biz. Küçüklerimizden sevgiyi büyüklerimizden saygıyı esirgemeyiz. İnsanları asla sosyal statülerine göre ayırmayız. Herkese hakettiği gibi davranırız.
Büyüklerimize ve hatta küçüklerimize çoğu zaman "siz" diye hitap ederiz.
Peki siz kendinizi ortada hiç bir neden yokken sırf görünüşü nedeniyle birine otomatik olarak "sen" şeklinde hitap ederken buldunuz mu?
Resimlerde kravatlı adam otomatik bir "siz"ken muhtemelen "çööööp" saatini bekleyen adam sizin için bir "sen" mi? Yoksa kravatsıza "siz desem anlamaz" gibi bir ön yargınız mı var? Yoksa kravatsız adam kapıcı ya da taksici yani o sırada benim altımda çalışan biri ve bu nedenle saygı göstermesi gereken kişi o diye mi düşünüyorsunuz? Ya da ezilenin yanında olmak için mi sen diyorsunuz?

Eğer öyleyse bana göre siz bu insanları kafanızda görünüşlerine göre sınıflandırıyor ve buna göre otomatik olarak saygınızı hakedip haketmediklerine karar veriyorsunuz.
Kesinlikle "siz"in illa da gerekli olduğunu savunmuyorum ama böyle birine siz diğerine sen derken siz ne yaptığınızı düşünüyor musunuz?

24 Temmuz 2010 Cumartesi

(Blogger) Sansürün(ün) Düşündürdükleri...


Bu yazı 2008’in bir Ekim akşamında blogger’a uygulanan erişim yasağı ile keyfim epeyce kaçmış bir halde kaleme alınmıştı. Bugün, 2010 yılının bir Temmuz gecesinde benzer tartışmaların yapıldığını görüyor olmak içimi sızlatıyor. Fakat bir yandan da iyimserliğimi korumak istiyorum: fikir özgürlüğünü savunmak için bunun gibi yüzlerce yazının kaleme alındığını, duyarlı insanların sokakları doldurarak protesto gösterilerinde bulunduğunu biliyorum. Demek ki söz ve eylem ile bir şeyleri değiştirebileceğimize dair inancı henüz kaybetmemişiz… Demek ki, umudumuz henüz sansürlenmemiş… Aşağıda yer alan eleştirel ve karamsar paragrafları, belki de biraz daha optimist bir gözle okumaya ihtiyacımız var, zaman zaman.



11 Temmuz 2010 Pazar

Osmanlı Yahudileri ve Hoşgörü


-Aşağıda okuyacağınız yazı için araştırmaya 2009 yaz başında başlamıştım. Yaz boyunca da konu üzerinde okumaya düşünmeye devam ettim, zaten master tez konumla da alakalı bir konu olması hasebiyle bana zaman da kaybettirmeyecekti. Yazmaya başlayınca, bilen bilir, bazen kantarın topuzu kaçar kimi zaman da klavyenin topuzu. Aslında gereksiz şeyleri bile bir biçimde metne eklemek istersiniz. Hele ki tarihçi bir kişilikseniz "ulan o kadar arşivde dirsek çürüttüm, o kadar gözlerimin feri söndü bilgisayar başında. Ne bulduysam koyucam ben buraya!" havalarına girmeniz olası.

Neyse uzun lafın kısası yazıyı yazdım ve matbuatımızın önde gelenlerinden birisine yolladım. Hala cevap bekliyorum. Beklemekten sıkıldığım için "yazıyı bloga koysam daha mı iyi olur" dedim kendime ve işte burdayız.


Bu süre zarfında metin kısaldı ve bir miktar değişti. Yazı hakkında fikirlerini istediğim Esra Bakkalbaşıoğlu, Tania Bahar, Nilay Özlü, Rıfat N. Bali'ye şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim -ilk defa bir yerde bu tarz bir cümle kurdum, çok hoşuma gitti açıkçası:)
Yazıya başlarken henüz yayınlanmamış olan, sonradan yayınlanan, bir makalesini benimle paylaşma inceliğini gösteren Julia Phillips Cohen'e de teşekkürler.
Yazının asıl hali bir makale olduğundan ana metindeki çoğu şeyin bir dipnot karşılığı var. Ben yazının sadece ana metnini buraya koyuyorum, dipnotlar blogda yer almayacak, şimdiden söylemesi. Yazı uzun bir yazı olduğundan (otuz sayfadan fazla tutuyor) peyderpey blogda yer alacak. Böylece blogumuzda temmuz süresince haftada en az bir yeni yazımız olmuş olacak, umuyorum.
------

5 Temmuz 2010 Pazartesi

YAFA, PORTAKALIN OTOMATİĞİ: Bir Turunçgilin Peşinde Tarihin Yeniden Yazılış Hikayesi

Bu sene 22-27 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilen Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nin onur konuğu İsrailli muhalif yönetmen Eyal Sivan, bir turunçgilin peşine takılıp hem İsrail-Filistin ilişkisinin evrimine hem de sembolleştirilen portakal görseli üzerinden tarihin nasıl yeniden yazıldığına tanıklık etmemizi sağlıyor. Yafa, Portakalın Otomatiği salt bir turunçgil hikayesi değil. Yahudiler ile Filistinli Arapların bir karşılaşma noktası olan Yafa portakalının tarihsel serüveni üzerinden hem iki toplumun arasındaki ilişkinin tarihçesine hem de bu tarihin görseller vasıtasıyla nasıl yeniden ve yeniden yazıldığına ayna tutan antropolojik bir çalışma.Belgeseller iki boyutlular, bir yandan filmografik olarak izleyicilere belirli bir tatmin vermeye çalışırken diğer yandan konu ve bunu ele alış yöntemleri ile onları içeriksel olarak ele geçirmeyi amaçlarlar. Yafa, Portakalın Otomatiği bunlardan ilkinde zaman zaman zayıf kalan bir belgesel. Aynı bakış açısı farklı kişiler tarafından benzer kelimelerle o kadar çok tekrar ediliyor ki filmin söylemek istediği şeyi bir buçuk saat yerine yarım saatte de verebileceğini düşündürüyor. Görsellerin kullanımı ile ilgili de benzer şeyler söylenebilir. Belgeselin omurgasını oluşturan, uzmanların görselle üzerine yaptıkları yorumlar birbirini tekrara düşebiliyor. Bu durum izleyicinin bazı sahnelerde filme olan ilgisini canlı tutmakta zorlanmasına neden oluyor. Ama konu ikinci noktaya yani izleyiciye içeriksel bir tatmin yaşatmaya geldiğinde, Yafa, Portakalın Otomatiği hayranlık duyulacak kadar etkileyici bir yapıt. Akademik ve tarihsel değeri olan Yafa, Portakalın Otomatiği salt yeni düşünme yöntemleri vermesi ve gerçeğin farklı şekillerde aranması konusunda açtığı kapılar nedeniyle bile çok değerli.