tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Batı neresi? Doğu neresi? Bir kavram kargaşasına müdahale denemesi


Alper H. Yağcı

‘Batı’da ve Doğu’da ebeveynlik...’ ‘Batı’da ve Doğu’da kadın...’ ‘Batı’da ve Doğu’da insan...’ Peki neresi bu Batı ve Doğu? Bu kelimeleri küçük harfle yazdığımızda (batı ve doğu) iki yön kast ediyoruz ki bunlarda anlaşılmayacak bir şey yok. Büyük harfle yazdığımızda (Batı ve Doğu) ise iki yer kast ediyoruz ama herkes bu yerlerden farklı bir şey anlıyor, kafalar karışıyor.

Bu yazının meramı şu: Batı vardır, gerçektir. Doğu ise yoktur. Doğu, sırf Batı’nın varlığından ötürü bir zıt kutup arayışı içinde lalettayin ortaya atılmış ancak gerçek dünyadaki bir varlığa tekabül etmediği için tanımsız ve tutarsız kalmaya mahkum bir tevatürdür. Öyleyse Batı vardır ama ‘Batı ve Doğu’ diye bir şey yoktur ve bu sahte ikilemin artık sözünü etmesek en iyisi olur.


14 Ocak 2015 Çarşamba

16 Türk devleti?


Sağlaması otoriterlik ve militarizm ile yapılan bir milliyetçilik bizimkisi. Toplumun özeti devlet, devletin özeti de zorbalık aygıtı. Bir müsamere yapılacaksa neden bir Kaşgarlı Mahmud, bir Takiyüddin, bir Evliya Çelebi orada olmasın? Hayli keyfi Türklük kriterlerinin müsaadesiyle, bir İbn-i Sina, bir Harezmi? Balyan biraderleri, Zilciyanları görmeyi bekleyen yok ama bir Mimar Sinan? Sonra da şikayet edip duruyoruz, neden Sinan tanınmıyor, neden hep "barbar" biz oluyoruz, ve saire ve saire...

27 Ekim 2013 Pazar

Türkiye'de Caz Belgeseli



Dün akşam Beşiktaş'taki Bahçeşehir Üniversitesi'nde bir belgesel izledim.

Türkiye'de Caz, aslında ekşi sözlük'te dolanırken karşıma çıkan bir entry sayesinde haberdar olduğum bir belgeseldi. Google hazretlerinde biraz araştırınca sadece belirli yer ve tarihlerde gösterim şansı bulan bir yapım olduğunu görüp mevcut ilk gösterim için yer ayırttım. Dün de gidip izleme fırsatı buldum. Bloga uzuuun aradan sonra yazdığım bu yazıda biraz bu belgesel ve ona dair izlenimlerimden bahsedeceğim.

6 Nisan 2012 Cuma

Halk Kütüphanesinde Bir Amerikalı - Kısm-ı Sani


Geçen hafta başlayan röportajın devamını buradan okuyabilirsiniz. Hafta içine yetişmemesinden dolayı da okurlarımızdan özür dileriz.

28 Mart 2012 Çarşamba

Halk Kütüphanesinde Bir Amerikalı - Kısm-ı Evvel

Yüksek lisans tezimi yazarken mahallemizde bulunan eski bir halk kütüphanesine devam etmeye başladım. Hem sessiz sakin bir mekandı haliyle, neticede bir kütüphane, hem kablosuz internet bağlantısı sağlıyordu. Hem de geniş bir mekanda hizmet veriyordu okurlarına. Kütüphaneyle tanışmam bu şekilde oldu, Caddebostan Muhtar Özkaya Halk Kütüphanesi. Kütüphanenin eski halini biliyordum aslında. Daha ilkokula giderken arada sırada da olsa yararlandığım bir mekandı, malumunuz ne internet var ne başka bir kaynak. Kitap yegane bilgi kaynağı o zamanlar. Özel TV kanalları bile daha çok taze bir "icat" memlekette. O zamanki halini hatırlıyorum: izbe, her tarafı toz içinde bir mekan. Kitapların bir düzeni yok, altalta üstüste... Yeni hali ise bambaşka. Yazının sonunda kütüphaneye dair bilgiler de yer alacak. 

Askerden geldikten sonra da bu kütüphanede çalışmaya devam ettim, başkaca akademik işler için. Günlerden bir gün bir masada kallavi bir Osmanlıca sözlük ve pek de kolay olmayan Osmanlıca bir metin gördüm. Alışık olmadığım bir durum olduğu için, sahibiyle tanışmak istedim ve gördüm ki sahibi Amerikalı bir Osmanlıca sevdalısı. Hikayesini aşağıda okuyacaksınız zaten o nedenle daha fazla ayrıntıya girmiyorum. Sonrasında kütüphanede rastlaştık, haftada bir iki kere kahve sohbetleri yaptık kendi kendimize. Elbette, gene aşağıda göreceğiniz kitap ve içeriğinden de bahsettik ve sonra aklıma geldi böyle bir yazı hazırlamak. 

19 Mart 2012 Pazartesi

Tarihçi Cemal Kafadar ile Söyleşi

Başlık biraz aldatıcı aslında zira söyleşiyi yapan biz değiliz. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İnkılapları Enstitüsü'nde doktora yapan Ayşe Yazıcıoğlu'nun Toplumsal Tarih için gerçekleştirdiği bir söyleşi. "Tarihçinin Odası" adı altında tarihçiye, kelimenin gerçek manasıyla, odasına dair sorular da sormak kaydıyla gerçekleşecek bu söyleşiler. Blogda Cemal Hoca'nın bir kitabına dair de reklamsal bir yazı yazmıştım. İlgilisi için bakınız ve tıklayınız: http://fikirmahsulleriofisi.blogspot.com/2010/12/kim-var-imis-biz-burada-yog-iken.html

10 Ekim 2011 Pazartesi

Tahterevalli Oyunları 1: Sultan IV. Murad Çok Hasta

Bu hikayedeki kişiler ve olaylar hayal ürünüdür. Sultan IV.Murad diye biri yoktur. Kostantiniyye diye bir yer asla var olmamıştır.

Sultan Murad Hazretleri çok hasta. Günbegün eriyor. Hayır, kaslarının o meşhur, acı kuvvetinde bir eksilme yok. Hint emirlerinin tebaasındaki büyücü zanaatkarların elinden çıkma, kurşun geçirmez denilen o filderisiyle kaplı kalkanı bir balta darbesiyle ortadan ikiye ayırıp, çelik levhaları birbirine bağlayan manda sinirinden kayışları savaş meydanında öldürdüğü bir düşmanın bağırsaklarını serer gibi ortaya serdi yenilerde, hıncında bir eksilme yok. Bir oturuşta bıldırcın etiyle doldurulmuş bir kuzuyu, yanında da – hükümdardır, günah olmaz – iki testi tarçınlı erik şarabını tüketen iştahı, esrikliği gitmedi. Hareminin kadınlarının omuzlarını, boyunlarını morartan gönül coşkunluğu; rahimlerini bu lanetli saltanatın mutlaka birbirlerini boğazlayacak yeni talipleriyle ıslatan erkekliğinin bereketi şahlandıkça şahlanıyor. Sultan Murad Han her zamankinden daha güçlü. Ama Sultan Murad’in içi içini yiyor. Sultan Murad çok hasta.

5 Aralık 2010 Pazar

Kim var imiş biz burada yoğ iken

Birazdan okuyacaklarınız benim kalemimden çıkan cümleler değil. Çalışmalarını Amerika'da sürdüren Cemal Kafadar'ın ilk baskısı geçen sene yapılan ve başlıktaki ismi taşıyan kitabından alıntıladıklarım. Kitap Kafadar'ın farklı yerlerde yayınlanmış dört makalesinden oluşuyor: üçü İngilizceden çeviri. Cemal Bey'den ders almışlığım yok, ama dersinde bulunanlardan edindiğim izlenim sağlam bir tarihçi olduğu yönündeydi. Okuduğum, yaklaşık beş dakika önce, önsözden edindiğim izlenimse Cemal Hoca'nın duyduklarımdan da fazlası olduğu. Reklamını yapması benden, kitabı alıp okuması sizden.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Alman Seyyahlar, Osmanlı Türkiyesi ve Oryantalizm


Avrupa’nın kolonyal genişleme çağı olan on dokuzuncu yüzyılda yazılmış herhangi bir Şark seyahatnamesini, oryantalizm kavramını anmadan yeterli bir bağlama oturtmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Yazarın konumunu, niyetini ve ehliyetini aşan bir durum, bir yapısal sınır olarak oryantalizmin söylemsel kuruluşu; Şark’tan bahsetmenin biçimini çeşitli ölçülerde belirlemiştir. Osmanlı toplumuna içeriden ve oldukça büyük bir sempatiyle bakan, yetenekli bir gözlemci ve usta bir yazar olarak değerlendirdiğim Murad Efendi (Franz von Werner) için de bunun  bir anlamda geçerli olduğunu, eserinde (en azından estetik açıdan) bir tür “yumuşak” oryantalizmin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu, anlatmaya çalışacağım. Murad Efendi Avusturyalı bir aristokrat iken Türkiye'ye sığınıp yaşamını Osmanlı hariciyesinin bir memuru olarak geçiren gizemli bir kişilik. Burada, bu deneyimini anlattığı eseri 'Türkiye Manzaraları' inceleniyor.



Alper Yağcı, "Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları," Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, sayı: 8, bahar 2009, sf. 133-155. 

11 Temmuz 2010 Pazar

Osmanlı Yahudileri ve Hoşgörü


-Aşağıda okuyacağınız yazı için araştırmaya 2009 yaz başında başlamıştım. Yaz boyunca da konu üzerinde okumaya düşünmeye devam ettim, zaten master tez konumla da alakalı bir konu olması hasebiyle bana zaman da kaybettirmeyecekti. Yazmaya başlayınca, bilen bilir, bazen kantarın topuzu kaçar kimi zaman da klavyenin topuzu. Aslında gereksiz şeyleri bile bir biçimde metne eklemek istersiniz. Hele ki tarihçi bir kişilikseniz "ulan o kadar arşivde dirsek çürüttüm, o kadar gözlerimin feri söndü bilgisayar başında. Ne bulduysam koyucam ben buraya!" havalarına girmeniz olası.

Neyse uzun lafın kısası yazıyı yazdım ve matbuatımızın önde gelenlerinden birisine yolladım. Hala cevap bekliyorum. Beklemekten sıkıldığım için "yazıyı bloga koysam daha mı iyi olur" dedim kendime ve işte burdayız.


Bu süre zarfında metin kısaldı ve bir miktar değişti. Yazı hakkında fikirlerini istediğim Esra Bakkalbaşıoğlu, Tania Bahar, Nilay Özlü, Rıfat N. Bali'ye şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim -ilk defa bir yerde bu tarz bir cümle kurdum, çok hoşuma gitti açıkçası:)
Yazıya başlarken henüz yayınlanmamış olan, sonradan yayınlanan, bir makalesini benimle paylaşma inceliğini gösteren Julia Phillips Cohen'e de teşekkürler.
Yazının asıl hali bir makale olduğundan ana metindeki çoğu şeyin bir dipnot karşılığı var. Ben yazının sadece ana metnini buraya koyuyorum, dipnotlar blogda yer almayacak, şimdiden söylemesi. Yazı uzun bir yazı olduğundan (otuz sayfadan fazla tutuyor) peyderpey blogda yer alacak. Böylece blogumuzda temmuz süresince haftada en az bir yeni yazımız olmuş olacak, umuyorum.
------

5 Temmuz 2010 Pazartesi

YAFA, PORTAKALIN OTOMATİĞİ: Bir Turunçgilin Peşinde Tarihin Yeniden Yazılış Hikayesi

Bu sene 22-27 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilen Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nin onur konuğu İsrailli muhalif yönetmen Eyal Sivan, bir turunçgilin peşine takılıp hem İsrail-Filistin ilişkisinin evrimine hem de sembolleştirilen portakal görseli üzerinden tarihin nasıl yeniden yazıldığına tanıklık etmemizi sağlıyor. Yafa, Portakalın Otomatiği salt bir turunçgil hikayesi değil. Yahudiler ile Filistinli Arapların bir karşılaşma noktası olan Yafa portakalının tarihsel serüveni üzerinden hem iki toplumun arasındaki ilişkinin tarihçesine hem de bu tarihin görseller vasıtasıyla nasıl yeniden ve yeniden yazıldığına ayna tutan antropolojik bir çalışma.Belgeseller iki boyutlular, bir yandan filmografik olarak izleyicilere belirli bir tatmin vermeye çalışırken diğer yandan konu ve bunu ele alış yöntemleri ile onları içeriksel olarak ele geçirmeyi amaçlarlar. Yafa, Portakalın Otomatiği bunlardan ilkinde zaman zaman zayıf kalan bir belgesel. Aynı bakış açısı farklı kişiler tarafından benzer kelimelerle o kadar çok tekrar ediliyor ki filmin söylemek istediği şeyi bir buçuk saat yerine yarım saatte de verebileceğini düşündürüyor. Görsellerin kullanımı ile ilgili de benzer şeyler söylenebilir. Belgeselin omurgasını oluşturan, uzmanların görselle üzerine yaptıkları yorumlar birbirini tekrara düşebiliyor. Bu durum izleyicinin bazı sahnelerde filme olan ilgisini canlı tutmakta zorlanmasına neden oluyor. Ama konu ikinci noktaya yani izleyiciye içeriksel bir tatmin yaşatmaya geldiğinde, Yafa, Portakalın Otomatiği hayranlık duyulacak kadar etkileyici bir yapıt. Akademik ve tarihsel değeri olan Yafa, Portakalın Otomatiği salt yeni düşünme yöntemleri vermesi ve gerçeğin farklı şekillerde aranması konusunda açtığı kapılar nedeniyle bile çok değerli.

1 Mart 2010 Pazartesi

Tarih nedir?


Tarih nedir sorusunun bolca cevabı var sanıyorum. Hani aşk nedir sorusuna da bir dolu cevap verilebilir denir ya, biraz o misal. Ben bu noktada sözlüklerden yararlanayım en iyisi, sağlam temellere oturtmak adına bu meseleyi. TDK sözlüğü tarih'i şu biçimde tanımlamakta:
Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bilim.


Bu tanım buram buram rahmetli Leopold von Ranke (resimdeki) kokan bir tanım. Bizim okulun tarihçilerinin elinden geçenler bilir ki tarih dediğimiz bundan daha kapsamlı, daha başka bir şeydir. Veya en azından tarih’i TDK minvalinde tanımlamayanlar da var. Bu gibilere uluslar arası örnekler vermek gerekirse birkaç akademisyen sayabiliriz. Rahmetli Michel de Certeau, ömrünün uzun olmasını dileyeceğimiz Simon Schama, The Cheese and the Worms’un yazarı Carlo Ginzburg, Le Retour de Martin Guerre’in yazarı Natalie Zemon Davis. Bu isimler tarih denen şeyin bir tür bilim mi yoksa bir tür bilgi kulvarı mı olduğu yönünde kafa patlatıp, neticede bilim değil de daha ziyade edebiyatla bilim arasında kendine mahsus bir yerde olduğunu savunurlar, en kaba biçimde özetlemek gerekirse.


22 Haziran 2009 Pazartesi

Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları


Avusturyalı Franz Von Werner 1836’da Viyana’da varlıklı bir Avusturyalı Katolik ailenin oğlu olarak doğar. 1853’te askere yazılır. Kırım savaşının Galiçya cephesinde Ruslarla savaşır. 1854’te esrarengiz biçimde birliğini terk eder ve Romanya üzerinden İstanbul’a kaçarak Osmanlı Devleti’ne sığınır. Murad Efendi adını alarak Polonyalı Michael Czaikowsky’nin (Mehmet Sadık Paşa) komutasındaki Kızıl Kazaklar adlı birliğe katılır. Ancak Müslüman olmaz. Ordudan ayrıldığı 1858’den ölümüne değin yaşamını Osmanlı hariciyesinin bir bürokratı olarak sürdürür. Aynı dönemde Avusturyalılardan kaçarak Osmanlılara sığınan, mecburiyet içindeki Macar ve Polonyalı mültecilerin aksine varlıklı bir Avusturyalı ailenin oğlu olan Werner’in bu tercihi nasıl açıklanabilir?

Murad Efendi nam-ı diğer Franz Von Werner'in çeyrek yüzyıllık Türkiye deneyiminin ürünü olan eseri Türkiye Manzaraları'nı inceleyen makalenin devamına "seçkin kitabevlerinde" erişebilirsiniz:

Alper Yağcı, "Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları," Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, sayı: 8, bahar 2009, sf. 133-155.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Çift Taraftan Kıskaç Altındaki Bir Mefhum: Süreklilik

“Orada söylediğim şey şudur: Yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur ve bu Cumhuriyet toplumun o güne kadarki birçok değer yargılarını ve kurumları ortadan kaldırmıştır. Bunlar devrimdir. Saltanatın yıkılması, Cumhuriyet'in kurulması bir devrimdir. Arap harflerinin kaldırılıp Latin alfabesinin kabulü bir devrimdir. Medrese eğitiminin kaldırılıp milli eğitimin tek bir yerde toplanması bir devrimdir. Zaviye ve türbelerin kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması gibi birçok devrimin Türkiye'de yaşandığını söyledim. Her devrim sosyal bir travmadır; evrim ile temel farklılığı da budur.

Doğrudur, her devrim gibi Atatürk devrimleri de toplumda bir travma yaratmıştır. Çünkü bir gece önce eski Türkçe yazı TBMM'de lağvedilerek Latin alfabesi getirilmiştir. Bu devrimdir. Toplumda okuma-yazma oranı sıfıra düşmüştür. Latin alfabesi, bilmeyenler için öyledir. Bu bir sosyal, tarihsel tespittir. Bunu değerlendirirken devrimin iyi veya kötü oluşu konusunda herhangi bir söylem yoktur orada.”


Yukarıda alıntılanan satırlar dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat tarafından Amerikan New York Times gazetesinde yayınlanan bir röportajda sarf edilmişti hatırlarsanız, Haziran 2008’de. Travma meselesi bir hayli gündemde kalmış, “bir kısım” kesimler bu görüşü savunurken yine diğer “bir kısım” kesimler ise bu görüşü hararetle yerin dibine sokmakla iştigal etmekteydiler. Daha ayrıntılı bilgi isteyen şüphesiz gazete arşivlerine başvurabilir.
Örnek: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/450882.asp

Tarihte süreklilik esastır. Örneğin her toplumsal olayın bir arka planı, bir neden-niçin örgüsü vardır. Örneklemeye gerek yok, akla gelebilecek her olay bu gruba girer sanıyorum. Benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim nokta şu. Türkiye’de ironik bir biçimde -belki de değil?- farklı gruplar Osmanlı modernleşmesi diye adlandıracağımız dönemi görmemekte veya algılamamakta ısrar etmekteler. Bu iki grubu şöyle tasnif edebiliriz.

1 Mart 2009 Pazar

Güz Sancısı Kısm-ı Evvel

Malumunuz son zamanlarda Türk sineması ihya olma yolunda hızlı adımlarla, hızlı bir biçimde ilerlemekte -veya böyle olduğu iddia ediliyor, ben işin bu kısmını benden daha sinefil bloggerlere bırakıyorum. Bu iddianın ortaya çıkmasına vesile olan filmlerden birisi de Güz Sancısı. Ben, aşağıda filmden çıktıktan sonra aklıma takılanlar ve filmin bana düşündürdükleri üzerine birkaç kelam edeceğim.
Uyarı: spoiler tabir edilen bazı malumat ihtiva edebilir. Demedi demeyin!
Eski mebuslarımızdan Yılmaz Karakoyunlu' nun aynı adlı romanından Etyen Mahcupyan ve Nilgün Öneş'in senaryolaştırdığı bir anlatı.
Film hakkındaki eleştirilerime geçmeden evvel şunları söylemek faydalı olacak sanıyorum. Öncelikle bu tür filmler, diziler... yapılmasını destekliyorum. Bunlar yapılsın ki daha iyilerine de yol açılmış olsun. O anlamda başarılı bir çaba olduğunu söylemek boynumuzun borcu. İkinci olarak benim gittiğim seansta bir çok liseli genç de vardı. Hakeza bir sonraki seans için bekleşenler arasında da aynı yaş grubundan gençler vardı. Film bize değil belki ama, bu gençlere birşeyler aktarmış olmalı. Hatırlayın: "Hatırla Sevgili" dizisi esnasında da Deniz Gezmiş kitapları çok satanlar arasındaydı. Benzer bir mantık yürütmeyle ben bu filmin de gençlerde bir merak uyandırabileceğini düşünüyorum. Yukarıda zikrettiğim gençler de bu anlamda beni mutlu etti açıkçası -evet, farkındayım safiyane bir hissiyat:)

Bununla beraber filmde eleştiri getirilebilecek bir çok nokta da mevcuttu maalesef.
Öncelikle karakterler sadece varlardı ama varlıklarının nedenleri, niçinleri, nasılları bize aktarılmıyordu. Örneğin ana karakterlerden birisi olan Elena, Rum bir genç kızdır. Babaannesi ile beraber yaşamaktadır. Babaannesi bu kızcağızı fahişe olarak İstanbul'un zengin beylerine pazarlamaktadır. Pekiyi de neden? Bu kızın anası babası nerdedir, neden yoktur ortada? Babaanne torununu neden pazarlamaktadır? Filmin ilerleyen sahnelerinde bu sorulara bazı cevaplar alırız -Elena'nın ağzından- aslında ama bu cevaplar fazlasıyla yüzeyseldir. İzleyiciyi tatmin etmekten uzaktır.

Aynı minvalde ilerlersek filmin hemen başında öldürülen bir gazete sahibi ve yazarı vardır. Bu adamın adını biliriz, DP'nin ılımlılarından olduğunu da biliriz ama ne bir yazısını okuruz, ne de hayatı hakkında başkaca bir bilgimiz olur. Hakeza Behçet'in toprak ağası olan babası filmin sonunda ortaya çıkar çıkmasına da, o da nerden geldiğine dair ipucu sunmaz bize. İlker Aksum'un başarıyla canlandırdığı İsmet karakteriyle Behçet'in bir sahnesi vardır filmde. Uçurum kenarında geçen bu sahnede bütün pisliklerin nedenini babasına sormasını salık verir Behçet'e İsmet. Bekleriz ki bu lafın devamında gerçekten olaylarla babasının doğrudan bir ilişkisi olsun. Ama bu türden bir yakın alaka ortaya konmaz.
Behçet, bir toprak ağasının oğludur. İstanbul'da üniversitede okumaktadır. Bölümünü bilmeyiz. Herhangi bir dersine çalıştığını da görmeyiz film boyunca. Öğrencidir ama sözde öğrencidir sanki. Taşradan gelen birisi olan Behçet -nereden geldiğini de bilemeyiz bu arada- İstanbul Türkçesini sizden benden iyi kullanır. Asla yerel bir tını taşımaz konuşması: ne Ege, ne Orta Anadolu, ne Karadeniz. İstanbul beyefendisi tadında bir Türkçesi vardır.
Bence şaşırtıcı olan bir diğer husussa taşradan gelen bu delikanlının anadili Türkçe olmayan kişilerle olan konuşmalarındaki rahat tavırları. Sanki geldiği yerde de anadili Türkçe olmayan bir çok insan vardır da Rumca konuşan insanları görünce asla şaşırmaz, tepki vermez. O kadar ki bazı sahneler var filmde Elena ile Behçet konuşuyor, ve Elena Rumca bazı kelimeler kullanıyor. Karşısındaki kadının anlamadığı bir dilde bazı laflar etmesi Behçet'i meraka sevketmiyor nedense. Hani sanırsınız Behçet Rumca öğrenmektedir, o nedenle şaşırmaz mesela Elena "yaya"sından bahsedince.
Yine benim takıldığım bir diğer nokta da -belki yukarıda yazdıklarımla örtüştürüle de bilir- Behçet'in Müslüman olmayan birisiyle olan fazla rahat ilişkisi. Behçet o kadar rahat ki gerek Elena ile gerekse de babaannesiyle konuşurken. İnsan, en azından ilk konuştukları esnada, bir tedirginlik bekliyor. Burada belki de Behçet'i canlandıran Murat Yıldırım'ı eleştirmemiz gerekebilir: bize o hissi yaşatmadığı için. Bir diğer ihtimal de Yıldırım bu hissi yaşatıyor ama ben kavrayamıyorum... Neticede o da bir ihtimal.