17 Ağustos 2015 Pazartesi

Batı neresi? Doğu neresi? Bir kavram kargaşasına müdahale denemesi


Alper H. Yağcı

‘Batı’da ve Doğu’da ebeveynlik...’ ‘Batı’da ve Doğu’da kadın...’ ‘Batı’da ve Doğu’da insan...’ Peki neresi bu Batı ve Doğu? Bu kelimeleri küçük harfle yazdığımızda (batı ve doğu) iki yön kast ediyoruz ki bunlarda anlaşılmayacak bir şey yok. Büyük harfle yazdığımızda (Batı ve Doğu) ise iki yer kast ediyoruz ama herkes bu yerlerden farklı bir şey anlıyor, kafalar karışıyor.

Bu yazının meramı şu: Batı vardır, gerçektir. Doğu ise yoktur. Doğu, sırf Batı’nın varlığından ötürü bir zıt kutup arayışı içinde lalettayin ortaya atılmış ancak gerçek dünyadaki bir varlığa tekabül etmediği için tanımsız ve tutarsız kalmaya mahkum bir tevatürdür. Öyleyse Batı vardır ama ‘Batı ve Doğu’ diye bir şey yoktur ve bu sahte ikilemin artık sözünü etmesek en iyisi olur.


‘Batı’ neresidir?

Beşinci yüzyılda Roma imparatorluğu ikiye ayrıldığı vakit doğu imparatorluğunun (sonradan yakıştırılan adıyla Bizans’ın) nüfuzu dışında kalmış olan ve (Katoliklik ve Ortodoksluğun kesin olarak ayrıştığı) 1054 itibariyle Roma kilisesinin ruhani otoritesine biat etmiş olan Avrupa toplumları ile onların soyundan gelen yerleşimcilerin kolonilerine Batı diyoruz.


Elbette ki bir tanımın varlığı Batı’yı her gördüğümüz yerde kolayca tanıyacağımız anlamına gelmiyor. Mekansal olarak, sözkonusu coğrafyanın sınırları kesinkes belli değildir. Örneğin kolonizasyon öncesi yerli nüfus yoğunluğunun düşük olduğu (ve sonrasında salgınlar ve katliamlarla daha da düştüğü) ve Avrupalı nüfus unsurunun ezici bir çoğunluk oluşturabildiği Arjantin, Uruguay, Avustralya gibi kolonilerin Batı’da anılsa da, farklı bir demografik yapısı olan Paraguay ve Bolivya gibi kolonilerin Batı kategorisine dahil edilmesi tartışma konusu olur. Zamansal olarak, Hıristiyan dindarlığının gerileyişi ve küreselleşmeyle birlikte Batı’yı dünyanın geri kalanından ayırt ederek tanımlayan özellikler anlamını yitirmektedir. Kısacası, Batı kategorisi, her kavramsal kategori gibi gerçekliğe saygıda kusur eder; ancak bu kötü bir kategori olduğu anlamına gelmez. Çünkü söz konusu ‘saygısızlık’ kavramın muğlaklığından ziyade gerçekliğin muğlaklığından ileri gelir. (Yani Paraguaylılar yalnızca Guarani değil İspanyolca da konuşur, Türkiye 19.yüzyılda Arap yazısı kullanırken 20. yüzyılda Latin alfabesi kullanmaya başlar, vb). Batı, ortaya çıkış döneminde üç tarafı denizler, bir tarafı hayli merkezi bir imparatorluğun garnizonları olmak üzere objektif sınırlar ile çevrili bir coğrafyada belirgin ortak siyasi özellikler ile tanımlanmıştır: dünyevi otoritenin parçalanmışlığı, sözleşme hukukuna dayanan vasallık ilişkileri, Roma kilisesine biat. Sonraki yüzyıllarda bu sınırlar değişse ve bu özellikler evrim (Protestan reformasyonu vb) geçirse de Batı öncelikle kendi iç dinamikleriyle devinen bir sosyo-kültürel entite olarak varlığını sürdürmüştür. Üstelik hem Batılılar hem dışarıdan bakan gözlemciler bu entitenin bütünlüğünü tanımış, onu adlandırmışlardır. (Bu ad, Batı dillerinde genelde ‘Batı Hıristiyanlığı’ anlamındaki kelimelerden oluşmuştu, Osmanlılar ise Batılılara Frenk derdi).

Kısacası, Batı vardır, nerede olduğu az çok bellidir. Doğu için aynı şey söz konusu değildir. Doğu’yu tanımlayan sınırlar veya ortak özellikler yoktur. Doğu bir kavramsal artıktır. Batı’dan arta kalan dünyaya, Batılılar Doğu demişler ve zamanla bunun Batı’nın zıddı ve muadili olabileceğini düşünmüşlerdir. Fakat bu kavram asla tutarlık kazanmamıştır çünkü doğuda uzanan uçsuz bucaksız kıtada Batı’nın muadili olabilecek bütünlükte bir Doğu asla var olmamıştır. Batı’da Osmanlı dönemine kadar ‘Doğu’ deyince öncelikle kilise ayinlerini Latince haricindeki dillerde (Yunanca, Ermenice, Aramice vb) yapan Hıristiyan toplumlar anlaşılırdı. Selçuklular ve özellikle Osmanlılarla birlikte Müslüman tehdidi ağırlıklı olarak güneyden değil doğudan gelmeye başlayınca bu istikamet İslam’la özdeşleşmiş böylece ‘Doğu’ da anlam değiştirmiştir. Batılıların coğrafi görgüsü Asya içlerine yayıldıkça işler iyice karışmış, Müslüman olmayan toplumlara Doğu kategorisi içinde yer açmak gerekmiştir. ABD’de ‘Doğulu’ veya ‘oryantal’ deyince sıklıkla akla Çin, Kore, Japonya, belki Hindistan gelir. Soğuk Savaş zamanında komünist Doğu Bloku, kadim Doğu kategorisini doldurmuş, Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından ise Doğu tekrar İslami bir yer oluvermiştir... Siyasi, ekonomik, kültürel alanlarda birbirlerine en az Batı’ya oldukları kadar uzak olan tüm bu ‘Doğu’ (!) toplumları tarihin uzun bölümünde bir iletişim içinde dahi olmamış, beraber evrimleşmemiştir. Yani doğuda bir Doğu yoktur. Öte yandan Doğu, bu objektif hakikatsizliğine rağmen, Batı dışındaki tüm dünya için bir metafor haline de gelmemiştir. Örneğin Doğu deyince kimse Sahra-altı Afrika’yı düşünmez. Yani Doğu’nun yalnızca Batı’nın matematiksel doğusunda kalan toplumlardan mürekkep olabileceği düşünülmüştür fakat bu yakıştırmanın sosyal gerçeklikte bir karşılığının olmadığına dikkat edilmemiştir. Bütünüyle kötü, iletişimi bulandıran bir kavram olarak ortada kalmıştır Doğu.

Öyleyse Batı-Doğu ikiliğini bir yana bırakıp bunu başka bir kavramsal haritayla ikame etmekte fayda var. Maddi üretim ilişkileri toplumların yaşamlarını önemli ölçüde şekillendirdiğine göre, bu ilişkileri esas alan kavramlar sosyal gerçekliğe dair verileri doğru bilgiye tercümede daha verimli rol oynayabilir. Özellikle kalkınma çalışmalarında kullanılan Kuzey ve Güney kavramları böyle kavramlar. Teknolojik gelişmenin en ön sıralarında yer alan ve yaklaşık Birinci Dünya Savaşı itibariyle dünyanın geri kalanı üzerinde sömürge imparatorlukları kurmuş toplumlara Kuzey diyoruz. Ekonomik faaliyetlerini görece geri teknolojilerle yürüten ve Kuzeyli sömürge imparatorluklarının nüfuz sahasına (Çin ve Osmanlı vb gibi siyasi egemenliği sembolik olarak koruyarak da olsa) zorla entegre edilmiş olan toplumlar ise Güney’i teşkil ediyor. Ekonomik Kuzey’in, kültürel Batı’dan hem eksiği (Latin Amerika) hem fazlası (Japonya, Rusya) var. Görüldüğü gibi kavramı tanımlayan iki unsur teknoloji ve emperyal tahakküm. Bu ikisi arasındaki nedensellik ilişkisinin yönü ve kuvvetine dair burada spekülasyon yapmamız yersiz olur. Fakat bu iki unsurun birlikte hareket ederek bir coğrafi kırılma yarattığını tarihsel olarak gözlemleyebiliyoruz. Günümüze doğru geldiğimizde, malum, sömürge imparatorlukları 1945-70 döneminde dağıtıldı ve iki coğrafyayı siyasi sınırlara bakarak ayırmak zorlaştı. Fakat Kuzey ve Güney ikiliğini tanımlayan teknolojik bağımlılık ilişkisi devam etmekte. Teknoloji Kuzey’de geliştiriliyor ve Güney’e pazarlanıyor. Son yarım yüzyılda Güney’de yaygın olarak gerçekleşen sanayileşme ve gelir artışına rağmen teknoloji üretimi içinde yer kapabilmek anlamında Kuzey ligine çıkabilen ülkeler sayılı (Güney Kore, Tayvan); Çin, Brezilya gibi 'yükselen pazarların' ise bu konuda daha kat edecekleri çok yol var. Aşağıdaki harita bu duruma dair bir fikir verirken söz konusu ekonomik coğrafyaların isimlerini neden kuzey ve güney yönlerinden aldığına dair de çarpıcı bir resim sunacaktır. Dünya Bankası’nın hazırladığı bu haritada her ülkeye, o ülkenin vatandaşları adına dünyada tescil edilmiş teknoloji patentlerinin sayısıyla orantılı olarak yer verilmiş.






Tabi ki Kuzey-Güney ikiliği daha uzun bir tartışmayı hak ediyor. Fakat buradaki amacımız başka bir meseleyi aydınlatmaktı. Ve’l hasıl-ı kelam, Batı var, Kuzey var, Güney var, ama Doğu yok. Rica ederim şu kavramı daha fazla kullanmayınız.

Not: Yukarıdaki yazı daha önce burada yer verilen bir yazının kısaltılmış versiyonunudur.

Not: Girişteki Denis Findley'in 'East and West' adlı resmini www.scottishartpaintings.co.uk adresinden kopyaladım.

Hiç yorum yok: