Alper H. Yağcı
‘Batı’da ve Doğu’da
ebeveynlik...’ ‘Batı’da ve Doğu’da kadın...’ ‘Batı’da ve Doğu’da insan...’ Peki
neresi bu Batı ve Doğu? Bu kelimeleri küçük harfle yazdığımızda (batı ve doğu)
iki yön kast ediyoruz ki bunlarda anlaşılmayacak bir şey yok. Büyük harfle
yazdığımızda (Batı ve Doğu) ise iki yer kast ediyoruz ama herkes bu yerlerden
farklı bir şey anlıyor, kafalar karışıyor.
Bu yazının meramı şu: Batı
vardır, gerçektir. Doğu ise yoktur. Doğu, sırf Batı’nın varlığından ötürü bir
zıt kutup arayışı içinde lalettayin ortaya atılmış ancak gerçek dünyadaki bir
varlığa tekabül etmediği için tanımsız ve tutarsız kalmaya mahkum bir tevatürdür.
Öyleyse Batı vardır ama ‘Batı ve Doğu’ diye bir şey yoktur ve bu sahte ikilemin
artık sözünü etmesek en iyisi olur.
‘Batı’ neresidir?
Beşinci yüzyılda Roma imparatorluğu ikiye ayrıldığı vakit doğu imparatorluğunun
(sonradan yakıştırılan adıyla Bizans’ın) nüfuzu dışında kalmış olan ve
(Katoliklik ve Ortodoksluğun kesin olarak ayrıştığı) 1054 itibariyle Roma
kilisesinin ruhani otoritesine biat etmiş olan Avrupa toplumları ile onların
soyundan gelen yerleşimcilerin kolonilerine Batı diyoruz.
Elbette ki bir tanımın varlığı Batı’yı her gördüğümüz
yerde kolayca tanıyacağımız anlamına gelmiyor. Mekansal olarak, sözkonusu coğrafyanın
sınırları kesinkes belli değildir. Örneğin kolonizasyon öncesi yerli nüfus yoğunluğunun
düşük olduğu (ve sonrasında salgınlar ve katliamlarla daha da düştüğü) ve
Avrupalı nüfus unsurunun ezici bir çoğunluk oluşturabildiği Arjantin, Uruguay,
Avustralya gibi kolonilerin Batı’da anılsa da, farklı bir demografik yapısı olan
Paraguay ve Bolivya gibi kolonilerin Batı kategorisine dahil edilmesi tartışma
konusu olur. Zamansal olarak, Hıristiyan dindarlığının gerileyişi ve küreselleşmeyle
birlikte Batı’yı dünyanın geri kalanından ayırt ederek tanımlayan özellikler
anlamını yitirmektedir. Kısacası, Batı kategorisi, her kavramsal kategori gibi
gerçekliğe saygıda kusur eder; ancak bu kötü bir kategori olduğu anlamına
gelmez. Çünkü söz konusu ‘saygısızlık’ kavramın muğlaklığından ziyade gerçekliğin
muğlaklığından ileri gelir. (Yani Paraguaylılar yalnızca Guarani değil İspanyolca
da konuşur, Türkiye 19.yüzyılda Arap yazısı kullanırken 20. yüzyılda Latin
alfabesi kullanmaya başlar, vb). Batı, ortaya çıkış döneminde üç tarafı
denizler, bir tarafı hayli merkezi bir imparatorluğun garnizonları olmak üzere
objektif sınırlar ile çevrili bir coğrafyada belirgin ortak siyasi özellikler
ile tanımlanmıştır: dünyevi otoritenin parçalanmışlığı, sözleşme hukukuna
dayanan vasallık ilişkileri, Roma kilisesine biat. Sonraki yüzyıllarda bu sınırlar
değişse ve bu özellikler evrim (Protestan reformasyonu vb) geçirse de Batı
öncelikle kendi iç dinamikleriyle devinen bir sosyo-kültürel entite olarak varlığını
sürdürmüştür. Üstelik hem Batılılar hem dışarıdan bakan gözlemciler bu
entitenin bütünlüğünü tanımış, onu adlandırmışlardır. (Bu ad, Batı dillerinde
genelde ‘Batı Hıristiyanlığı’ anlamındaki kelimelerden oluşmuştu, Osmanlılar
ise Batılılara Frenk derdi).
Kısacası, Batı vardır, nerede olduğu az çok bellidir. Doğu için aynı şey söz konusu değildir. Doğu’yu tanımlayan
sınırlar veya ortak özellikler yoktur. Doğu bir kavramsal artıktır. Batı’dan
arta kalan dünyaya, Batılılar Doğu demişler ve zamanla bunun Batı’nın zıddı ve
muadili olabileceğini düşünmüşlerdir. Fakat bu kavram asla tutarlık kazanmamıştır
çünkü doğuda uzanan uçsuz bucaksız kıtada Batı’nın muadili olabilecek
bütünlükte bir Doğu asla var olmamıştır. Batı’da Osmanlı dönemine kadar ‘Doğu’
deyince öncelikle kilise ayinlerini Latince haricindeki dillerde (Yunanca,
Ermenice, Aramice vb) yapan Hıristiyan toplumlar anlaşılırdı. Selçuklular ve
özellikle Osmanlılarla birlikte Müslüman tehdidi ağırlıklı olarak güneyden değil
doğudan gelmeye başlayınca bu istikamet İslam’la özdeşleşmiş böylece ‘Doğu’ da
anlam değiştirmiştir. Batılıların coğrafi görgüsü Asya içlerine yayıldıkça işler
iyice karışmış, Müslüman olmayan toplumlara Doğu kategorisi içinde yer açmak
gerekmiştir. ABD’de ‘Doğulu’ veya ‘oryantal’ deyince sıklıkla akla Çin, Kore,
Japonya, belki Hindistan gelir. Soğuk Savaş zamanında komünist Doğu Bloku,
kadim Doğu kategorisini doldurmuş, Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından ise Doğu
tekrar İslami bir yer oluvermiştir... Siyasi, ekonomik, kültürel alanlarda birbirlerine en az Batı’ya oldukları kadar uzak olan tüm bu ‘Doğu’
(!) toplumları tarihin uzun bölümünde bir iletişim içinde dahi olmamış, beraber
evrimleşmemiştir. Yani doğuda bir Doğu yoktur. Öte yandan Doğu, bu objektif
hakikatsizliğine rağmen, Batı dışındaki tüm dünya için bir metafor haline de
gelmemiştir. Örneğin Doğu deyince kimse Sahra-altı Afrika’yı düşünmez. Yani Doğu’nun
yalnızca Batı’nın matematiksel doğusunda kalan toplumlardan mürekkep olabileceği
düşünülmüştür fakat bu yakıştırmanın sosyal gerçeklikte bir karşılığının olmadığına
dikkat edilmemiştir. Bütünüyle kötü, iletişimi bulandıran bir kavram olarak
ortada kalmıştır Doğu.
Öyleyse Batı-Doğu ikiliğini bir yana bırakıp bunu başka bir kavramsal haritayla ikame etmekte fayda var. Maddi üretim ilişkileri toplumların
yaşamlarını önemli ölçüde şekillendirdiğine göre, bu ilişkileri esas alan
kavramlar sosyal gerçekliğe dair verileri doğru bilgiye tercümede daha verimli
rol oynayabilir. Özellikle kalkınma çalışmalarında kullanılan Kuzey ve Güney
kavramları böyle kavramlar. Teknolojik gelişmenin en ön sıralarında yer alan ve
yaklaşık Birinci Dünya Savaşı itibariyle dünyanın geri kalanı üzerinde sömürge
imparatorlukları kurmuş toplumlara Kuzey diyoruz. Ekonomik faaliyetlerini
görece geri teknolojilerle yürüten ve Kuzeyli sömürge imparatorluklarının nüfuz
sahasına (Çin ve Osmanlı vb gibi siyasi egemenliği sembolik olarak koruyarak da
olsa) zorla entegre edilmiş olan toplumlar ise Güney’i teşkil ediyor. Ekonomik
Kuzey’in, kültürel Batı’dan hem eksiği (Latin Amerika) hem fazlası (Japonya,
Rusya) var. Görüldüğü gibi kavramı tanımlayan iki unsur teknoloji ve
emperyal tahakküm. Bu ikisi arasındaki nedensellik ilişkisinin yönü ve
kuvvetine dair burada spekülasyon yapmamız yersiz olur. Fakat bu iki unsurun
birlikte hareket ederek bir coğrafi kırılma yarattığını tarihsel olarak
gözlemleyebiliyoruz. Günümüze doğru geldiğimizde, malum, sömürge
imparatorlukları 1945-70 döneminde dağıtıldı ve iki coğrafyayı siyasi sınırlara
bakarak ayırmak zorlaştı. Fakat Kuzey ve Güney ikiliğini tanımlayan teknolojik
bağımlılık ilişkisi devam etmekte. Teknoloji Kuzey’de geliştiriliyor ve Güney’e
pazarlanıyor. Son yarım yüzyılda Güney’de yaygın olarak gerçekleşen sanayileşme
ve gelir artışına rağmen teknoloji üretimi içinde yer kapabilmek anlamında
Kuzey ligine çıkabilen ülkeler sayılı (Güney Kore, Tayvan); Çin, Brezilya gibi
'yükselen pazarların' ise bu konuda daha kat edecekleri çok yol var. Aşağıdaki
harita bu duruma dair bir fikir verirken söz konusu ekonomik coğrafyaların
isimlerini neden kuzey ve güney yönlerinden aldığına dair de çarpıcı bir resim
sunacaktır. Dünya Bankası’nın hazırladığı bu haritada her ülkeye, o ülkenin
vatandaşları adına dünyada tescil edilmiş teknoloji patentlerinin sayısıyla
orantılı olarak yer verilmiş.
Tabi ki Kuzey-Güney ikiliği daha uzun bir tartışmayı hak ediyor. Fakat buradaki amacımız başka bir meseleyi aydınlatmaktı. Ve’l hasıl-ı kelam, Batı var, Kuzey var, Güney var, ama Doğu yok. Rica ederim şu kavramı daha fazla kullanmayınız.
Not: Yukarıdaki yazı daha önce burada yer verilen bir yazının kısaltılmış versiyonunudur.
Not: Yukarıdaki yazı daha önce burada yer verilen bir yazının kısaltılmış versiyonunudur.
Not: Girişteki Denis Findley'in 'East and West' adlı resmini adresinden kopyaladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder