29 Aralık 2011 Perşembe

Bugün

Doğduktan sonra bebeğin attığı ilk çığlığın bir adı olmalı...


İngilizcede bir laf var ya hani, "Life trumps death" diye... Hayat ölümden üstündür; yani bir nevi ölenle ölünmez mantığı. Kimse kusura bakmasın ama bu bildiğimiz kuyruklu yalan. Çünkü her seferinde, tam da hayatın güzel bir hayat olduğu yanılgısının başlangıç çizgisinden içeri doğru bir adım atmışken, ölüm gelip her şeyi yerle bir ediyor.


Mesela bugün... Bugün için benim çok güzel planlarım vardı. Uzun zamandır yoğuuuuunnnn bir çalışma temposu yürüttükten sonra nihayet bugün, dört günlük bir tatilin tadını çıkarmaya başlayacaktım. Dünden yapmıştım planlarımı; FMO'ya bir yazı yazacaktım Metis'in 2012 ajandasıyla ilgili. Olmayan Kelimeler'den bahsedecektim, ajandanın içindeki o küçük hikayeciklerden alıntılar yapacaktım, hatta "Eğer birilerine yılbaşı hediyesi almak istiyor ama ne alacağınıza karar veremiyorsanız Olmayan Kelimeler tam size göre" diye bilmiş bilmiş tavsiyelerde bulunacaktım.

Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!

Kısa süre önce “Kürt sorunu nedir? Arıyorum, bulamıyorum!” demeciyle gündeme gelen İç İşleri Bakanı İdris Şahin 26 Aralık 2011’de önemli bir açıklama yaptı. Sayın bakan; Hobbes ve Hegel gibi düşünürlerin öğretilerinden bir sentez oluşturarak, terörle mücadele adına düşünce ve ifade özgürlüğünün ayaklar altına alınmasını salık verdi. Bakan Şahin’in bu açıklaması, Türkiye’nin kirli devlet olma yolunda 1990’lara dönmekle kalmayıp 1984’e kadar gideceği korkusu yarattı. Açıklamaya buaradan erişebilirsiniz: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1073629&Date=26.12.2011&CategoryID=78 . Bir grup sanatçının bakanı protesto etmek üzere kaleme aldığı metne aşağıda yer veriyorum. Sanatçılar, bakanı istifaya davet ediyor.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Bir 2011 Değerlendirmesi: İşgal Candır!!!

Yılsonları geçmişin değerlendirmesi ile taçlandırılır. Bundan mahrum kalmayalım istedim. 2011 biterken şunu söylemek lazım: bu sene işgal senesi oldu. Dünyadan bihaber olmayanlarımız için önce Arap Baharı başladı. Tahrir Meydanı direnişin sembolü haline geldi. Protestocular çadırlarını alıp meydanı işgal ettiler. Sağlık hizmetleri, yiyecek, tuvalet, barınma olanaklarıyla küçük bir yaşam alanı kurdular seslerini duyurdukları meydanda. Sonra Occupy Wall Street (Wall Street İşgali) geldi.



21 Aralık 2011 Çarşamba

Sanıkların tutuklu yargılanmasına karar verildi


Yaz bebeğim,

TÜRK MİLLETİ ADINA

Sanık … adresinde mukim, … doğumlu, … oğlu X, ve sanık … adresinde mukim, … doğumlu, … kızı Y; … tarihinde kamu düzenini, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, ve de fincancı katırlarının ruh sağlığını tehdit eder halde iken emniyet güçleri tarafından suçüstü yakalanarak gözaltına alınmış olup çıkarıldıkları ... nöbetçi mahkemesi tarafından tutuklu yargılanmalarına karar verilerek … cezaevine konulmuşlardır. 

10 Kasım 2011 Perşembe

The Grumpy Specter


It was a nasty autumn morning with rain sprinkling down on people like peanut-piss when I died. Mine was an ordinary death, as ordinary as the death of a great leader could get of course. I have been warned many times by the doctors to quit the two pleasures that I had in this life as if to put my white and wrinkled body more to the test of time. But what else is a single man of my age left to mingle with other than his tobacco and alcohol? And they were good companions too… not pretentious and talkative but elegant and graceful in their silent camaraderie.


9 Kasım 2011 Çarşamba

Aramalar Taramalar

Blogumuzun üçüncü yılına girmesine şunun şurasında birkaç ay kaldı. 
Bu yaz, özellikle bazı yazılar sayesinde, biraz daha tanınan ve okunan bir mecra haline geldik. Gerek buradan gerekse yurtdışından hergün bir dolu okurumuz bloga uğruyor. Ya birşeyler okumak için ya da internette birşeyler ararken Google sayesinde karşılarına biz çıkıyoruz. Kimin ne amaçla bize geldiğinin tespiti çok kolay değil takdir edersiniz ki. 

5 Kasım 2011 Cumartesi

Sosyal Medyanın Bir Varmış Bir Yokmuşluğu

Günümüzün en sık telaffuz edilen kavramı olan sosyal medyayı bir yenilik, bir devrim, veya bir imkan olmaktan öte kendimi geliştirmek ve hayatı, insanları sorgulamak için bir fırsat olarak görmeye başladım artık. Sosyal medya derken ne kastettiğimin anlaşılması için belki de kendi sosyalliğimin aslında çağın biraz gerisinde bile sayılacağını belirtmeliyim. Bir twitter hesabım yok, şimdilik sadece sanal olmayan hayatta da arkadaşım diyebileceğim kişileri arkadaşım olarak kabul etmeye çalıştığım facebook bile kendimi çağa ayak uyduramayan bir ihtiyar gibi hissettirmeye yetiyor zaten.

26 Ekim 2011 Çarşamba

2011 Van Depremi

Başlığı yazarken hangi depreme atıfta bulunduğum anlaşılıyor elbette. Ama sonradan aklıma geldi -Allah korusun- yılın kalan zamanında şehirde bir başka deprem daha olursa bu başlık bir miktar eksik kalacak sanki. Neyse, mühim değil.

Sevin'in yazdığı yazıyı okudunuz herhalde, hemen yukarıda duruyor. Deprem günü sosyal medyada olan bitene, memleket insanından nasıl bir nefret söyleminin fışkırdığına dair bir yazı yazmıştı Sevin. İçinin kaldırmadığını ifade ederek. Birkaç gündür depremle yatıp kalkıyoruz: bu ifade bile aslında sevimsiz, siz ben biz evimizde yatağımızda yatarken birileri depremde talan olmuş evinin yakınında çadırlarda kalmaya çabalıyor. Çadır bulabildilerse elbette.

23 Ekim 2011 Pazar

İnsanların ölmesi, insanlığın ölmesi

Beni başta FMO yazarları olmak üzere bilen bilir. Fevri bir insanım. Zaman zaman çok sinirlenip düşünmeden işler yaptığım çok olmuştur. Küpüne zarar veren keskin sirkeyle, kalktığı yere zararla oturan "Öfkeli Şirin" arası bir şeyim yani. Ama bu yazı öyle bir yazı değil. Çok sıcağı sıcağına yazılmasına rağmen anlık bir öfke değil buraya dökmek istediklerim.

Evet, çok öfkeliyim doğru. Hatta dünyanın en stresli işlerinden birinde çalışıyor, her gün bin bir saçmalıkla karşılaşıyor olmama rağmen uzun zamandır bu kadar öfkelenmediğimi söyleyebilirim. Çünkü uzun zamandır hiç bugünkü kadar üzülmedim, bugünkü kadar birilerinden tiksinmedim.

13 Ekim 2011 Perşembe

Somebody's Mr. Nobody



(bu bir film eleştirisi değil, sadece bir yarım-filmin düşündürdükleridir)



Geçen bayram öncesinde, Bodrum’a gitmek üzere bir otobüse bindik arkadaşımla. Artık eski tür otobüs pek kalmadığından, “ akıllı koltukları” olan otobüslerden birisiydi bu da. Bir süre Türkiye TV’lerinde izleyecek bir şey aradıktan sonra, Okan Bayülgen ve Hülya Avşar’ın birlikte jürilik yaptıkları kısa film yarışmasına takıldık, kısa süre sonra bu program bitince, film arayışına giriştik biz de. Hepsinde olduğu gibi bu otobüste de sınırlı sayıda film seçeneği vardı, aralarından birisi ikimizin de dikkatini çekti, sonradan çok önemli bir film olduğunu öğrendik ama o ana kadar duymamıştık adını: Mr. Nobody. Bu filmin yarı- izlenme öyküsü aşağıda okuyacağınız, onlarca değişkeni sorgulayarak her gün kararlar vermek zorunda olan bir “somebody”nin, “nobody” olmak konusunda kafasında oluşan sorulardan birkaçını ortaya çıkardı. Yani bu satırların yazarı okuyucuyu en baştan uyarıyor; film üzerine herhangi bir cevap (tez) yerine, yaşamak üzerine bolca soru bekliyor okuyanı.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Tahterevalli Oyunları 1: Sultan IV. Murad Çok Hasta

Bu hikayedeki kişiler ve olaylar hayal ürünüdür. Sultan IV.Murad diye biri yoktur. Kostantiniyye diye bir yer asla var olmamıştır.

Sultan Murad Hazretleri çok hasta. Günbegün eriyor. Hayır, kaslarının o meşhur, acı kuvvetinde bir eksilme yok. Hint emirlerinin tebaasındaki büyücü zanaatkarların elinden çıkma, kurşun geçirmez denilen o filderisiyle kaplı kalkanı bir balta darbesiyle ortadan ikiye ayırıp, çelik levhaları birbirine bağlayan manda sinirinden kayışları savaş meydanında öldürdüğü bir düşmanın bağırsaklarını serer gibi ortaya serdi yenilerde, hıncında bir eksilme yok. Bir oturuşta bıldırcın etiyle doldurulmuş bir kuzuyu, yanında da – hükümdardır, günah olmaz – iki testi tarçınlı erik şarabını tüketen iştahı, esrikliği gitmedi. Hareminin kadınlarının omuzlarını, boyunlarını morartan gönül coşkunluğu; rahimlerini bu lanetli saltanatın mutlaka birbirlerini boğazlayacak yeni talipleriyle ıslatan erkekliğinin bereketi şahlandıkça şahlanıyor. Sultan Murad Han her zamankinden daha güçlü. Ama Sultan Murad’in içi içini yiyor. Sultan Murad çok hasta.

6 Ekim 2011 Perşembe

Sınıf ya da Hayırseverler Olarak Bölünmezlik

Foto: Jessica Rinaldi/Reuters
Brooklyn Köprüsü üzerinde Wall Street’i İşgal Edin (Occupy Wall Street) hareketinin 700 üyesinin New York Polisi tarafından tutuklandığı gün Starbucks CEO’su Howard Schultz şirketinin ABD için İstihdam (Create Jobs for USA) programını duyurdu: Şirketin 5 milyon dolar bağışıyla başlatılan program çerçevesinde 1 Kasım itibariyle internet üzerinden ve Starbucks dükkanlarından en az 5$ katkıda bulunanlar üzerinde “indivisible” (bölünmez) yazan bilekliklere sahip olacak. Bu bağışlardan toplanan kaynak ise yerel, küçük ölçekli işletmelere düşük faizli kredi vermekte kullanılacak.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Etnik Bröton Dili ve Fransız Başkanlık Seçimleri

Sosyalist Parti'nin (SP) gelecek sene yapılacak başkanlık seçimlerinde destekleyeceği adayı belirleyecek parti içi seçime katılacak adaylardan ve aynı zamanda partinin Genel Başkanı olan Martine Aubry, velilerin kesin itiraz halleri dışında, Bröton dilinin zorunlu eğitimin parçası olmasını öneriyor.  

4 Ekim 2011 Salı

The perils of ‘too successful’ marketing, or why Turks don’t like Orhan Pamuk


Alper H. YAĞCI


A foreign friend of mine has recently asked me the question and I am writing this essay as an attempt at an answer: Why is it so difficult to find a fan of Orhan Pamuk in Turkey? We have a veritable puzzle: The man is a Nobel laureate, considered worldwide as one of the major writers of his generation and, for that matter, he is a best-seller in the country in question. Yet, when you ask a literate Turk about Pamuk, the answer you are likely to hear is, “I gave up his book after fifty pages or so.” Who is buying all those books, and why don’t we like our only Nobel laureate?

26 Eylül 2011 Pazartesi

Fransa Senatosunda İstanbul Doğumlu Bir Senatör

25 Eylül 2011 Fransa senato seçimlerinde Esther Benbassa, Paris'in Val de Marne bölgesinden senatör seçildi. Sonuçlar akşam saatlerinde belli oldu. Senato'nun tamamı değil belirli bir orandaki temsilcileri değiştirildi bu seçimle. Seçim sonucunda, senatoda sol partiler sağ'a karşı 1958'den bu yana ilk defa üstünlük sağlamış durumda. Gelecek baharda yapılacak başkanlık seçimlerine olan etkisi, veya etkisizliği, Fransa'da tartışılacak bir konu haline geldi bile şimdiden.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Agos Gazetesi'nde AKP'nin Onuncu Yılı Yazısı

Agos Gazetesi, bildiğiniz üzere maktul gazetecimiz Hrant Dink ve etrafındaki bir avuç insan tarafından meydana getirilen bir proje. Ermeni cemaatinin gazetesi tanımından daha fazlasını hak eden, daha farklı bir duruşu olan bir yayın. Arada sırada takip ediyorum, neler var diye. Geçenlerde gene bir alayım bakayım neler var dedim. 19 Ağustos 2011 sayısına baktım.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Mekanikleşen İletişim ve Homo Narrator


Hepimizin anlatacak hikayesi var… peki ya dinleyecek ve yorumlayacak kimsesi? İşte bu yazıya konu olan problem, tek cümlede bu şekilde özetlenebilir... Bu makalede hikaye anlatımının yapıcı ve düzeni olumlayıcı olduğu kadar düzeni yıkıcı ve ideolojilere yaklaşımında yapıbozumcu yanlarına dikkat çekmeyi amaçlıyorum. Bu yönüyle makale, kimi zaman karamsar sayılabilecek analizlere yer veriyor, fakat asıl amacım, bu karamsarlığın içerisinde insanların sahip olduğu başlıca silahlar olan (dile dayalı) iletişim ve hayalgücü üzerinden kaçış yollarının hala mümkün olduğunu gösterebilmek. Sorunsallaştırdığım temel öge yalnızlık veya yabancılaşma ise eğer, ki bunu varoluşsal bir yalnızlık ve insanın kendine yabancılaşması olarak ele alabiliriz, bizi bu post-modern addedilen çağda yalnızlaştıran, benliğimizden uzaklaştıran, yaratıcılığımızı kısıtlayan ve iletişim kanallarımızı tıkayan kir ve pası hep birlikte çözümlemek eğilimindeyim. Hep birlikte, çünkü temel edindiğim egzersizin, tek sesli ve monoton bir şekilde değil de, diyalojik, yani farklı ses ve yorumlara kulak kabartarak ve bu ses ve yorumları mümkünse sizlere anlatır gibi yazıya aktararak biraz olsun başarıya ulaşabileceği inancı ile yola çıkıyorum. Bu yazıyı teorik bir tabana oturtmak istersek eğer, bir nevi Mikhail Bakhtin’in yolundan amatörce gidiyorum diyelim.
Biz kimiz? “Homo who?”

12 Ağustos 2011 Cuma

Babil Kulesi’nde dilsiz kalmak: Elif Şafak’ın İskender’inde dil ve üslup sorunu


Alper H. Yağcı

Yapay bir dille karşı karşıyayız. Soyu sopu ve göndergeleri farklı dil parçaları, zaten herbiri bir melezliğin veya göçmenliğin ürünü olan karakterlerin ağızlarına neredeyse rastgele serpiştirilmiş. Bir cümlede Kürtçe ünlemlerle bezeli bir taşra ağzıyla konuşan karakter, aynı diyaloğun bir sonraki cümlesinde sanki Gossip Girl oluveriyor. Üst üste konulan diller, kendilerine yüklenmek isteyen anlamı taşıyamamış da birbirlerinin üzerine çökmüş sanki. Bir çokdillilik beklerken dilsizlik buluyoruz. Araf romanındaki gibi, kendini evinde hissettiği bir dünyadan bahsederken inandırıcı olabiliyordu Şafak’ın dil oyunları. İskender’de evinden çok uzağa düşmüş, dilini kaybetmiş. Tüm bu üslup sorunları, aklınızda kalacak imgelere, teşbihlere, belki birkaç yıl kulağınıza küpe olacak özdeyişlere hiç rastlamayacaksınız anlamına gelmiyor. Ülkenin en popüler yazarı Elif Şafak’tan bu kadarını da bekliyoruz zaten. Ben daha fazlasını bekliyordum, hayal kırıklığına uğradım.


Ağıt



Kahvaltı masasındaydık. Bizimkiler ve bizim damadın yeni yeni karıştığımız ailesiyle. Güzel bir yaz günü, sofrada bir kuş sütü eksik. Tadımızı kaçırmak üzere açıktı sanki haberler. Spiker onu tanıttıktan sonra cümlesini tamamladı: “Londra’daki evinde ölü bulundu”. Koca bir ah çekmişim o şokla. Saniyesinde gözlerim doldu, büzüştü dudaklarım. Ele güne karşı ayıp değil mi şimdi, tutmaya çalıştım kendimi. Olmayınca salıverdim hepsini. Babam ve erkek kardeşim ayıplar gibi: “Yok artık kızııım”, “Abla abartma yaaa”... Kayınbaba da şaşırdı, müstehzi gülümsedi halime. Yenik, attım kendimi dışarı.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

‘İhracat sektörümüz edebiyatı baltalamayın!’ Elif Şafak – İskender vakası üzerinden Türkiye’de eleştiri geleneğine bakmak


Alper YAĞCI

İntihal, son derece ciddi ve lafı kolay kolay edilemeyecek bir iddia. Fakat bir hakaret, bir saldırı değil. Yani ‘"bir edebiyatçıya intihal suçlaması yapmak küfür etmekten farksız’ yazanlar yanılıyor. Küfretmek terbiyesizliktir, bel altı vurmaktır. Küfre yanıt vermekten imtina ederiz. İntihal ise, somut verilerle temellendirildiği vakit, ciddi bir kafa mesaisi ile yanıtlanması gereken bir iddiadır. Eleştiridir. İskender vakasının gösterdiği o ki, maalesef Türkiye'de bir eseri doğrusuyla yanlışıyla, artısıyla eskisiyle tartıp eleştirel bir süzgeçten geçirmeyi ayıp sayıyoruz, ‘dostlarımıza’ bunu yapmayı kendimize yediremiyoruz, ‘düşmanımıza’ layık görüyor, bize bunu yöneltene de düşman gözüyle bakıyoruz. Eleştiri demek saldırı demek oluyor, karalama demek oluyor, eleştirmenin elinde kala kala kötü bir şairane tatla bestelenmiş yapış yapış övgüler sıralama hakkı kalıyor... Bu yalnız edebiyatta değil, her alanda böyle. Güncel edebiyatı, çoksatar edebiyatı eleştirebilen, bunu Joyce’tan, Mann’dan, Dostoyevski’den damıttığı birikimle yapan, ama bu birikimi okuyucuyu ürkütmeden, gözüne sokmadan kullanabilen popüler eleştirmenlere ihtiyacımız var.

9 Ağustos 2011 Salı

Acıları dindirmek



Acı ne zaman geçer? Yaşadığımız travmaların etkisinden nasıl, ne yaparsak kurtuluruz? Travmadan önceki hayatımıza dönebilir miyiz, yoksa travma hem hayatı hem de onu yaşayanı geri dönülemeyecek biçimde değiştirmiş midir? Zamanın ilaç olduğunu kabul etsek bile, nasıl bir ilaçtır o - tedavi mi eder, yoksa yalnızca yatıştırır mı?

Rabbit Hole'da (Y: John Cameron Mitchell, 2010) Becca ve Howie'yi, dört yaşındaki oğulları Danny'nin ölümünden sekiz ay sonra, hala acıyla mücadele etmeye çalışırken görüyoruz. Danny'ye, Amerika'nın herhalde en güzel banliyölerinden birinde bulunan evlerinin önünde araba çarptıktan ve içinde yaşadıkları rüya ağır bir darbe aldıktan tam sekiz ay sonra.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

"İskender" tartışmalarına dair kamuoyuna duyurumuzdur

Değerli okurlar,

Öncelikle blog'umuza özellikle son dönemde gösterdiğiniz bu yoğun ilgi için sizlere teşekkür ederiz. Yaklaşık üç yıldır yayında olan ve çok çok kaliteli yazılar barındıran ancak zaman zaman "kendi aramızda yazıp çiziyoruz galiba" gibi bir izlenime kapılmamıza yol açan blog'umuzun Elif Şafak'ın son romanı "İskender"le ilgili tartışmalar dolayısıyla bu kadar dikkat çekmesi bizi hem memnun etti hem de ziyadesiyle şaşırttı.

Ancak memnuniyetimizin ve şaşkınlığımızın yanında, çokca canımızı sıkan bir durum da hasıl oldu. O da bazı medya organlarında yer alan ve çalakalem yazıldığı çok belli olan "Fikir Mahsulleri Ofisi'nden intihal iddiası" minvalli haberler.

Şöyle ki daha önce birkaç kez dile getirdiğim ve "İskender"le ilgili yazıda da özellikle belirttiğim üzere biz kimse hakkında bir suçlamada ya da iddiada bulunmadık. Sadece Elif Şafak'ın Zadie Smith'ten "belki de intihal tartışmalarına yol açacak kadar esinlenmiş olabileceği" yönünde bir tespit yaptık ve bu esinlenmenin örneklerini sunduk.

Nitekim tartışmalara da yol açtı kitap ancak bu tartışmalar blog'daki yazının yayınlanmasıyla değil, Vatan gazetesinden Burak Kara'nın İnci Gibi Dişler'in çevirmeni Mefkure Bayatlı'yla yaptığı röportajda Bayatlı'nın "Bu kadarı tesadüf olamaz. Şafak, Zadie’nin kitabını şablon olarak örnek almış, aileyi Türk yaparak bir kitap yazmış. Konuyu basitleştirmiş. Özellikle pencere hikayesindeki benzerliği aklım almıyor. On tane öyle paralel hikaye yazılabilirdi ama pencere hikayesi paralel bile olmamış. Buna intihal denir. Uyarlarlama gibi bir şey olmuş. Esinlenmeyi aşmış" ifadelerini kullanmasıyla başladı.

Dahası, hepimiz, akademide, sivil toplumda ve medyada az çok kalem oynatmış kişiler olarak birinin intihal yaptığına o kadar da kolay karar verilemeyeceğini biliriz. Bu işin uzmanları, hakemleri vardır. Onlar gerekli incelemeleri yapar ve kararı verirler. Şu noktada da eğer bu tartışmalar edebiyat çevrelerince de ciddiye alınacak olursa, yapılması gereken budur. Bu da bizim blog'umuzun haddinin çok çok üzerinde ve kapsamının çok çok dışında bir durumdur.

Son olarak, "İskender"le ilgili yazıya gelen çok değerli yorumlar arasında zaman zaman Elif Şafak'ın şahsına yönelik hakaretamiz ifadeler içeren ya da "Elif benim romanımı da çaldı" şeklinde özetlenebilecek bazı nahoş yorumlarla da karşılaştık. Bu tür sevimsiz ifadelerin ve iddiaların yerinin hiçbir zaman bu blog olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını herkesin dikkatine sunmak isteriz.

Keyifli okumalar dileklerimizle...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Memleketimin Üniversiteleri ve Hazırlanan Tezler -1

Malumunuz artık memleketimizin her tarafından pıtrak gibi açılan üniversitelerimiz var. Bunların kimisi devletin kendi eliyle açtığı okullarken kimileri de devletin önünü açtığı Türk müteşebbislerinin eseri olan okullarımız. Toplamda 130 civarı bir sayıya denk geliyor diye hatırlıyorum. Eksiği yok fazlası vardır.
Pekiyi de bizim eldeki üniversitelerimizde nasıl eğitim veriliyor ki bu yeni yepyeni okullarımızda nasıl eğitim verilsin? Buna dair birşeyler karaladım bu yazıda.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Elif Şafak'ın yeni romanı biraz fazla "tanıdık"


Elif Şafak’ın çok beklenen yeni romanı “İskender” yoğun talep üzerine, planlanan tarihten önce raflardaki yerini aldı. Biz de nihayet kendisi gelmeden halkla ilişkiler kampanyası gelen bu kitabı okuma fırsatı bulduk.

Şafak’ın son dönem romanları düşünüldüğünde “İskender”de ne dil ne de içerik açısından çok yeni bir şey var denilebilir. Zişan üzerinden küçük bir Sufilik göndermesi, bolca göçmenlik/ait olma/ait olamama/kimliği sorgulama dramı.

Hatta bölümlerin başlıklarındaki “Ö”, “Ş” gibi Türkçe karakterlerin farklı fontla yazılması (hani Photoshop’ta bazen bazı fontlar Türkçe karakterleri kabul etmez ya, aynı öyle) akıllara “Araf”ın erkek kahramanı ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU’nun adının ABD’deki yıllarında OMER OZSIPAHIOGLU şeklinde yazılması üzerinden yaşadığı “Ben buraya ait değilim” krizini hatırlatıyor.

İNGİLTERE'DEKİ GÖÇMENLERİN HİKAYELERİ BİRBİRİNE NE KADAR BENZER?
Ancak “İskender”i üzerinde kalem oynatmaya değer kılan asıl şey bu değil. Mesele şu ki Şafak bu kitabında çok tanınmış bir başka romandan esinlenmiş gibi geliyor bana. Hatta belki de intihal tartışmalarına yol açacak kadar esinlenmiş olabilir.

12 Temmuz 2011 Salı

Apoyevmatini Kapanmasın

http://www.youtube.com/watch?v=-DmVPyQBoYs&feature=related

Mustafa Altıoklar bizi dövecek gibi duruyor bu videoda değil mi? Ben ekrana ilk çıktığı andan itibaren korktum açıkçası gelip de bana dalacak diye. Yalan yok.

15 Haziran 2011 Çarşamba

AKP neler yaptı da kazandı?



Sahi AKP neler yaptı da yine kazandı? Burada kısaca bayındırlık işleri ve inşaat sektörü konularına değineceğim. Bilenler, takdir edenler etmeyenler, analizlerinizi yorum halinde bizimle paylaşırsanız aydınlatıcı olur.



14 Haziran 2011 Salı

Seçimin ardından mini değerlendirme..

"Mail grubumuzda gerçekleşen bir mail trafiği neticesinde seçime dair bir şeyler karaladım, onları da buraya taşımaya karar verdim, iyi okumalar "

Sevgili aytugs bu mail grubunda şunları dile getirmişti: 
"Türkiye siyaseti konsolide oluyor ve bunun etkisiyle [...] yarı-akademik çalışmalar yapmak kolaylaşıyor. Baksana bir muhafazakar sağ partimiz, bir merkez sol partimiz, bir milliyetçi partimiz ve bir de (Kürt hareketiyle birleşmiş) bir sol bloğumuz var. Hem Batı ülkelerinden çok farkımız kalmadı hem de Türkiye'de meşrutiyet dönemlerinden beri süregelen eğilimlerin neredeyse tamamı kristalize olarak kurumsallaştı, yerini sağlamlaştırdı. Belki Türkiye'ye özel olarak İslamcı sol bir kimlik alır yürür (Has Parti) ve ben bunu bayağı olumlu karşılarım, bu da bizim ülkemizin spesifikliği olur."

13 Haziran 2011 Pazartesi

2011 seçim sonuçlarına dair ilk izlenimler

Önümüzdeki en az 10 yıllık dönemde şu an AKP’nin temsil ettiği muhafazakar merkez sağ küme birlik ve beraberliğini korur – Kürt meselesinde ve küresel ekonomik düzende şu an öngöremeyeceğimiz sarsılmalar olmadığı sürece. Böyle bir Türkiye’de tek başına iktidar olan bir AKP’nin başkanlık makamını yaratıp o makama Erdoğan’ı oturtmasını riskli buluyorum.



11 Haziran 2011 Cumartesi

2011 Seçimleri-Başbakana atılan iftiralar

"Ne Yahudiliğimiz ne Ermeniliğimiz ne afedersiniz Rumluğumuz kaldı."

2011, TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan

8 Haziran 2011 Çarşamba

2011 Seçimleri-Taksim meydanında vapur beklemek mi Godot'yu beklemek mi?

Seçimlere şunun şurasında ne kaldı ki? Hepi topu bir kaç gün. Onda da gene fırka reisleri meydanlarda ekranlarda konuşup konuşup seçmeni etkilemeye çabalıyorlar.  Çabalasınlar zaten aklımızı gönlümüzü çelmeye. Bir de seçime girseler de kamuoyunun genel manada bilmediği tanımadığı particikler var. Ufak partiler. Bu yazıda onlardan bir tanesinden bahsedicem ucundan.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Önmeli bir kampanya duyurusu

Facebook'tan aldığım bir kmpanya duyurusunu buraya da taşımak mantıklı geldi. Olur a okurlardan bazısı ilgilenir de eldeki kitapları yollamayı düşünürler diye. 

KİTAPLARINIZI HİÇBİR ÜCRET ÖDEMEDEN İHTİYAÇ SAHİBİ ÇOCUKLARIMIZA ULAŞTIRABİLİRSİNİZ....
YAPMANIZ GEREKEN SADECE 444 0 868 TNT KARGOYU ARAYIP KİTAPLARINIZI HAZIRLAMAK....

*İHTİYAÇ DUYULAN KİTAPLAR*
Milli Eğitim Bakanlığı'nın öngördüğü yayınlar ile Gençlik klasikleri, Çocuk klasikleri, Anadolu Liseleri'ne ve Üniversite'ye hazırlık kitapları, Çocuk hikâyleri, Psikoloji kitapları, Çocuk kitapları ve Öğretmen eğitim kitapları...

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve TNT Ekspress’in imzasını taşıyan kampanya bu güne kadar 31.668 destekçisinin bağışlarıyla bilgiye aç çocuklarımıza 11 yılda 4.347.527 kitap götürdü. Her yıl 350 TNT ekspress çalışanının gönüllü destek verdiği kampanya ile 2020 okul kitaba kavuşmuş oldu.

Kampanyanın onikinci yılında siz de bu gururu yaşamak istiyorsanız, rafa kaldırdığınız kitaplarınızı hazırlayın, “444 0 868” numaralı telefonu arayın ve onları yaşama döndürün… “Yaşasın Kitap… Kitaplarla yaşasın çocuklar…”

22 Mayıs 2011 Pazar

Seçim yazıları: Milletvekili dağılım senaryoları

Hemen bazı hesaplar yapalım, AKP'nin son durumlarda anayasal çoğunluğu yakalayıp yakalayamama durumlarında ne değişiklikler olduğuna bir bakalım.

1) Kaset skandallarından önce
Kaset skandallarından önce yapılan anketler, üç aşağı-beş yukarı oy dağılımını şöyle tahmin ediyordu: AKP %45, CHP %27, MHP %12, BDP/Bğmsz %8, diğer %8. Buna göre MV dağılımı (www.bilinclioy.com sitesine göre): AKP 319, CHP 150, MHP 50, BDP/Bğmsz 31. Bu durumda AKP değil 367'yi, anayasa değişikliğini Meclis'ten geçirmesini sağlayacak 330'u bile elde edemiyordu.

2) Kaset skandalından sonra, MHP'nin kaybolan oyları CHP'ye gidiyor
Bu durumda oy dağılımını MHP 4 yüzdepuan oyu, CHP'ye gidecek şekilde değiştiriyorum. Bakın MV dağılımı nasıl değişiyor: AKP 335, CHP 183, BDP/Bğmsz 32. AKP bu durumda 330'u geçiyor.

3) Kaset skandalından sonra, MHP'nin kaybolan oyları AKP'ye gidiyor
Bu durumda oy dağılımını (1) no'lu senaryoya göre MHP'nin 4 yüzdepuan oyu AKP'ye gidecek şekilde değiştiriyorum. AKP 358 oluyor, 367'yi yakalayamıyor.

4) Uçuk AKP başarısı senaryosu
AKP'nin %52'yi geçtiği yönünde bazı anket sonuçları Ekşi Sözlük'te konuşulmaya başladı. Bir de o hesabı yapalım. Oy dağılımı: AKP %53, CHP %25, MHP %6, BDP/Bğmsz %8, diğer %8. Bu durumda MV dağılımı: AKP 377!, CHP 142, BDP/Bğmsz 31. Tayyip başkan.

Bu konuyla ilgili çok daha bilimsel ve düzgün bir değerlendirme için bkz. http://betam.bahcesehir.edu.tr/tr/2011/04/milletvekili-dagilim-senaryolari-ve-yeni-anayasa/

Milletvekillerinin iller arası dağılımıyla ilgili YSK tarafından yapılan son değişikliklere ilişkin değerlendirme için bkz. http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/2048

Bayburt, tek milletvekili olan tek il bu arada! Halil Gürhanlı'ya selam olsun, blog'umuzun değeri anlaşılsın. Biz Bayburt'un extraordinaire haline dikkat çekmiştik!

Bundan sonraki yazımda TRT Müzik Ödülleri'yle Kral Müzik Ödülleri'ni karşılaştırayım diyorum, ne dersiniz?



21 Mayıs 2011 Cumartesi

seçimler

Efendim malumumuz seçimlere şunun şurasında az birşey kaldı, hepi topu 3 hafta. 12 Haziran'da sandıklara gidicez oyumuzu atıcaz, neticede birşeyler olacak. Hayırlısı olsun.

22 Mart 2011 Salı

Komplo teorisi: Türkiye'yi yöneten 3 gizli güç

Onlar her yerde... Öyle ki artık hiçbir yerde ayırt edemeyiz onları. Ökçeleri sırtımızda, elleri cebimizde, sözleri dilimizde. Onları kullanarak tartışır, ama onları tartışmayız. Açıklıyorum...



12 Mart 2011 Cumartesi

Blog iki yaşında...

Aşağı yukarı iki sene evvel Alper'in Kuzey Study'de "abi Esra ile de konuştum, böyle böyle bişiler yapalım mı ya?" demesine binaen laptoplarla oturup önce blogger hesabı edinip sonra da milleti yazar ilkan etmemizle başladı herşey. Masterini yapan bir grup öğrenci olarak başladık yazmaya çizmeye. Üzerinden iki sene geçmiş, askerdeki benden gayrı bir blog kişisi de bu önemli olayı hatırlamamış. Üzücü bir durum.

Hele ki ülkedeki ileri demokrasinin yerleşmeye başladığı bir dönemde, yasama ve yürütmenin halkın demokratik her türlü aygıtı kullanmasını teşvik ettiği, yargının ise bu aygıtları kullanmayı kolaylaştırıcı her türlü hukuki kararı aldığı şu günlerde blogumuzu boynu bükük bırakmayalım derim. Yine orada bir yerlerde bir dolu şey oluyor bitiyor, herkesin eteğinde dökecek taşı vardır az veya çok. Taşlarınızı itinayla dökünüz efendim, okurlara adam akıllı ulaşamasak bile şimdilerde -Digiturk'ün aldırdığı karar neticesinde- "elbet bir gün kavuşacağız."

http://www.blogumadokunma.com/

7 Ocak 2011 Cuma

Black Swan: Bir eleştiri



Çok beğenilen filme biraz giydiriyorum. Yazı daha önce burada başka bir başlıkla yayımlanmıştı, şimdi onun yerine nötr bir başlık koydum. Buyrun buradan yakın.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Sinemada ödül sezonu yazıları 1: Love > other drugs



Aralık sonu geldi geçti, Altın Küre adaylarının da açıklanmasıyla sinemada ödül sezonu resmen başlamış oldu. Yılın bu mevsimini dayanılır kılan az şeyden biri, iyi hikaye anlatan Hollywood filmleri seyredebilme olasılığı. İyi bir hikaye seyretmek, perdedekiyle kısa bir an olsa da özdeşleşmek, ortak bir hikayenin parçası olduğunu hissetmek, Altyazı’nın deyimiyle “filmlerle yaşamak” güzel. Bir de işin içine, onaylanma kaygısından muzdarip, ritüel düşkünü bünyeleri büyüleyen ödüllendirme işi karışınca, tadından yenmiyor. Bu yüzden seviyoruz Aralık-Mart aralığını. Sabahın 6’sinda yarı açık bir gözle “kim kazandı film Oscarını?” diye sorabilenlerden ya da yanıtlayabilenlerden olmaya doğru, hem kendimizi hem de siz sevgili okurlarımızı hazırlamak için bu yıl bu sezonu bu deneysel yazı dizisiyle taçlandıracağız. Amaç, azıcık filmleri ve filmlerden kalan duyguları tahlil etmek, azıcık verilen/verilmeyen ödüller hakkında akil yürütmek. Derin film eleştirileri okumayı bekleyenleri ise Fırat Yücel yönetimindeki Altyazı’ya gönderelim müsaadenizle.

Heyecan dorukta: Çağımızın en yaratıcı hikaye anlatıcıları Fincher, Nolan, Aronofsky çok iyi filmlerle bu yıl yarışa dahiller. Danny Boyle, David O’Russell ve Tom Hooper da çok iyi olduğu söylenen filmler çekmişler. Hepsini görebilmek, bu satırlara konu edebilmek arzusundayız. Bir de “baş altı” var: Bugünkü yazımızın konusu Love and Other Drugs herhalde bu kategoriye girer.

TÜRSAK’ın her yıl düzenlediği Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması bu yıldan itibaren Randevu İstanbul adıyla Film Ekimi tarzında mini bir film festivaline dönüştü. Herhalde bu festival, bundan böyle ödül sezonunun da açılışını yapacak. Amerika’da Kasım sonundan itibaren gösterime sokulmaya başlanan ama bizde gösterime girmesi Şubat-Mart’ı bulan Oscar umutlusu filmlerin Türkiye galalarına ev sahipliği yapacak. Randevu İstanbul’a kocaman bir hoşgeldin.
Kişisel Randevu İstanbul tarihimizin açılışını yaptık geçenlerde. “Ne zaman aşık olur insan?” sorusunun peşinden giden, romantik komedi türünde bir filmle. İnsanın unuttuğunu sandığı parçalarını yeniden keşfetmesini sağladığında, aslında “o” olmadan tam olamayacağını hissettiğinde gerçek aşkın ortaya çıktığını savunan bir film Edward Zwick’in Love and Other Drugs adlı filmi. Belki o yüzden sarılıyoruz bir dolu başka uyuşturucuya, onlar bizi tam yapar diye umarak. Aşkı tarif etmeye çalışmak kibir, böyle tarif etmeye çalışmak bencillik belki. Ama film, iyi ve hayattan karşılığı olan hikayesiyle sizi böyle olduğuna inandırabilir.

Güzel kız, yakışıklı çocuk, şişman ve çirkin erkek kardeş gibi, romantik komedilerin klişelerinden kaçınmıyor film elbette. Türün klasik hikaye sekansını da uyguluyor: Kaybolmuş kişilikler beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir aşk buluyorlar, sonra gerçekler, yani onları ayıracak gerçekler yüzlerine çarpıyor, ama onlar bu gerçekten ötede bir başka gerçeklik olduğunu fark edip birbirlerine geri donuyorlar. İyi romantik komedi, tüm bunlara hikaye sizi inandırabildiği zaman oluyor, bir de hayatta karşılığı olan, sağlam yan hikayeleri olduğunda filmin. Bu film, ilaç ve sağlık sektörünün gerçeklerini yansıtma iddiasında olduğundan ve bir ilaç mümessilinin gözünden 90’larda Viagra’nin ortaya çıkış macerasını anlattığından, bizi içine çektiği dünya ilginç. Senaryo, Amerika’nin neoliberal sağlık politikalarına sağlam eleştiriler yöneltiyor, tüm sağlık sektörünün sigorta ve ilaç şirketlerinin kontrolüne girdiğini bas bas bağırıyor. Ben, bu filmin Bush zamanında çekilme olasılığının olmadığını düşünüyorum. Hatta bir adim ileri gidip filmin bir aşk macerası üzerinden Obamacare’in, yani Obama’nin sağlık reformunun, reklamını yaptığını söyleyenler bile çıkacaktır.



Orada durmak lazım. Film, Jamie Reidy’nin otobiyografik Hard Sell: The Evolution of a Viagra Salesman adlı kitabından uyarlama. Yani 90’larda gecen hikaye gerçek. Bu haliyle film, gecen yılın romantik komedi draması Up in the Air’ı hatırlatıyor: O film de, yari otobiyografik sayılabilecek (yamuluyor muyum?) bir kitaptan uyarlamaydı. Ama Up in the Air’da yönetmenin eli, filmi mutlu bir sonla bitirmeye gitmemişti resmen, ve belki de sırf bu yüzden, o film hepimize daha gerçekçi geldi. (İyi) romantik komedileri mutlu sonla bitirebilmek için, 90’lara dönmek gerek galiba: Artik panik atak geçirerek bile “seni seviyorum” diyen kalmadı mi?
Ödül sezonu notu: Hem Jake Gyllenhaal hem de Anne Hathaway, filmdeki rolleriyle Altın Küre’ye aday. Ama filmler arasında komedi-drama diye ayrım yapmayan Oscar’a aday olmaları zor. Anne Hathaway olacak gibiydi ama bu yıl kadın oyuncuda çok aday adayı var, o yüzden zor. Bir sonraki yazıda şu ana kadar açıklanan adaylıkları ve ödülleri tahlil edebiliriz, Oscar adaylarını tahmin edebiliriz.