(bu bir film eleştirisi değil, sadece bir yarım-filmin düşündürdükleridir)
Geçen bayram öncesinde, Bodrum’a gitmek üzere bir otobüse bindik arkadaşımla. Artık eski tür otobüs pek kalmadığından, “ akıllı koltukları” olan otobüslerden birisiydi bu da. Bir süre Türkiye TV’lerinde izleyecek bir şey aradıktan sonra, Okan Bayülgen ve Hülya Avşar’ın birlikte jürilik yaptıkları kısa film yarışmasına takıldık, kısa süre sonra bu program bitince, film arayışına giriştik biz de. Hepsinde olduğu gibi bu otobüste de sınırlı sayıda film seçeneği vardı, aralarından birisi ikimizin de dikkatini çekti, sonradan çok önemli bir film olduğunu öğrendik ama o ana kadar duymamıştık adını: Mr. Nobody. Bu filmin yarı- izlenme öyküsü aşağıda okuyacağınız, onlarca değişkeni sorgulayarak her gün kararlar vermek zorunda olan bir “somebody”nin, “nobody” olmak konusunda kafasında oluşan sorulardan birkaçını ortaya çıkardı. Yani bu satırların yazarı okuyucuyu en baştan uyarıyor; film üzerine herhangi bir cevap (tez) yerine, yaşamak üzerine bolca soru bekliyor okuyanı.
Film, kısaca 20. yyde doğmuş, ancak 2100lerde hala hayatta kalabilmiş, dünya üzerindeki son “ölümlü”nün öyküsünü konu alıyor. 2100lerde içinde bulunduğu dünya, bütün insanlığın ölümsüz olduğu, cinselliğin yaşanmadığı, beslenme alışkanlıklarının 20. yy’den ve tabii 21. yy’nin başından çok farklı olduğu bir dünya ve bu dünya içinde onun hafızası ile oynayarak “ölümlülük” hakkında veri toplamaya çalışan bir profesör figürü var. Filmin, ana karakterin, bu profesör ile, ve diğer birkaç ölümsüz insanla, olan diyalogları esnasında yaşanan geri-dönüşler üzerine kurulu olduğu söylenebilir belki; ama başta dediğim gibi, bu yazının filmi eleştirmek gibi bir derdi yok, düşündürdüklerini aktarmak asıl konu.
Bunlar ise iki ana soru kümesi etrafında aktarılabilir; ancak önce filmde öne çıkan birkaç kavramdan bahsetmek gerekli. Kişinin gelecekle ilgili öngörüleri en belirgin bağlam filmde. Bu bağlamda, kurgu bir yaşam biçimini ya da diğerini tercih etme, ya da aslında bu tercihi yapıp yapmama ikilemleri üzerinden kuruluyor. Aşağıdaki sorular üzerinden düşünmeyi sağlayan öğeler de çok çarpıcı sembolik olaylar üzerinden aktarılıyor. Tekrar eden bir şekilde tren raylarının makaslarının gösterilmesi, anne ya da babayı seçmek ya da ikisiyle birlikte ya da ikisiyle ayrı ayrı yaşama durumu gibi sahneler, filmin düşündürtme şekli açısından çok önemli. Bu durumlar bir tercih etme-etmeme sorunsalı üzerinden verilirken, kişiye bağlı olmayan kararların ve kimi verili durumların bu karar verme süreçlerini nasıl etkilediği de işleniyor.
Bu kurgunun akla düşürdüğü soru kümeleri de ucu açık hayat sorgulamalarını içeriyor haliyle. Herhangi bir karar verirken çoklu seçenekler ve değişkenler olması, her kararın eksik olmasını mı getirir? Yarım kalmışlık hissi mi verir her karar? Biriktirilen bu yaşanmamışlıklar insanda ne gibi izler bırakır? Aslında bu yaşanmamışlıklar daha sonraki karar verme süreçlerinin temel belirleyicileri midir? Bu süreçlerin oluşturduğu döngüyü kırmak imkansız göründüğüne göre, insan nasıl yaşamalıdır ve neye göre karar vermelidir?
Bu kurgunun akla düşürdüğü soru kümeleri de ucu açık hayat sorgulamalarını içeriyor haliyle. Herhangi bir karar verirken çoklu seçenekler ve değişkenler olması, her kararın eksik olmasını mı getirir? Yarım kalmışlık hissi mi verir her karar? Biriktirilen bu yaşanmamışlıklar insanda ne gibi izler bırakır? Aslında bu yaşanmamışlıklar daha sonraki karar verme süreçlerinin temel belirleyicileri midir? Bu süreçlerin oluşturduğu döngüyü kırmak imkansız göründüğüne göre, insan nasıl yaşamalıdır ve neye göre karar vermelidir?
İşte tam da bu sorular üzerinden düşünürken, film ikinci soru kümesini kafanızda oluşturarak size “yanıt veriyor”. Onlar da şöyle; ölümsüzlük, ya da hiç ölmeyecekmiş gibi, yani hayatın bir sınırının olmadığını düşünerek yaşamak bu döngüyü kırmanın bir aracı mıdır? Yoksa tam tersten, hayatın gizemini ve de anlamını, ölümlülükten kaynaklanan bu döngü oluşturur ve bunun dışında kalan “ölümsüz” bir hayat sanal bir kurgudan başka bir şey değil midir? Her tercihin sonunu görebilecek kadar denemeler yapabilecek bir “ölümsüzlük” mü yoksa insanın bir tarafının mutlaka “yarım” kalmasına yol açan “ölümlü” kararlar mıdır insanı insan yapan? Bu bağlamda, ölümsüzlük ve hafıza bir arada olursa insan nasıl yaşar ya da yaşayabilir mi? Hafızasındaki bütün yarım kalmışlıkları tatmin eden bir bünye, tatmin ne demek hissedebilir mi? Filmdeki ölümsüzlüğün içinde barındırdığı “dünya nimetlerinden haz alamama durumu” acaba bunu mu sembolize ediyor? Yani acaba hafızadaki bütün yarım kalmışlıkları tamir etmeye olanak verebilen bir ölümsüzlük, tam da “insanlığın toptan ölmesine” mi yol açıyor?
Ölümlülük kendi kararlarını veren, hangi kararı verirse versin yarım kalan, tamamlanamayan, “eksik ama gerçek” bir “somebody”ye hayat verirken, ölümsüzlük her kararının sonucunu bilebilme lüksü ile yaşayan, mutlak bilgiye sahip, ama hissetmediği, yüzleşmediği ve aslında “kararsız kalamadığı” için pratikte yaşadığına dair bir kanıt bulunamayan bir “nobody” mi yaratıyor? Dolayısıyla, karar vermenin ve yarım kalmışlığın yükünü taşımayan bir hayatı sembolize eden “ölümsüzlük” aslında, karar verme sancılarının yoğurmadığı bir hayatın aslında madden ve manen var olamayan bir “nobody”nin metaforik anlatımı olabilir mi? Ve bu bağlamda, hissedebilen, var olabilen bir “somebody” olabilmek için karar vermenin dayanılmaz ağırlığını yaşamak bir zorunluluk olarak mı sunuluyor?
Evet, bu soruların yanıtlarını aramak ya da aramamak tercihi de siz ölümlü “ somebody”lerin elinde; bu satırların yazarı bu yanıtları arama tercihini yaptığı için yukarıdakileri yazdı ve sizleri de düşündürtme ihtiyacı hissetti. Ancak yazının sonuna kadar okuyucudan bu yazının ortaya çıkmasını sağlayan asıl motivasyonu, üstü kapalı olarak da olsa, sakladı: yazar o otobüste bu filmi ancak yarısına kadar izleyebildi ve daha sonra da diğer yarısını izleme fırsatı olmadı. Üstüne üstlük dönüş otobüsünde başka bir firmayı kullanan arkadaşı filmi izlerken, film yine ilk yolculukta takıldığı aynı saniyede takıldı ve o da filmin geri kalanını izleme fırsatı bulamadı.
3 yorum:
gecen sene helsinki'deki love & anarchy festivalinin kapanis filmiydi Mr. Nobody ve gösterimin ardindan yapilan söyleside izleyici kitlesi olarak yönetmen Van Dormael'e bir kac soru sorma sansimiz olmustu. görsel olarak oldukca etkileyici olsa da film, yazarin aksine, bende oldukca kaderci bir etki birakmisti. Öyle ki filmin ölümlü ana karakterinin verdigi tüm kararlar ve olasi diger yasamlarinin sonunda hala ayni noktada son bulan hayati anlatiliyor gibiydi. Yani ölümlülük, yasam yolculugunun ne olursa olsun eninde sonunda tek bir noktada bittigi "ilahi kader" ile esleniyormus etkisi yaratmisti bende. bu sebeple yönetmene dindar olup olmadigini sordugumda, dindar asla olmadigini fakat "kader ya da onun gibi bir seyin bir düzeyde var olduguna inandigini" söylemisti. filmde oldukca ön plandaydi bu inanc sanki...
Ayrica kanimca film gereksiz derecede uzatilmisti (140 dakika). Bu yüzden de yazarin kacirdigi son yarisi anlatilan hikayeye dise dokunur herhangi bir katkida bulunmadan bir "sündürülmüslük" hissi yaratiyordu.
:) Ben filmin tümünü izlediğinizi düşünmüştüm, ilginç geldi bu yarım kalma hikayesi :)
Halil'e katılıyorum, gereksiz uzundu film. Çok etkileyici ve güzel sahneleri olmasına rağmen, didaktik kısımları filmin en sıkıcı bölümleriydi. Birisi siz filmi izlerken araya girmiş de öğretici kısımlar eklemiş gibi geliyor insana :)
Sonuçta alternatif yaşamlar, paralel evrenler vs konuları her zaman sinema açısından ilgi çekici konular :)
Sevgiler...
Bence senaristin kafası çok karışmış. Bu konuyu seçmesindeki sebep de ilgi çekici olmasından ziyade bu karmaşadan kurtulmak. Yani inancının adını koyamaması. Yarısında kaldım bende. ama bitiririm bir gün.:)) öneri için teşekkür ederim.Düşüncelerinizi ciddiye almasam izlemezdim hiç :)Böyle öneri filmlerinizi yayınlamanızı ısrarla rica ediyorum :)
Yorum Gönder