Sultan Murad Hazretleri çok hasta. Günbegün eriyor. Hayır, kaslarının o meşhur, acı kuvvetinde bir eksilme yok. Hint emirlerinin tebaasındaki büyücü zanaatkarların elinden çıkma, kurşun geçirmez denilen o filderisiyle kaplı kalkanı bir balta darbesiyle ortadan ikiye ayırıp, çelik levhaları birbirine bağlayan manda sinirinden kayışları savaş meydanında öldürdüğü bir düşmanın bağırsaklarını serer gibi ortaya serdi yenilerde, hıncında bir eksilme yok. Bir oturuşta bıldırcın etiyle doldurulmuş bir kuzuyu, yanında da – hükümdardır, günah olmaz – iki testi tarçınlı erik şarabını tüketen iştahı, esrikliği gitmedi. Hareminin kadınlarının omuzlarını, boyunlarını morartan gönül coşkunluğu; rahimlerini bu lanetli saltanatın mutlaka birbirlerini boğazlayacak yeni talipleriyle ıslatan erkekliğinin bereketi şahlandıkça şahlanıyor. Sultan Murad Han her zamankinden daha güçlü. Ama Sultan Murad’in içi içini yiyor. Sultan Murad çok hasta.
Sultanı, tebaasına bahşettiği acı acıtıyor. Yüreği iki değirmen taşının arasında kalmış da öğütülür gibi; öfkesinin, zalimliğinin ağırlığı altında ezildikçe eziliyor. Selbini emrettiği onca ademoğlu; başını aldırdığı ekabir; yaktığı yıktığı şehirler; sarayın iç avlusundaki küçük havuzun aksettirdiği birer hayal gibi kendisine bakıyor. Sultanın üzerindeki lanet büyük: O her kimin üzerine ne verdiyse, verdiğini alanın üzerindeki ağırlığı kendi içinde hissediyor. Tahmin edersiniz ki; devletin kahredici kuvvetini, saltanatın sorgulanmaz yetkesini tekrar tesis etmek için tüm tebaasına yıllardır görülmedik şiddette cezaları reva gören bir hükümdar için büyük bir lanet bu.
Ama Sultan ne yapabilir? Tüm bir imparatorluğun efendilerinin – öyle ya, Sultan bu karhanenin tek efendisi olmadığını bilecek kadar akıllı – şaşırtıcı bir kibir ve cehaletle görmezden geldikleri yeni Efrenk icatları her geçen gün pazar yerlerindeki tezgahlarda yerlerini alır da ümmet-i Muhammed’in aklını karıştırıp ahlakını bozarken; yıllardır görmedikleri bir ülkenin artık var olmayan refahını korumak için puslu Balkan tepelerindeki sınır derbentlerini bekleyen yeniçeriler hangi hükümdara hizmet ettiklerini unutup çevre köylerden aldıkları beçleri yanlışlıkla Tatar hanlarına, Nemçe voyvodalarına gönderirken; taşra vilayetlerinde kadılar bezirgan, beyler eşkıya, ulema ruhban olup da reaya bunların başındaki hükümdara sabah akşam yakası açılmadık küfürler ederken; Sultan, rüyalarında gördüğü o bentler yıkıp yatağından gürül gürül taşan ırmağın önünde durarak elindeki kılıçla suyun akışını durdurmaya çalışan biri gibi hissediyor kendini. Durdurmak istiyor, ama ne yapabilir, kesip biçmekten başka? Bir kadıyı azlet, yerine daha şerefsiz on tanesi talip çıkıyor. Bir sancakbeyinin kellesini al, bunu fırsat bilen daha zalimleri hemen sancağı malikaneye çeviriyor. Şikayetlere cevap ver, rüşvetlere el koy, istifleri müsadere et; bitmiyor, üstelik bu yolsuzluk alametlerinin düşündürdüğü şu ki, yolsuzluk bu kadar yaygınsa, daha büyük yolsuzluk alametlerinin Sultan’a ulaşmasının önüne geçen düzenbazlar tüm köşe başlarını tutmuşlar demektir – belki nispeten önemsiz şikayetleri koyverip geçiriyorlar ki Sultan kendini bir işle meşgul etsin, ara sıra hıncını çıkarabileceği birkaç basiretsiz kurban bulabilsin. İşaretlerin başka işaretleri gösterdiği, o işaretlerin anlamının da yine ilk işaretlerde gizli olduğu bir ağın, bir labirentin içinde dönüp dolaşan kuvvetli ama çaresiz bir boğa gibi; Sultan bazen öfkeyle kafasını duvarlara toslayıp bu sarayı yıkmak, atına atlayıp uzak bir dağ kalesinde yeni bir devlet kurmak istiyor. Ama sanki hasta gibi, çoğunlukla sessiz, sakin, bıkkın bir havası var artık – çürüyüşü durduramayacağının farkında? Hala faydasına inanıyor mu, ona karşı koyamayacak zavallıların canlarını almaya, ezmeye, ezmeye, ezmeye? Vezirlerin, beylerin, paşaların, memurların, hadımağaların, cariyelerin, odalıkların, mavi kaftanlı yeniçerilerin, kırmızı cepkenli cebecilerin, sarı sekbanların, beyaz sarıklı hocaların… siyaseten katline? Siyaset, siyaset, siyaset: vicdanını burktukça burkuyor. Ve Sultan, bir yandan artık döktüğü kanların kokusundan iğrenir gibi bunalmış, öte yandan yatağından taşıp akan suyun önünü ancak akıtılacak yeni kanla kesebileceğine inanır gibi, ordularını sahipsiz şehirleri – İranlı zındıklarındır diye – yakmaya, Kızılbaşların kızıl kanlarını akıtmaya gönderiyor; ama nafile, akıntıya karşı yüzer gibi, kazandığı savaşların hiçbir derde ilaç olmadığı aşikar.
Sarayın dışına çıktıkça nispeten bir rahatlığa kavuşması, tüm bu çürümenin kaynağının sarayın ta kendisi olduğunu düşündürüyor. Saraydaki cahil ve kurnaz vezirlerin, sahte alimlerin, namussuz hadımağalarının, onca dalkavuğun her birinin yüzünde birer tuzak görüyor. Öncelikle, Sultan’a asla karşı çıkmamaları gibi önemli bir günahları var. Bir anlık öfkeye kapılıp düşüncesizce verdiği emirlerin tereddütsüzce uygulanması yüzünden katledilen masumların günahı onların boynuna. Sırf kuvvetli bir hükümdar olduğunu göstermek için verdiği idam cezalarından önce Şeyhülislam’a, her seferinde belki bu sefer bir kulp bulup itiraz eder yollu yeni bir umutla sordurduğu fetvanın, daima “katli vaciptir!” diye çıkması… Ama o meşum suratlı Şeyhülislam öyle zalimdir ki, ölen masumların Sultan’ın yüreğine oturan acısını düşünmez bile. Sonra, güya danışma meclisi diye etrafında toplanan aptallar, ileri sürdüğü bir fikre de karşı çıksa, öyle değil de şöyle olmalıdır dese! Onu yalnızca Sultan olduğu için onaylayan, her daim onaylayan bu yalancı aynaların ortasında Sultan, kendi fikirlerinin gerçek kıymetini; basiretinin, yeteneğinin gerçek sınırlarını kavrayamıyor. Kendisini karşısına koyup ölçecek bir dengi yok ki ona mihenk taşı olabilsin. Ölçüsüzce haklı, sınırsızca güçlü Sultan, kendinden şüpheye düşüyor: Her istediği yapılmasına rağmen hiçbir şeyin istediği gibi olmaması neyi anlatıyor?
Sultan Murad’ın geçici de olsa kendisini bulur gibi olup rahata kavuştuğu bir zaman varsa o da tebdil-i kıyafet edip Kostantiniyye sokaklarına çıktığı zamandır. Sultan Murad, kim olduğunu böyle böyle keşfedebileceğine inanır. Dışarıda, reayanın içinde, herkes gibi biri olunca, kendisi olmak için bir şansı var: Kim olduğunu bilmedikleri için, ona kendisinin hak ettiği gibi davranıyorlar. Kişiyi tanımayan bir çift göz kişiliğin en güzel aynasıdır, der Sultan böyle bir gecenin sonunda. Orada bir birey olarak tanınmanın keyfine erişir. Orada, insanları adam yerine koyar – bu makamı gereği yapamadığı ve yapmaması gereken bir şey halbuki. Orada, toy şehzadelik günlerinden bu yana tadamadığı bir sohbetin lezzetine varır.
Bu lezzetin öyle kolayca hazmedilemeyeceğini öğrenmesi biraz zaman alıyor, üstelik yeni arkadaşlarından her zaman duymak istediklerini duyduğu da söylenemez. Afyonlu cigaraları birbiri ardına sardıkları, rakı güğümlerinin dibini gördükleri, sonra beraber kahkahalar içinde Sultan Murad’a küfrettikleri bir meyhane yoldaşı sarhoş kafayla ona terbiyesizce el şakaları yapmaya başlayınca, sinirlerine hakim olamayıp, ağır güğümleri, gözkapakları hala kahkahalarla kapanmış kurbanının kafatasında parçaladığı oluyor. Veya, saraydaki tutsak cariyelerin görev icabı kabul ettikleri gövdesi ona mecburiyetten verdikleri zevkle tatmin olmayıp küstah bir sokak fahişesinin kucağına atınca kendisini, erkeklik gücünün samimiyetle takdir edilmesinin keyfine şaşkınlıkla karışık varabiliyor: “Senin gibisini görmedim aslanım” diyor fahişe, fakat sonra ekliyor: “Sultanın iktidarsızlığından bıkan saray cariyeleri senin gibilere çok para veriyor, aklında bulunsun.” Fikirlerinin takdir edilmemesi de vaki: Birkaç gece üst üste sohbet ettikten sonra kalenderliğine ve bilgeliğine hayran olup bir ağabey gibi bakmaya başladığı çelebi; birer birer anlattığı fikirlerini merhametli bir gülümsemeyle dinledikten sonra “Delikanlı” diyor, “bu devlet senin bu fikirlerinle yönetilse üç gün daha ayakta kalamaz.” O zaman Sultan Murad, tüm korkutucu şöhretine rağmen devleti asıl yönetenin hala kendisi olmadığını; verdiği emirlerin yolsuz memurlar, yeniçeriler, rüşvetyiyiciler, köşetutucular, düzenkoruculardan mürekkep bir makinenin dişleri arasında çiğnenip öğütülerek sanki yeni bir hükümdarın bambaşka emirlerine dönüştürüldüğünü acıyla fark ediyor. Bu, daha da kötüsü, şu anlama gelebilir: Emirlerinin böylece değiştirilerek tanınmaz hale gelmesi sayesinde devletin ayakta kalması hala mümkün ve Sultan saltanatını bu yolsuz makineye borçlu.
Sultan Murad, giderek, kendisini bulacağı bu yolun hiçbir yere varmadığını fark ediyor. Tebdil-i kıyafet eden bu adam, Sultan Murad hakkında ne düşüneceğini bilemiyor, aslında, etrafında gördüğü kötülüklerin sorumlusunun o olmadığından da emin değil. Giderek, kişinin kendi sınırlarından emin olabileceği tek gerçekliğin ölüm olabileceğini anlıyor. Sultan Murad çok hasta ve bu hastalığın onu genç yaşta ölüme götürmesini diliyor.
Alper Yağcı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder