13 Ağustos 2011 Cumartesi

Mekanikleşen İletişim ve Homo Narrator


Hepimizin anlatacak hikayesi var… peki ya dinleyecek ve yorumlayacak kimsesi? İşte bu yazıya konu olan problem, tek cümlede bu şekilde özetlenebilir... Bu makalede hikaye anlatımının yapıcı ve düzeni olumlayıcı olduğu kadar düzeni yıkıcı ve ideolojilere yaklaşımında yapıbozumcu yanlarına dikkat çekmeyi amaçlıyorum. Bu yönüyle makale, kimi zaman karamsar sayılabilecek analizlere yer veriyor, fakat asıl amacım, bu karamsarlığın içerisinde insanların sahip olduğu başlıca silahlar olan (dile dayalı) iletişim ve hayalgücü üzerinden kaçış yollarının hala mümkün olduğunu gösterebilmek. Sorunsallaştırdığım temel öge yalnızlık veya yabancılaşma ise eğer, ki bunu varoluşsal bir yalnızlık ve insanın kendine yabancılaşması olarak ele alabiliriz, bizi bu post-modern addedilen çağda yalnızlaştıran, benliğimizden uzaklaştıran, yaratıcılığımızı kısıtlayan ve iletişim kanallarımızı tıkayan kir ve pası hep birlikte çözümlemek eğilimindeyim. Hep birlikte, çünkü temel edindiğim egzersizin, tek sesli ve monoton bir şekilde değil de, diyalojik, yani farklı ses ve yorumlara kulak kabartarak ve bu ses ve yorumları mümkünse sizlere anlatır gibi yazıya aktararak biraz olsun başarıya ulaşabileceği inancı ile yola çıkıyorum. Bu yazıyı teorik bir tabana oturtmak istersek eğer, bir nevi Mikhail Bakhtin’in yolundan amatörce gidiyorum diyelim.
Biz kimiz? “Homo who?”

12 Ağustos 2011 Cuma

Babil Kulesi’nde dilsiz kalmak: Elif Şafak’ın İskender’inde dil ve üslup sorunu


Alper H. Yağcı

Yapay bir dille karşı karşıyayız. Soyu sopu ve göndergeleri farklı dil parçaları, zaten herbiri bir melezliğin veya göçmenliğin ürünü olan karakterlerin ağızlarına neredeyse rastgele serpiştirilmiş. Bir cümlede Kürtçe ünlemlerle bezeli bir taşra ağzıyla konuşan karakter, aynı diyaloğun bir sonraki cümlesinde sanki Gossip Girl oluveriyor. Üst üste konulan diller, kendilerine yüklenmek isteyen anlamı taşıyamamış da birbirlerinin üzerine çökmüş sanki. Bir çokdillilik beklerken dilsizlik buluyoruz. Araf romanındaki gibi, kendini evinde hissettiği bir dünyadan bahsederken inandırıcı olabiliyordu Şafak’ın dil oyunları. İskender’de evinden çok uzağa düşmüş, dilini kaybetmiş. Tüm bu üslup sorunları, aklınızda kalacak imgelere, teşbihlere, belki birkaç yıl kulağınıza küpe olacak özdeyişlere hiç rastlamayacaksınız anlamına gelmiyor. Ülkenin en popüler yazarı Elif Şafak’tan bu kadarını da bekliyoruz zaten. Ben daha fazlasını bekliyordum, hayal kırıklığına uğradım.


Ağıt



Kahvaltı masasındaydık. Bizimkiler ve bizim damadın yeni yeni karıştığımız ailesiyle. Güzel bir yaz günü, sofrada bir kuş sütü eksik. Tadımızı kaçırmak üzere açıktı sanki haberler. Spiker onu tanıttıktan sonra cümlesini tamamladı: “Londra’daki evinde ölü bulundu”. Koca bir ah çekmişim o şokla. Saniyesinde gözlerim doldu, büzüştü dudaklarım. Ele güne karşı ayıp değil mi şimdi, tutmaya çalıştım kendimi. Olmayınca salıverdim hepsini. Babam ve erkek kardeşim ayıplar gibi: “Yok artık kızııım”, “Abla abartma yaaa”... Kayınbaba da şaşırdı, müstehzi gülümsedi halime. Yenik, attım kendimi dışarı.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

‘İhracat sektörümüz edebiyatı baltalamayın!’ Elif Şafak – İskender vakası üzerinden Türkiye’de eleştiri geleneğine bakmak


Alper YAĞCI

İntihal, son derece ciddi ve lafı kolay kolay edilemeyecek bir iddia. Fakat bir hakaret, bir saldırı değil. Yani ‘"bir edebiyatçıya intihal suçlaması yapmak küfür etmekten farksız’ yazanlar yanılıyor. Küfretmek terbiyesizliktir, bel altı vurmaktır. Küfre yanıt vermekten imtina ederiz. İntihal ise, somut verilerle temellendirildiği vakit, ciddi bir kafa mesaisi ile yanıtlanması gereken bir iddiadır. Eleştiridir. İskender vakasının gösterdiği o ki, maalesef Türkiye'de bir eseri doğrusuyla yanlışıyla, artısıyla eskisiyle tartıp eleştirel bir süzgeçten geçirmeyi ayıp sayıyoruz, ‘dostlarımıza’ bunu yapmayı kendimize yediremiyoruz, ‘düşmanımıza’ layık görüyor, bize bunu yöneltene de düşman gözüyle bakıyoruz. Eleştiri demek saldırı demek oluyor, karalama demek oluyor, eleştirmenin elinde kala kala kötü bir şairane tatla bestelenmiş yapış yapış övgüler sıralama hakkı kalıyor... Bu yalnız edebiyatta değil, her alanda böyle. Güncel edebiyatı, çoksatar edebiyatı eleştirebilen, bunu Joyce’tan, Mann’dan, Dostoyevski’den damıttığı birikimle yapan, ama bu birikimi okuyucuyu ürkütmeden, gözüne sokmadan kullanabilen popüler eleştirmenlere ihtiyacımız var.

9 Ağustos 2011 Salı

Acıları dindirmek



Acı ne zaman geçer? Yaşadığımız travmaların etkisinden nasıl, ne yaparsak kurtuluruz? Travmadan önceki hayatımıza dönebilir miyiz, yoksa travma hem hayatı hem de onu yaşayanı geri dönülemeyecek biçimde değiştirmiş midir? Zamanın ilaç olduğunu kabul etsek bile, nasıl bir ilaçtır o - tedavi mi eder, yoksa yalnızca yatıştırır mı?

Rabbit Hole'da (Y: John Cameron Mitchell, 2010) Becca ve Howie'yi, dört yaşındaki oğulları Danny'nin ölümünden sekiz ay sonra, hala acıyla mücadele etmeye çalışırken görüyoruz. Danny'ye, Amerika'nın herhalde en güzel banliyölerinden birinde bulunan evlerinin önünde araba çarptıktan ve içinde yaşadıkları rüya ağır bir darbe aldıktan tam sekiz ay sonra.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

"İskender" tartışmalarına dair kamuoyuna duyurumuzdur

Değerli okurlar,

Öncelikle blog'umuza özellikle son dönemde gösterdiğiniz bu yoğun ilgi için sizlere teşekkür ederiz. Yaklaşık üç yıldır yayında olan ve çok çok kaliteli yazılar barındıran ancak zaman zaman "kendi aramızda yazıp çiziyoruz galiba" gibi bir izlenime kapılmamıza yol açan blog'umuzun Elif Şafak'ın son romanı "İskender"le ilgili tartışmalar dolayısıyla bu kadar dikkat çekmesi bizi hem memnun etti hem de ziyadesiyle şaşırttı.

Ancak memnuniyetimizin ve şaşkınlığımızın yanında, çokca canımızı sıkan bir durum da hasıl oldu. O da bazı medya organlarında yer alan ve çalakalem yazıldığı çok belli olan "Fikir Mahsulleri Ofisi'nden intihal iddiası" minvalli haberler.

Şöyle ki daha önce birkaç kez dile getirdiğim ve "İskender"le ilgili yazıda da özellikle belirttiğim üzere biz kimse hakkında bir suçlamada ya da iddiada bulunmadık. Sadece Elif Şafak'ın Zadie Smith'ten "belki de intihal tartışmalarına yol açacak kadar esinlenmiş olabileceği" yönünde bir tespit yaptık ve bu esinlenmenin örneklerini sunduk.

Nitekim tartışmalara da yol açtı kitap ancak bu tartışmalar blog'daki yazının yayınlanmasıyla değil, Vatan gazetesinden Burak Kara'nın İnci Gibi Dişler'in çevirmeni Mefkure Bayatlı'yla yaptığı röportajda Bayatlı'nın "Bu kadarı tesadüf olamaz. Şafak, Zadie’nin kitabını şablon olarak örnek almış, aileyi Türk yaparak bir kitap yazmış. Konuyu basitleştirmiş. Özellikle pencere hikayesindeki benzerliği aklım almıyor. On tane öyle paralel hikaye yazılabilirdi ama pencere hikayesi paralel bile olmamış. Buna intihal denir. Uyarlarlama gibi bir şey olmuş. Esinlenmeyi aşmış" ifadelerini kullanmasıyla başladı.

Dahası, hepimiz, akademide, sivil toplumda ve medyada az çok kalem oynatmış kişiler olarak birinin intihal yaptığına o kadar da kolay karar verilemeyeceğini biliriz. Bu işin uzmanları, hakemleri vardır. Onlar gerekli incelemeleri yapar ve kararı verirler. Şu noktada da eğer bu tartışmalar edebiyat çevrelerince de ciddiye alınacak olursa, yapılması gereken budur. Bu da bizim blog'umuzun haddinin çok çok üzerinde ve kapsamının çok çok dışında bir durumdur.

Son olarak, "İskender"le ilgili yazıya gelen çok değerli yorumlar arasında zaman zaman Elif Şafak'ın şahsına yönelik hakaretamiz ifadeler içeren ya da "Elif benim romanımı da çaldı" şeklinde özetlenebilecek bazı nahoş yorumlarla da karşılaştık. Bu tür sevimsiz ifadelerin ve iddiaların yerinin hiçbir zaman bu blog olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını herkesin dikkatine sunmak isteriz.

Keyifli okumalar dileklerimizle...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Memleketimin Üniversiteleri ve Hazırlanan Tezler -1

Malumunuz artık memleketimizin her tarafından pıtrak gibi açılan üniversitelerimiz var. Bunların kimisi devletin kendi eliyle açtığı okullarken kimileri de devletin önünü açtığı Türk müteşebbislerinin eseri olan okullarımız. Toplamda 130 civarı bir sayıya denk geliyor diye hatırlıyorum. Eksiği yok fazlası vardır.
Pekiyi de bizim eldeki üniversitelerimizde nasıl eğitim veriliyor ki bu yeni yepyeni okullarımızda nasıl eğitim verilsin? Buna dair birşeyler karaladım bu yazıda.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Elif Şafak'ın yeni romanı biraz fazla "tanıdık"


Elif Şafak’ın çok beklenen yeni romanı “İskender” yoğun talep üzerine, planlanan tarihten önce raflardaki yerini aldı. Biz de nihayet kendisi gelmeden halkla ilişkiler kampanyası gelen bu kitabı okuma fırsatı bulduk.

Şafak’ın son dönem romanları düşünüldüğünde “İskender”de ne dil ne de içerik açısından çok yeni bir şey var denilebilir. Zişan üzerinden küçük bir Sufilik göndermesi, bolca göçmenlik/ait olma/ait olamama/kimliği sorgulama dramı.

Hatta bölümlerin başlıklarındaki “Ö”, “Ş” gibi Türkçe karakterlerin farklı fontla yazılması (hani Photoshop’ta bazen bazı fontlar Türkçe karakterleri kabul etmez ya, aynı öyle) akıllara “Araf”ın erkek kahramanı ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU’nun adının ABD’deki yıllarında OMER OZSIPAHIOGLU şeklinde yazılması üzerinden yaşadığı “Ben buraya ait değilim” krizini hatırlatıyor.

İNGİLTERE'DEKİ GÖÇMENLERİN HİKAYELERİ BİRBİRİNE NE KADAR BENZER?
Ancak “İskender”i üzerinde kalem oynatmaya değer kılan asıl şey bu değil. Mesele şu ki Şafak bu kitabında çok tanınmış bir başka romandan esinlenmiş gibi geliyor bana. Hatta belki de intihal tartışmalarına yol açacak kadar esinlenmiş olabilir.