Modernlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Modernlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Çift Taraftan Kıskaç Altındaki Bir Mefhum: Süreklilik

“Orada söylediğim şey şudur: Yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur ve bu Cumhuriyet toplumun o güne kadarki birçok değer yargılarını ve kurumları ortadan kaldırmıştır. Bunlar devrimdir. Saltanatın yıkılması, Cumhuriyet'in kurulması bir devrimdir. Arap harflerinin kaldırılıp Latin alfabesinin kabulü bir devrimdir. Medrese eğitiminin kaldırılıp milli eğitimin tek bir yerde toplanması bir devrimdir. Zaviye ve türbelerin kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması gibi birçok devrimin Türkiye'de yaşandığını söyledim. Her devrim sosyal bir travmadır; evrim ile temel farklılığı da budur.

Doğrudur, her devrim gibi Atatürk devrimleri de toplumda bir travma yaratmıştır. Çünkü bir gece önce eski Türkçe yazı TBMM'de lağvedilerek Latin alfabesi getirilmiştir. Bu devrimdir. Toplumda okuma-yazma oranı sıfıra düşmüştür. Latin alfabesi, bilmeyenler için öyledir. Bu bir sosyal, tarihsel tespittir. Bunu değerlendirirken devrimin iyi veya kötü oluşu konusunda herhangi bir söylem yoktur orada.”


Yukarıda alıntılanan satırlar dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat tarafından Amerikan New York Times gazetesinde yayınlanan bir röportajda sarf edilmişti hatırlarsanız, Haziran 2008’de. Travma meselesi bir hayli gündemde kalmış, “bir kısım” kesimler bu görüşü savunurken yine diğer “bir kısım” kesimler ise bu görüşü hararetle yerin dibine sokmakla iştigal etmekteydiler. Daha ayrıntılı bilgi isteyen şüphesiz gazete arşivlerine başvurabilir.
Örnek: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/450882.asp

Tarihte süreklilik esastır. Örneğin her toplumsal olayın bir arka planı, bir neden-niçin örgüsü vardır. Örneklemeye gerek yok, akla gelebilecek her olay bu gruba girer sanıyorum. Benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim nokta şu. Türkiye’de ironik bir biçimde -belki de değil?- farklı gruplar Osmanlı modernleşmesi diye adlandıracağımız dönemi görmemekte veya algılamamakta ısrar etmekteler. Bu iki grubu şöyle tasnif edebiliriz.

2 Nisan 2009 Perşembe

H.B. Kahraman, Demokrasi, Modernite ve Laiklik Üzerine Düşünceler

Türkiye’de siyaset adına yapılan her tartışmanın olmazsa olmazı, laiklik ve demokrasi konusunun açılmasıdır. Fakat bu tartışmaların, çoğu zaman bir temele (altyapı) dayandırılarak yapılmamış olması ve dahası, bu tartışmaların bu türden bir toplumsallık içerisinde vuku bulmaması, gerek laiklik, gerekse demokrasi adına Türk enteljansiyasının pek de kendini geliştirememiş olması gerçeğini ve toplumun duyarsızlığını da ortaya çıkartıyor. Tartışmanın farklı bir boyuta taşınması ise, son on yıllarda yeniden tanımlanmaya çalışılan “modernlik” kavramı ile gerçekleşti. Modernlikten kasıt, salt söylemde kalan muasır medeniyete erişmenin ötesinde, medeniyetin ne olduğunu, neleri gerektirdiğini sorgulayan bir bakış açısını beraberinde getiren, yeni ve farklı bir tanım. (Modern olanın hiçbir zaman ulaşılmış, elde edilmiş olan olmadığını da göz önünde bulundurursak, medeniyet tanımlamamızın da belki de hiçbir zaman erişemeyeceğimiz bir mefhum olduğunu ileri sürebiliriz.) Aslında modernliği bir tanım olarak değerlendirmek de yanlış olur bu görüşe göre çünkü son tartışmalar ışığında modern, değişken ve farklı anlamları barındıran, kendi içinde çatışan bir bütün.

Tartışmalara bu yönünü veren asıl olgu ise, modernliği üreten, yaşatan ve sanırım Türkiye’de mevcudiyetini ciddi bir şekilde sorgulamamız gereken kamusal alan ve bu alanda bulunduğunu varsaydığımız “söyleyen ve eyleyen” bir sivil toplum.

Kamusal alan,“demokratikleşmiş” Batı’da, yarım asrı aşkın bir süredir tartışılıyor. Aslına bakacak olursanız kamusal alanın farklı tezahürlerini Batı’da antik Yunan’ın polis devletlerinde dahi görmek mümkün, fakat modern ve burjuva bir icat olarak kamusal alanın geçmişi iki yüz yıl öncesine, akademyadaki yansımaları ise yarım asır öncesine dayanıyor. Burada teorik bir tartışmaya girmek niyetinde değilim; zaten teorik tartışmaların (Habermas’ın örneğin) de kendine içkin birçok eksiği var. Fakat şu da su götürmez bir gerçek ki, bu tartışmaların Batı toplumlarında uzun yıllardır yapılıyor olması ve Türkiye geneline girmesinin pratikte bir asır öncesine, akademyada ise on-onbeş yıl öncesine dayanması bile başlı başına bize bir şey söylüyor olmalı.

Hasan Bülent Kahraman gibi Türkiye siyaseti ve toplumsal yapısı üzerine kafa yoran hemen herkesin çıkmazını oluşturuyor bu terimler. Hangi laiklik, hangi demokrasi, hangi sivil toplum? Nasıl bir modernlik? Bu ve benzeri sorular artık tek bir yanıtla cevaplanamadığından olsa gerek, farklı cevapları ve yorumlamaları beraberinde getiriyor. Mesela sözü edilen tavuk-yumurta sorusu –demokrasi mi yoksa laiklik mi, hangisi diğerini öncüler?- fevkalade yerinde ve bir o kadar da cevapsız kalmaya mahkûm bir soru bana göre. Çünkü Türkiye örneğinde, bırakın yazılıp çizilenleri, sadece sokaklara bir göz atın, miting alanlarına mesela… göreceksiniz ki demokratikleşmeyle laikliğin korunacağını da savunanlar var, bozulacağını da, laiklik ile demokrasinin sağlamlaşacağını da, laikliğin demokrasiyi kısıtlayacağını da. Nesnel bir şekilde söylenenleri irdeleyecek olursanız, aslında argümanların kendi içlerinde tutarlı (ve haklı) yanlarının olduğunu da elbet göreceksiniz.“Tercih” meselesinin (örtünme bir tercih olarak algılandığından) farklı yansımalarının kamuda farklı ve tartışma gerektiren bir yelpazenin kapsamında tartışılıyor olması bile bize yukarıda bahsi geçen sorular silsilesine ne kadar farklı cevaplar verilebileceğinin bir kanıtıdır.

Detaylardan ve teorik tartışmalardan sakınarak söylemek istediğim pek çok şeyi sınırlamak zorunda kalıyorum. Fakat bu tartışmalara ilgi duyanların H.B. Kahraman’ın Agora’dan çıkan son kitabı Türk Siyasetinin Yapısal Analizi’ne bir göz atmasının faydalı olacağını düşünüyorum.

Benim kanaatimce, Türkiye’de bir sivil toplumdan bahsetmek güç... bir sivil toplum kirliliği olduğu ise çok açık. Bu sebeple kamusal alan tanımı yapabilmemiz kolay değil. Daha doğrusu, bu tanımı, biz “sivillerin” yapabilmesi kolay değil. Sivil olduğunu iddia eden pek çok kuruluşun aslında ne şekilde devletle bütünleştiğini ve böylece, devlete karşı/devletten farklı bir söylem üretmektense aynı çarkın suyuyla döndüğünü hepimiz biliyoruz. Sivil toplumun, devletten ayrı bir kamusal alanda, devlete karşı eleştiriler yöneltmekle sorumlu olduğu Türkiye’de unutulan bir nokta. Türkiye bu konuda bir istisna mı? Evet, bana soracak olursanız bir istisna. Dünyanın hiçbir yerinde Habermas’ın tanımladığı bir şekilde, iletişimsel eyleme sadık, ortak rasyonalite ile hareket edebilen bir kamu yoktur, fakat bu ideale yaklaşan demokratik ülkeler ve topluluklar vardır. Türkiye ise, bırakın iletişimsel eylemi, kamusal olanın ne olduğunu bile tanımlamayı başaramamış, modernliğini Baudrillard’ın deyimiyle, “sessiz yığınların gölgesinde” tanımlamış ve tanımlamaya devam eden bir ülke.

Fakat bazı çırpınışlar da yok değil. Modernlik tartışmalarının yeni alanlara kaydırdığı demokrasi ve laiklik terimleri ve bunların sorgulanması ise, belki bize kamusal olanın ne olduğunun farkına varmamız açısından açık (aralık diyelim) bırakılmış bir kapı. Fakat burada asıl ilgi çekici, kapının ardında bizi ne beklendiğini bilmeyişimizin yarattığı heyecan ve tedirginlik. Her değişim gibi bu da haklı bir tedirginliği beraberinde getiriyor: çünkü kamusal alan tanımlanırken, onun ne kadar kapsayıcı olacağını, yani bir nevi sınırlarını sivil toplum çizer. Türkiye’de ise, bu sınırların çizimi hala “sivil” toplumun inisiyatifine bırakılmamış durumda. Bu denkleme bir de “gizli bir ajanda”sı olduğu öngörülen iktidar partisi eklenince, her tartışmanın arkasında bir bit yeniği aramak mümkün.

Bu sebeple, demokrasi olmadan laiklik olmaz diyenler de, laiklik olmadan demokratikleşme yaşanmaz diyenler de kendince haklı. Sanırım toplum, aynı iş dünyası gibi, risk almanın daha büyük yükümlülükleri beraber getirdiği bir alan. Fakat nasıl ki iş hayatında belirli bir risk almadan bir yerlere gelinemiyor, toplumda da değişimin gerçekleşmesi için bilinmezlikte gezinmek, ne kadar öngörülü olduğumuzu düşünsek de risk almak şart. Tabii her şeyi şansa bırakacak da değiliz. Bu süreçte yapabileceğimiz en iyi şey, şayet toplum içinde farklılıklara değer veren bir birey/topluluk isek, kendimizi eylemlerimiz ve söylemlerimiz ile görünür kılmamız. Tabii bunu yaparken sivil toplumun sivilliğine olan inancımızı yitirmememiz gerekiyor; aksi takdirde Türkiye’de sivilleşme uğruna, bir kamusal alan yaratma uğruna yapılan çabaların boşa gideceği inancındayım.