2 Nisan 2009 Perşembe

H.B. Kahraman, Demokrasi, Modernite ve Laiklik Üzerine Düşünceler

Türkiye’de siyaset adına yapılan her tartışmanın olmazsa olmazı, laiklik ve demokrasi konusunun açılmasıdır. Fakat bu tartışmaların, çoğu zaman bir temele (altyapı) dayandırılarak yapılmamış olması ve dahası, bu tartışmaların bu türden bir toplumsallık içerisinde vuku bulmaması, gerek laiklik, gerekse demokrasi adına Türk enteljansiyasının pek de kendini geliştirememiş olması gerçeğini ve toplumun duyarsızlığını da ortaya çıkartıyor. Tartışmanın farklı bir boyuta taşınması ise, son on yıllarda yeniden tanımlanmaya çalışılan “modernlik” kavramı ile gerçekleşti. Modernlikten kasıt, salt söylemde kalan muasır medeniyete erişmenin ötesinde, medeniyetin ne olduğunu, neleri gerektirdiğini sorgulayan bir bakış açısını beraberinde getiren, yeni ve farklı bir tanım. (Modern olanın hiçbir zaman ulaşılmış, elde edilmiş olan olmadığını da göz önünde bulundurursak, medeniyet tanımlamamızın da belki de hiçbir zaman erişemeyeceğimiz bir mefhum olduğunu ileri sürebiliriz.) Aslında modernliği bir tanım olarak değerlendirmek de yanlış olur bu görüşe göre çünkü son tartışmalar ışığında modern, değişken ve farklı anlamları barındıran, kendi içinde çatışan bir bütün.

Tartışmalara bu yönünü veren asıl olgu ise, modernliği üreten, yaşatan ve sanırım Türkiye’de mevcudiyetini ciddi bir şekilde sorgulamamız gereken kamusal alan ve bu alanda bulunduğunu varsaydığımız “söyleyen ve eyleyen” bir sivil toplum.

Kamusal alan,“demokratikleşmiş” Batı’da, yarım asrı aşkın bir süredir tartışılıyor. Aslına bakacak olursanız kamusal alanın farklı tezahürlerini Batı’da antik Yunan’ın polis devletlerinde dahi görmek mümkün, fakat modern ve burjuva bir icat olarak kamusal alanın geçmişi iki yüz yıl öncesine, akademyadaki yansımaları ise yarım asır öncesine dayanıyor. Burada teorik bir tartışmaya girmek niyetinde değilim; zaten teorik tartışmaların (Habermas’ın örneğin) de kendine içkin birçok eksiği var. Fakat şu da su götürmez bir gerçek ki, bu tartışmaların Batı toplumlarında uzun yıllardır yapılıyor olması ve Türkiye geneline girmesinin pratikte bir asır öncesine, akademyada ise on-onbeş yıl öncesine dayanması bile başlı başına bize bir şey söylüyor olmalı.

Hasan Bülent Kahraman gibi Türkiye siyaseti ve toplumsal yapısı üzerine kafa yoran hemen herkesin çıkmazını oluşturuyor bu terimler. Hangi laiklik, hangi demokrasi, hangi sivil toplum? Nasıl bir modernlik? Bu ve benzeri sorular artık tek bir yanıtla cevaplanamadığından olsa gerek, farklı cevapları ve yorumlamaları beraberinde getiriyor. Mesela sözü edilen tavuk-yumurta sorusu –demokrasi mi yoksa laiklik mi, hangisi diğerini öncüler?- fevkalade yerinde ve bir o kadar da cevapsız kalmaya mahkûm bir soru bana göre. Çünkü Türkiye örneğinde, bırakın yazılıp çizilenleri, sadece sokaklara bir göz atın, miting alanlarına mesela… göreceksiniz ki demokratikleşmeyle laikliğin korunacağını da savunanlar var, bozulacağını da, laiklik ile demokrasinin sağlamlaşacağını da, laikliğin demokrasiyi kısıtlayacağını da. Nesnel bir şekilde söylenenleri irdeleyecek olursanız, aslında argümanların kendi içlerinde tutarlı (ve haklı) yanlarının olduğunu da elbet göreceksiniz.“Tercih” meselesinin (örtünme bir tercih olarak algılandığından) farklı yansımalarının kamuda farklı ve tartışma gerektiren bir yelpazenin kapsamında tartışılıyor olması bile bize yukarıda bahsi geçen sorular silsilesine ne kadar farklı cevaplar verilebileceğinin bir kanıtıdır.

Detaylardan ve teorik tartışmalardan sakınarak söylemek istediğim pek çok şeyi sınırlamak zorunda kalıyorum. Fakat bu tartışmalara ilgi duyanların H.B. Kahraman’ın Agora’dan çıkan son kitabı Türk Siyasetinin Yapısal Analizi’ne bir göz atmasının faydalı olacağını düşünüyorum.

Benim kanaatimce, Türkiye’de bir sivil toplumdan bahsetmek güç... bir sivil toplum kirliliği olduğu ise çok açık. Bu sebeple kamusal alan tanımı yapabilmemiz kolay değil. Daha doğrusu, bu tanımı, biz “sivillerin” yapabilmesi kolay değil. Sivil olduğunu iddia eden pek çok kuruluşun aslında ne şekilde devletle bütünleştiğini ve böylece, devlete karşı/devletten farklı bir söylem üretmektense aynı çarkın suyuyla döndüğünü hepimiz biliyoruz. Sivil toplumun, devletten ayrı bir kamusal alanda, devlete karşı eleştiriler yöneltmekle sorumlu olduğu Türkiye’de unutulan bir nokta. Türkiye bu konuda bir istisna mı? Evet, bana soracak olursanız bir istisna. Dünyanın hiçbir yerinde Habermas’ın tanımladığı bir şekilde, iletişimsel eyleme sadık, ortak rasyonalite ile hareket edebilen bir kamu yoktur, fakat bu ideale yaklaşan demokratik ülkeler ve topluluklar vardır. Türkiye ise, bırakın iletişimsel eylemi, kamusal olanın ne olduğunu bile tanımlamayı başaramamış, modernliğini Baudrillard’ın deyimiyle, “sessiz yığınların gölgesinde” tanımlamış ve tanımlamaya devam eden bir ülke.

Fakat bazı çırpınışlar da yok değil. Modernlik tartışmalarının yeni alanlara kaydırdığı demokrasi ve laiklik terimleri ve bunların sorgulanması ise, belki bize kamusal olanın ne olduğunun farkına varmamız açısından açık (aralık diyelim) bırakılmış bir kapı. Fakat burada asıl ilgi çekici, kapının ardında bizi ne beklendiğini bilmeyişimizin yarattığı heyecan ve tedirginlik. Her değişim gibi bu da haklı bir tedirginliği beraberinde getiriyor: çünkü kamusal alan tanımlanırken, onun ne kadar kapsayıcı olacağını, yani bir nevi sınırlarını sivil toplum çizer. Türkiye’de ise, bu sınırların çizimi hala “sivil” toplumun inisiyatifine bırakılmamış durumda. Bu denkleme bir de “gizli bir ajanda”sı olduğu öngörülen iktidar partisi eklenince, her tartışmanın arkasında bir bit yeniği aramak mümkün.

Bu sebeple, demokrasi olmadan laiklik olmaz diyenler de, laiklik olmadan demokratikleşme yaşanmaz diyenler de kendince haklı. Sanırım toplum, aynı iş dünyası gibi, risk almanın daha büyük yükümlülükleri beraber getirdiği bir alan. Fakat nasıl ki iş hayatında belirli bir risk almadan bir yerlere gelinemiyor, toplumda da değişimin gerçekleşmesi için bilinmezlikte gezinmek, ne kadar öngörülü olduğumuzu düşünsek de risk almak şart. Tabii her şeyi şansa bırakacak da değiliz. Bu süreçte yapabileceğimiz en iyi şey, şayet toplum içinde farklılıklara değer veren bir birey/topluluk isek, kendimizi eylemlerimiz ve söylemlerimiz ile görünür kılmamız. Tabii bunu yaparken sivil toplumun sivilliğine olan inancımızı yitirmememiz gerekiyor; aksi takdirde Türkiye’de sivilleşme uğruna, bir kamusal alan yaratma uğruna yapılan çabaların boşa gideceği inancındayım.

1 yorum:

Salomon Trismosin dedi ki...

Yukarıdaki Yazıdaki Kavramlar Üzerine Denemeler:

Demokrasi: Demokrasi ile ilgili olan çok düşülen hatalardan birisi, "çoğunluğun kararı" veya "oylamanın varlığı" kavramlarının demokrasi için yeterli olduğu, veya en azından "oy çokluğunun" demokrasinin temeli olması.

Oysa çağdaş demokrasi için bu kavramlardan sadece biri, hatta en önemlisi bile değil. Demokrasi bütün bir paket: Bireysel hakları, işleyen hukuk sistemini, bu hukuk sistemine hizmet eden kolluk görevlilerini gerektiriyor; azınlık haklarını ve imtiyazlarını içeriyor. İnsan haklarını, eğitim hakkını da içeriyor. Bunlardan birini kaldırınca, demokrasi, demokrasi olma niteliğini yitirmeye başlıyor. Bir kaçını kaldırınca, demokrasi olma niteliğini tümüyle yitiriyor.

Burada önemli bir konu da anayasa ve hukuk. Suç tanımları kanunlar oy birliğiyle değiştirilebilir, ancak hukukun ve anayasanın temel prensipleri bu sebeple değiştirilemez.

Çağdaşlık:

Çağdaşlık, dünya üzerine artık küreselleşmiş (geçmiş olsun, o tartışma artık bitti) olan tek medeniyetin sürekli değişimi ile ilgili. Çağdaşlığın ilkeleri, tanımları, bazen Avrupa'da yazılıyor, ancak bazen de başka yerlerde, Japonya'da mesela, hatta bazen dünyanın çok geri kalmış yerlerinde yazılıyor. Önemli olan, bu gelişmelerin bir araya gelip, kollektik medeniyete katkıda bulunmamaları.

Sorun, çağdaşlık ile geleneksellik, yerel değerler veya dini inançlar çatışdığında ne olacağı. Ancak yukarıdaki şekilde tanımı yapınca, bu sorunun cevabı açık: Geleneksellik, yerel kültürler ve dini inançlar, çağdaşlığın gerekleri ile uyuşmadıklarında; bu geleneklerin, kültürlerin ve inançların sahipleri, ya bu inançlardan vazgeçmek, ya da çağdaş yaşamın kenarların itilip, giderek marjinalleşmeye ve nihayette de asimilasyona doğru arasında bilinçli bir seçim yaparlar.

Bugün de, Türkiye zaman zaman bu tür seçenekler yapmak zorunda kalmaktadır: Geleneklerimiz mi, yoksa çağdaş değerler mi? İnanışımız mı, yoksa çağdaş algılamalar mı? Örnek: Namuslu olmanın önemli olduğunu düşünebilirsiniz, hatta kadınların bekareti (erkeklerin değil) ile namus arasında bir ilişki kurabilirsiniz. Ancak bu kavramlar çağdaşlık içinde yoktur. Bunlarla ilgili sorunlarınız için şu çağdaş kavramları incelemeniz gerekir: Cinsel özgürlük, kadın-erkek eşitliği, sağlıklı cinsel yaşam, bireysellik. Cevapları buradadır. Cevapları geleneklerde aramak, sizi bu çağdaş kavramlara sahip insanlarla ilişki kuramaz hale getirir. İlişkileriniz sadece sizin geleneklerinizi paylaşan insanlarla gerçekleşir.

Örtünme:
Bu bir tercih midir? Tabii, ama bu izin verileceği anlamına gelmez. Toplumsal alanda bir Kürdistan bayrağına dolanıp dolaşmak nasıl bir moda eğilimi sayılamazsa, türban da artık bir dini inanç meselesi sayılamaz. Her türban takan, takmayanlara şu iki mesajı vermektedir: (1) Siz benim kadar inançlı ve namuslu değilsiniz. (2) Sizi benim kadar inançlı ve namuslu hale getirmek için gerekli önlemlerin alınmasını destekliyorum.

Tabii her bir türban takanın bunu düşündüğünü, hatta çoğunun bunu düşündüğünü bile tahmin etmiyorum. Ancak sorun şu: Endişeli halkı, böyle bir iddianın bulunmadığına, Başbakan "velev ki siyasi simge" dedikten sonra nasıl ikna edersiniz? Bugünün politik ortamında her bir türban, kişinin inancı olsa da olmasa da, türban takmayanlarda "yarın bu ülkede oturabilecek miyim, yaşayabilecek miyim, yoksa kişilik haklarım gasp mı edilecek" endişesini yaratmaktadır. Dolayısıyla, artık bu konu kişisel inanç meselesi ile toplumsal infiali desteklemek arasında bir tercih meselesine dönüşmüştür.

Laiklik ile Demokrasi:
Bu ikisi birbirlerine zıt kavramlar değiller: Laiklik varolmadan, yani din, kamusal hayatta etki yaratmadan çağdaş bir demokrasi varolamaz.

Dini inanışlar ve görüşler, devlet düzenlemesi, bireysel yaşam, kamu alanları ile ilgili düzenlemeler, kanunlar ile ilgili düzenlemeler, eğitim/öğretim kuralları ile ilgili düzenlemeler üzerinde hiç bir etkiye sahip olmamalıdır. Bundan bir adım gerisi, demokrasiye zarar verir. Bir kaç adım gerisi, demokrasiyi yokeder.

Çoğunluğun kararının uygulanacağı konular, demokrasinin temellerine aykırı olamaz. Nasıl çoğunluk kararı ile "gayri müslim azınlıkları bu ülkeden gönderelim" gibi bir karar verilemezse, aynı sebepten dolayı demokrasinin temel ilkelerine aykırı kararlar da verilemez.

Laiklik ile Demokrasi, ikinci deneme:

Bireylerin dini inanışlarını yaşamalarını istiyoruz. Çağdaş bir ortamda yaşamayı da istiyoruz.

Çağdaşlık ile dini inanışlar uyum içinde olabilirler. Misalen, zekat vermek, hem İslam dini inanışlarınca farzdır, hem de çağdaş yaşamla uyumludur. Aynı şekilde, savaş esirlerine zarar verilmemesi, hem İslam'da sünnettir, hem de Lahey Mahkemesi tarafında gerekli görülmüştür.

Öte yandan, çağdaşlık ile dini inanışlar birbirlerine aykırı da olabilir. Örnek olarak, bazı Müslümanlar, evrim sürecinin anlatılmasını inanışlarına aykırı bulabilirler. Oysa çağdaşlık, her bir öğrencinin küçük yaştan evrimin nasıl çalıştığını öğrenmesini gerektirir.

Türkiye'deki soru, "laiklik mi demokrasi mi" gibi abesle iştigal bir soru değildir. "Laiklik zarar mı görür, yoksa güçlenir mi" gibi bir soru da değildir. Soru şudur: "Çağdaş yaşam ile dini inançlarımız uyuşmadığı zaman hangisini tercih edeceğiz?"

Sorunun cevabı, "Türkiye'nin gelecek 30 yılı sağlam çıkarmasını istiyor muyuz?" sorusuyla bütünleşiktir.