Türkiye’nin Çözüm Bekleyen Sorunları Sempozyumu’ndan İzlenimler
18 Nisan sabahı, Türkiye’nin çözüm bekleyen sorunlarına somut yaklaşımlar getirmek amacıyla Bahçeşehir Üniversitesi’nde toplandık.
Sempozyum, Türkiye’nin sorunlarını on saat içerisinde sonlandırmak gibi alışılmışın dışında bir misyon yüklenmişti. Aslında siyaset arenasına bakacak olursak, sorunlar bırakın on saati, on dakikada sonlanabiliyor. Tabii bir on dakika daha sonra tekrar etmek kaydı ile. Ve bu yirmi dakika içerisinde sonlanıp yeniden başlayan sorunlar ne ilginçtir ki, hemen her başbakan tarafından önce sahipleniliyor, daha sonra ise… unutulup gidiyor, ta ki kendilerini hatırlatana dek.
Akademik bir platformda ise sorunlar daha farklı ele alınıyor. Birkaç on ya da yüzyılın sorularının cevapları, beş yüzyıllık teorilerde aranabiliyor. Dahası, neyin, kim tarafından sorunsallaştırıldığı başlı başına problem teşkil edebiliyor; ontolojik olduğu kadar epistemolojik çıkmazların içerisinde yanıtlar aranıyor. Bu durumda, tek bir sorunmuş gibi gözüken Kürt sorunu ya da laiklik yüzyıllık, küf kokulu sorunları da bagajında taşıyor.
Geçtiğimiz aylarda yürüttüğü araştırma ile Türkiye’de kamusal alanın paylaşımı ve kamusal alandaki güç denge(sizlik)leri üzerine önemli bulgulara ulaşan Prof. Binnaz Toprak’ın önderliğinde gerçekleşen sempozyumda, Türkiye’nin çözülmeyen üç sorunu ele alındı: Kürt sorunu, Asker-Sivil İlişkileri ve Laiklik ve Alevi Sorunu. Prof. Toprak, açılış konuşmasında, Türk toplumundaki fikir ayrılıklarına değindi. “Temel fikirler üzerinde uzlaşamamış bir toplum”dan bahsetti ve bu uzlaşmazlığın, Türkiye’de liberal demokrasinin gelişmesi önünde engel oluşturduğuna dikkat çekti. “Sözleşmeci” bir perspektiften konuya yaklaşacak olursak, Türkiye’de yazılı olmayan toplumsal sözleşmeyi belirleyen normlar üzerinde bir uzlaşı eksikliğinden söz etmek mümkün. Yazılı olan anayasal sözleşmede yer alan normların ise toplum tarafından benimsenmediği açık. Peki, Prof. Toprak’ın sözünü ettiği toplumsal uzlaşmazlık, hukuk alanında atılan adımlar ile, örneğin sivil bir anayasa ile çözülür mü?
Yukarıdaki soru üç panele de ortak yöneltilebilecek türden. Sorunlara çözüm arayışında panelistlerin de sıklıkla dile getirdiği “yeni hukuksal düzenlemelerin gerekliliği”, panelistlerin, anayasal değişiklikler ile birlikte somut çözümler üretilebileceği inancını taşıyor. Fakat bu inanç, Prof. Toprak’ın toplumsal uzlaşının yetersizliği hakkındaki endişelerine bir cevap olur mu? Benim tartışmak istediğim konu tam olarak bu.
Örneğin ilk panelde konuşmacılar ¬Kürt kimliğinin tanınması, siyasetçilerin diliyle, “Kürt realitesinin kabul edilmesi” üzerine hukuksal değişikliklerin zorunluluğuna dikkat çekiyor. Fakat bu değişikliklerin toplum tarafından ne şekilde değerlendirileceği ve benimseneceğine fazla vurgu yapılmıyor. Altan Tan, uzlaşma için demokratikleşme, Kuzey Irak Kürt Federasyonu’nun tanınması ve PKK’nın silahsızlandırılmasını (genel af kapsamında) öne sürüyor. Ümit Fırat, vatandaşlık tanımında değişiklik, ders kitaplarında ve isim değişikliklerinde düzenlemeler, kendi dilinde eğitim hakkı ve Irak ile ilişkilerin geliştirilmesini savunuyor. Sorunun sosyal ayağına en çok değinen Bejan Matur ise, devlet politikalarında değişikliklere odaklanıyor: şeffaf politikaların uygulanması, PKK’nın silahsızlandırılması, ilişkilerin insan haklar çerçevesinde yürütülmesi… Fakat bir dinleyicinin belirttiği “toplumsal travmanın aşılması” gibi fevkalade önemli bir sorunun nasıl ele alınacağı ve hukuksal düzenlemelerle nasıl gerçekleştirilebileceği panelde çözümlenemiyor.
Ya da, sivil-asker ilişkilerinin ele alındığı ikinci panelde, fikrimce, gerçekleştirilmesinde toplumun rolünün minimal olduğu çözüm önerileri tartışılıyor. Lale Sarıibrahimoğlu, askeri müfredatın değiştirilmesini, Levent Ünsaldı asker iktidarının günlük hayatta nasıl üretildiğinin irdelenmesini, Fikret Bila, asker-Avrupa Birliği-hükümet ilişkilerindeki yumuşama ve uzlaşı alanlarını çözüm önerileri arasında sıralıyor. Fakat gerek askeri müfredatta, gerekse hükümet-asker-AB ilişkileri üçgeninde toplumsalın rolü ve toplumun sesi telaffuz edilmiyor.
Son olarak, günün son panelinde konuşmacılar toplumsal bir sorunun çözümüne yeniden hukuksal bir bakış getiriyor. Sema Erder, asimilasyon politikalarının değiştirilmesini, Levent Köker hukuksal alanda “doğru”ların subjektif bir biçimde belirlenmesini, Bülent Bilmez modern devletin “çözdüğünü zannettiği” sorunların yeniden ele alınmasını, Ali Balkız, Alevilere cem evlerinde ibadet hakkının tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması vb. hakların ilgili kurumlar tarafından verilmesini, Bekir Karlığa ise dinin devlete egemenliği ve devletin dine egemenliği arasındaki ikilemin çözülmesini öne sürüyor. Fakat anısı hala canlı olan Madımak’ta galeyana gelen on binlerin nasıl “toplumsal uzlaşı” çatısı altında bir araya getirileceği, uç fikirlerin ve bu fikirlere sahip olan toplumsal tabanın nasıl rasyonel bir tartışma çerçevesinde kapsanabileceğine yönelik çözüm önerileri, ya da Cumhuriyet Mitingleri’ndeki milyonların tedirgin seslenişlerine yönelik çözümlemeler, bu panelde sunulanlar arasından gelmiyor.
Günün sonunda çözümlerin büyük bir bölümü, toplum içerisinde üretilmektense, Türkiye’nin alışık olduğu pedagojik dil ile sunuluyor. Soruyorum: Kürtlerin kendi dilinde eğitim hakkı kazanması, toplumdaki Kürt algısını zamanla değiştirebilir, toplumun 20 yılı aşkın süredir tecrübe ettiği travmayı yok eder mi? Askeri müfredatın değiştirilmesi, bazı kesimlerinin, “temel” değerlerin yozlaştığını düşündükçe askeri, darbeye davet etmesini engeller mi? Ya da cem evlerinin açılması ve Madımak’taki kebapçının kapatılması, hala yüzleşmemiş olduğumuz bir katliamın acısını unutturur mu?
Anayasal değişiklikler, Türkiye’de normların oluşması sürecinde ne kadar başarılı olabilir? Sempozyumda üzerinde uzlaşıya varılan noktalardan belki de en önemlisi Türkiye’deki sosyal mühendislik çabasının başarısız olduğu yönünde ise, önerilen yeni hukuksal düzenlemeler yeni bir sosyal mühendislik çabasına girişmek değil midir? Yazılacak sivil anayasa, bu eleştiriler çerçevesinde yeniden düşünüldüğünde, ne kadar sivil olabilir?
Kuşku yok ki sivil bir anayasa yolunda atılacak adımlar, sorunların daha demokratik bir ortamda ele alınmasını sağlamak adına önemli, fakat yeterli değildir. Sorunların çözümü, sivil anayasada yer alan normların toplum tarafından sindirilip sindirilemeyeceğinde yatmaktadır. Sempozyum sorunların ideolojik boyutuna faydalı cevaplar verebilmiştir. Fakat bunu yaparken, sorunun, bazı dinleyicilerin “insancıl” ve “evrensel” olarak tanımladığı, benim ise “toplumsal” olarak öngördüğüm ayağına yeterince değinememiştir.
Eğer ki Türkiye’de, Prof. Toprak’ın bahsettiği gibi temel ilkeler üzerinde bir uzlaşı eksikliği var ise, bunun sebebi pedagojik yöntemin iflasında yatmaktadır. Yine bu sebeple, toplumsal değerlerin oluşumu ve toplumdaki yansımalarına, performatif bir açıdan yaklaşmamız, sorunun çözümlerini, salt hukuksal zeminde değil, toplumun içinde aramamız ve kurgulamamız gerekmektedir.