
Blog, Boğaziçi Üniversitesi vesilesiyle tanışan bir grup arkadaşın eseridir. Blogda "serbest kültür çalışmaları" diye tanımlanacak denemeler yer alır. Yazarları bir araya getiren, ortak siyasi duruş veya estetik beğeni değil, özgür düşüncenin meyvelerinin değerli olduğuna duyulan inançtır. Bize ulaşmak için: fmoblogu@gmail.com
israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Temmuz 2010 Pazartesi
YAFA, PORTAKALIN OTOMATİĞİ: Bir Turunçgilin Peşinde Tarihin Yeniden Yazılış Hikayesi

24 Haziran 2010 Perşembe
Sorular-Yorumlar
Gündemimiz devamlı ve hızlı bir biçimde değişiyor. Şimdiki sıcak gündem gemi azıya alan PKK terörü ve memleketin farklı yelerinden gelen şehit haberleri. İyiden iyiye bir şiddet sarmalı halini alan silahlı çatışmalar. Benim kafamdaki sorular ise geçen ayın gündemine dair. Mavi Marmara baskınına dair cevabını bulamadığım bazı sorular ve yorumlar var kafamda.
1-Bu insani filonun gitmesine baştan gıcık olanların şöyle bir argümanları var: "efendim, böyle bir işe kalkışırken neden dışişlerinden izin-tavsiye-görüş almadınız?"
İlk başta makul görünüyor bu argüman. Ama bu filoyu düzenleyen kuruluş bir STK. İngilizce tabiriyle Non Governmental Organization. Yani devletten ve de hükumetten bağımsız, onunla ilgisi bulunmayan bir kuruluş, teoride. Şimdi bu gibi kuruluşların hükumetten tavdiye-izin-görüş alması neden beklenir? Hal öyle olursa nerede kalır bu kuruluşların özerk halleri.
2-Öte yandan da neticesine baktığımızda hükumetin olanı biteni bir devlet meselesi olarak gördüğü de çok açık. Dolayısıyla baskına uğrayanların resmi görevli olmaması ve geminin de resmen hükumete bağlı bir gemi olmaması Türkiye'nin şiddetli tepki vermesine engel olmadı. Gerçi resmi bir gemiye yapılacak benzer bir saldırının savaş nedeni sayılacağına dair iddialar ortaya atıldı.
Burada kafama takılan soru da şu: madem ki bu organizasyonu yapanlar ve o filoda yer alanlar bu işe tamamen kendi bilinçleri ve arzularıyla kalkıştılar, hükumetin-devletin bu denli tepki vermesi normal midir? Veya genel uluslararası teamüllerde bu gibi durumların yeri nerededir?
3-Filodakilerin en azından bazılarının gemiye binerken şehit olmaya hazır olduklarını yakınlarının ağzından dinledik. Nuray Mert'in bu noktada bence çok yerinde bir itirazı vardı. Bu durum şehit olmayı göze alanlar için değil ama almayanlar için ciddi tehlike arz ediyor. Acaba bu durum gemideki herkes tarafından bilinen bir durum muydu, yani gemide şehit olmak istemeyenler isteyenlerin varlığından haberdar mıydı? Değilse, ki değil gibi, şehit olmak isteyenlerin diğerlerine yükledikleri ciddi bir vebalden bahsetmek gerekiyor. Bunun mantıklı bir izahı nasıl verilebilir?
4-Olay günü ve ertesinde Avrupalılar haberleri nasıl veriyorlar diye internet sitelerine göz attım. Fransa'nın ciddi gazetelerinden Le Monde'un konuyla ilgili haberinde ülkenin giderek İslam dünyasına ve Doğu'ya kaydığından bahsle, "zaten liselerde Arapça dersi zorunlu hale getirildi" diye bir cümle kullanılmştı. Acaba imam-hatiplerden falan mı bahsediyor diye aynı paragrafı birkaç kere okudum ama normal liselere eklenen Arapça dersinden bahsediliyordu haberde. Galiz bir yalan.
Ne var ki yorumlu Fransız ve İtalyan sitelerine bakınca yorum yazarlarının bu eksen kaymasını zaten bir veri olarak alıp Mavi Marmara baskınını da bu minvaldeki bir olay olarak aktardıklarını gördüm.
5-Olay sornasındaki yorumlarda Filistin meselesinin Türkiye'de "dinci" kesimin içselleştirdiği bir mesele olduğunu altı çizildi ve gösterilerdeki dini ton ve kullanılan motifler eleştiri konusu oldu.
Bu noktada anlamadığım şey de şu: bu meseleyi sahiplenen başka kim var ki sahiplenen bu kesime karşı bu tarz bir tavır takınılabiliyor? Radikal'den Ceyda Karan da twitter'da aynı şekilde bir eleştiri getirmişti bu eleştirilere.
6-Bununla birlikte, Türkiye'de İsrail ile Yahudiliğin aynı kefeye konulduğu ve baskını protesto edenlerin büyük kesiminde antisemitizmin yaygın bir hastalık olduğu bir gerçek. Ne kadar başbakan ve bakanlar "Yahudi vatandaşlarımız bizim için çok değerli" minvalinde açıklamalar yapsa da protestocular nezdinde bunun ne derece geçerli olduğu tam bir muamma.
1-Bu insani filonun gitmesine baştan gıcık olanların şöyle bir argümanları var: "efendim, böyle bir işe kalkışırken neden dışişlerinden izin-tavsiye-görüş almadınız?"
İlk başta makul görünüyor bu argüman. Ama bu filoyu düzenleyen kuruluş bir STK. İngilizce tabiriyle Non Governmental Organization. Yani devletten ve de hükumetten bağımsız, onunla ilgisi bulunmayan bir kuruluş, teoride. Şimdi bu gibi kuruluşların hükumetten tavdiye-izin-görüş alması neden beklenir? Hal öyle olursa nerede kalır bu kuruluşların özerk halleri.
2-Öte yandan da neticesine baktığımızda hükumetin olanı biteni bir devlet meselesi olarak gördüğü de çok açık. Dolayısıyla baskına uğrayanların resmi görevli olmaması ve geminin de resmen hükumete bağlı bir gemi olmaması Türkiye'nin şiddetli tepki vermesine engel olmadı. Gerçi resmi bir gemiye yapılacak benzer bir saldırının savaş nedeni sayılacağına dair iddialar ortaya atıldı.
Burada kafama takılan soru da şu: madem ki bu organizasyonu yapanlar ve o filoda yer alanlar bu işe tamamen kendi bilinçleri ve arzularıyla kalkıştılar, hükumetin-devletin bu denli tepki vermesi normal midir? Veya genel uluslararası teamüllerde bu gibi durumların yeri nerededir?
3-Filodakilerin en azından bazılarının gemiye binerken şehit olmaya hazır olduklarını yakınlarının ağzından dinledik. Nuray Mert'in bu noktada bence çok yerinde bir itirazı vardı. Bu durum şehit olmayı göze alanlar için değil ama almayanlar için ciddi tehlike arz ediyor. Acaba bu durum gemideki herkes tarafından bilinen bir durum muydu, yani gemide şehit olmak istemeyenler isteyenlerin varlığından haberdar mıydı? Değilse, ki değil gibi, şehit olmak isteyenlerin diğerlerine yükledikleri ciddi bir vebalden bahsetmek gerekiyor. Bunun mantıklı bir izahı nasıl verilebilir?
4-Olay günü ve ertesinde Avrupalılar haberleri nasıl veriyorlar diye internet sitelerine göz attım. Fransa'nın ciddi gazetelerinden Le Monde'un konuyla ilgili haberinde ülkenin giderek İslam dünyasına ve Doğu'ya kaydığından bahsle, "zaten liselerde Arapça dersi zorunlu hale getirildi" diye bir cümle kullanılmştı. Acaba imam-hatiplerden falan mı bahsediyor diye aynı paragrafı birkaç kere okudum ama normal liselere eklenen Arapça dersinden bahsediliyordu haberde. Galiz bir yalan.
Ne var ki yorumlu Fransız ve İtalyan sitelerine bakınca yorum yazarlarının bu eksen kaymasını zaten bir veri olarak alıp Mavi Marmara baskınını da bu minvaldeki bir olay olarak aktardıklarını gördüm.
5-Olay sornasındaki yorumlarda Filistin meselesinin Türkiye'de "dinci" kesimin içselleştirdiği bir mesele olduğunu altı çizildi ve gösterilerdeki dini ton ve kullanılan motifler eleştiri konusu oldu.
Bu noktada anlamadığım şey de şu: bu meseleyi sahiplenen başka kim var ki sahiplenen bu kesime karşı bu tarz bir tavır takınılabiliyor? Radikal'den Ceyda Karan da twitter'da aynı şekilde bir eleştiri getirmişti bu eleştirilere.
6-Bununla birlikte, Türkiye'de İsrail ile Yahudiliğin aynı kefeye konulduğu ve baskını protesto edenlerin büyük kesiminde antisemitizmin yaygın bir hastalık olduğu bir gerçek. Ne kadar başbakan ve bakanlar "Yahudi vatandaşlarımız bizim için çok değerli" minvalinde açıklamalar yapsa da protestocular nezdinde bunun ne derece geçerli olduğu tam bir muamma.
9 Haziran 2010 Çarşamba
Biz, diaspora Yahudileri, İsrail'in kafa karışıklığına "Hayır" diyoruz.

İsrail donanması komandoları, pazartesi günü içinde Filistin yanlısı eylemcilerle sağlık ve inşaat malzemeleri bulunan "Gazze’ye İnsani Yardım" filosunun uluslararası sularda ilerleyen altı gemisine baskın düzenledi. Operasyon neticesinde çok sayıda yaralı ve dokuz ölü var.
Filonun amaçladığı şeye ulaşma ihtimali az da olsa, İsrailli komandoları tahrik ettiği ve, bir İsrail yetkilisinin belirttiği üzere, "şiddetli fiziksel bir direniş" gösterdiği kabul edilse bile, neticede İsrail bir simgeye, "insancıl" bir simgeye saldırmıştır.
Aralık 2008 ve Ocak 2009’da gerçekleşen Gazze saldırılarından ötürü zaten büyük yara almış olan İsrail imajı, bu noktadan sonra daha da kötüye gidecek. Ve, tahmin edileceği üzere, dünya kamuoyunun büyüyen muhalefetine maruz kalacak.
İsrail-Mısır ablukasında boğulan, Gazze’ye yönelik saldırı nedeniyle büyük inan kaybına uğrayıp sefalete mahkûm kılınan ve yıkıntıların arasında yaşamaya çalışan Filistinli sivillere götürülen yardımdı bu. İşte bu yardım filosuna insancil sorumluluk nedeniyle eşlik edenler hayatlarını kaybettiler.
İsrail kara suları dışında kendilerine saldıran İsrail askerlerine « direnişleri » nasıl olmuş olursa olsun, hiçbir söylem ve İsrail yanlısı propaganda bu barbarlığı meşru kılamaz.
Ne terör tehlikesi ne düzenli olarak ruhu çağırılıp İsrail’i yok etmeye çabalayan “şeytani İran hayaleti” ne de İsrail’in Soykırım’dan elde ettiği utanç verici dokunulmazlık bu son hareketin kibrini meşru kılamayacaktır.
Struma’dan Exodus’a, İsrail kendi geçmişini unutuyor.
Bu geçmişi İsrail, kendi hatalarını örtme adına dünyaya aralıksız hatırlatmasına rağmen kendisi unutmuştur. Katil Avrupa’daki katliamlardan kaçan Yahudilerle dolu halde herhangi bir kıyıya yanaşmaya çalışıp reddedilen, kıyıdan uzaklaştırılan veya torpidolanan, 1942’de Karadeniz’de batırılan Struma örneğin, gemileri hatırlayalım.
Her ne kadar "Gazze’ye İnsani Yardım Filosu" ile ilgili olarak 31 Mayıs sabahında gerçekleşen olayın bu önceki trajedilerle ortak noktası yok gibi görünüyorsa da, gemi imgesi, şiddetin yöneldiği hedef, geminin İsrail-Filistin kıyılarına yanaşmaya çalışması, üzerinde düşünmeye değer.
1947’de Avrupa’dan, o zaman İngiliz mandasında olan, Filistin’e göçen Yahudi muhacirleri taşıyan Exodus’u hatırlayan var mı? Yolcularının çoğunu Soykırım’dan kurtulanlar oluşturuyordu. İngiltere donanması gemiye el koydu. Yolcuları Fransa’ya ve, nihayetinde, Almanya’ya geri yollamaya karar verdi. İngiliz baskısının acımasızlığına tanıklık eden bu hadise İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden yoldaki son adımlardan birisiydi.
Umalım ki 31 Mayıs’ta olanlar İsrail-Filistin görüşmelerini ve bir Filistin devleti kurulmasını hızlandırsın. Fakat bunlar gerçekleşse bile (ki gerçekleşecekleri hayli şüpheli) İsrail tarihi, yine de, bir kere daha inanılmaz derecede lekelenmiş olarak kalacak.
Tarihini unutanın geleceği olmaz. İsrailliler tarihlerini unuttular ve Yahudi diasporalarını da, İsrail’in kendilerinden beklediği koşulsuz sevgi adına, kendileri gibi yapmaya zorluyorlar.
Baskın Avrupa ve Amerika için bir alarm sinyalidir.
Kan içinde kalan "Gazze’ye İnsani Yardım Filosu" sadece İsrail değil Avrupa ve Amerika için de bir alarm sinyali. İsrail, uzlaşmaz sağ siyasetin şeytanlarına teslim. Avrupa ve Amerka, sınırsız hoşgörüleri ve yüzeysellikleriyle İsrail’i sıkıştırmaktan acizler. Artık bunu yapmalarının zamanı geldi.
Gazze’ye ilk saldırının ilk yıldönümünde, basın bu felaketi "lütfen" hatırlattı. İsrail’i ve Hamas’ı savaş suçlusu addeden Richard Goldstone raporu çoktan gömüldü.(1) Ve sanki İsrail’i ödüllendirmek için (hak etmek için ne yaptı ?), OECD’nin kapıları İsrail’e açıldı.
En yakın zamanda Avrupa ve Amerika’nın doğrudan ve otoriter müdahalesiyle, kurulacak bir Filistin devleti. Bu noktadan sonra gereken budur. Bu, sadece Filistinliler bir kâbustan uyansınlar diye değil, aynı zamanda İsrail, kısa vadede onu yok olmaya götürecek, intiharvari siyasetine son versin diye de gerekli.
Türkiye, İsrail’in intiharvari siyasetinin kurbanı
Unutmayalım ki Massada sendromu İsrail’in doğasında vardır. Antik çağda, Massada’da kuşatma altındaki Judalılar düşmanla, yani Romalılar ile müzakere etmektense intihar etmeyi tercih etmişlerdi.
En insanlık dışı eylemlerini ülke içinde kendince, bir hapishanedeymis gibi, mantıklı kılmaya devam ederek ve uluslararası düşüşleri otist bir şekilde duymayarak, 31 Mayıs 2010 kanlı filo olayından sonra, İsrail, dış kuvvetler tarafından sertlikle engellenmezse, kendi içine daha fazla kapanabilir.
İsrail bu son gelişmelerden diaspora Yahudilerinin zarar göreceğini düşünüyor mu ki? İsrail’e karşı oluşan kin zaten yükselişte olan antisemitizmle biraz daha fazla karışacak.
Bu arada, ölenlerin çoğunun Türk olduğu yeterince vurgulandı mı? Türkiye, 1930lu yıllarda kaçmak zorunda kalan birçok Yahudi Alman entelektüeline kucak açan, İkinci Dünya Savaşı zamanında Siyonist militanların Avrupa’dan Filistin’e kaçmasına rıza gösteren ülkeydi. Uzun süre İsrail’i tanıyan yegâne Müslüman devlet olarak kalmıştı. Hala orada yaşayan 20.000 Yahudi’nin başına, şimdiden sonra, kötü bir şey gelmeyeceğini ummaya cesaret edelim.
J-Call İsrail’in fütursuzluğunu kınayabilecek mi?
Bu 31 Mayıs olayı, ayrıca JCall kampanyası için de bir sınav. JCall (www.jcall.eu), "Mantığa çağrı" adlı, İsrail’e bağlı olmakla birlikte, İsrailli siyasetçilerin siyasetini serbestçe eleştirme haklarını kullanan Avrupalı Yahudiler tarafından başlatılan bir hareketten doğdu. (Amerikan Yahudileri de 2008’de J-Street adında ilerici ve barışçı bir lobi kurmuşlardı: http://jstreet.org/).
J-Call, acaba, CRIF (le Conseil Représentatif des Institutions Juives de France/Fransa Yahudi Kurumlarını Temsil Konseyi: http://www.crif.org/) gibi İsrail’e göbek bağıyla bağlı, sağcı, ve İsrail’den gelecek, en kötüsü de dâhil, her şeyi kabul etmeye hazır Yahudi kurumlarının takındığı radikal tavırlardan açık bir biçimde farklılaşmayı cesaretle başaracak mı?
Aramızdan bazıları bu çağrıyı imzaladı, çekincelerine rağmen.(2) JCall sözlerini tutacak mı? Zaman geçirmeksizin harekete geçecek mi? Bu olayı, hiç çekincesiz, kınayacak mı? Uluslararası bir soruşturma açılmasına destek verip buna dair bir çağrı yayınlayacak mıi?
(Bu makalenin Türkçeye tercüme edildiği sırada JCall İsrail’in bir tuzağa düştüğünü ve iki yandaki aşırılık yanlıları yüzünden İsrail-Filistin görüşmelerinin suya düştüğünü beyan etti).
Zaman tüm diaspora organizasyonları için çok önemli. Filodaki ölümler, İsrail’in suçlanamazlığının kurbanları adına, sırtımızda taşıdığımız tarih adına, biz, diaspora ve İsrail Yahudileri, Filistinlilerin acısı bitsin ve bir Filistin devleti nihayet kurulabilsin diye, insanlığımızı ele alıyoruz ve İsrail’in yitmesine hayır diyoruz.
1.Yahudi asıllı Güney Afrikalı yargıç, Gazze saldırısı üstüne Birleşmiş Milletler için bir rapor hazırlayıp hem İsrail’in hem de Hamas’ın savaş suçu işlediklerini yazmıştı. Hamas ve İsrail raporu kabul etmedi. İsrail propagandası, Yargıç Goldstone’un kendi Yahudi kimliğinden nefret ettiği için bu raporu kale aldığını beyan etti.
2.Benbassa'nın bu bildiriye neden imza attığını açıkladığı yazısı için:
yazı için tıklayınız
Esther Benbassa
Metnin orijinaline ve Esther Benbassa'nın diğer benzer yazılarına erişmek için:
www.rue89.comadresine göz atabilirsiniz.
Esther Benbassa, Ecole Pratique des Hautes Etudes, Sorbonne, Paris’de çağdaş Yahudi Tarihi profesörüdür. Osmanlı ve Fransız yahudileri uzmanıdır. Bazıları Türkçeye'de çevrilmiş birçok kitabı bulunmaktadır. Fransa kamuoyunda aktif bir entelektüel olarak tanınmaktadır. Daha ayrıntılı bilgiyi ve yazdıklarından bazı örneklere kişisel sitesinden ulaşabilirsiniz.
www.estherbenbassa.net
*Metni çevirme izni için Esther Benbassa'ya teşekkürler.
Etiketler:
diaspora Yahudileri,
Esther Benbassa,
Gazze,
israil
12 Ocak 2010 Salı
Türkiye'nin Yeni İhraç Malı: Saçmalık
Efendim malumunuz son zamanlarda İsrail devletiyle aramızda bir hayli tansiyonu yüksek ilişkiler yaşanmakta.Sevgili Başbakanımız bir laf ediyor, onlarınki cevap yetiştiriyor, "daha da Davos'a gelmem", "Davos'un da havası kaçtı artık" tarzı cümleler duymamızı da sağlıyor bu gerilim esasen.
(Ki konuyla alakalı bir yazımız da blogumuzda mevcut.Biraz karıştırınca karşınıza çıkacaktır "kesilen racon" yazısı.)
Daha dumanı üstünde tüten bir de olay yaşandı.İsrail Dışişleri Bakanı Müsteşarı bizim büyükelçimizi çağırmış, tanışma toplantısı olacağı belirtilmiş özellikle bu toplantının.Hatta büyükelçiliğin "Kurtlar Vadisi ile ilgili görüşülecek mi?" şeklindeki hususi sorusuna bile "Hayır normal bir tanışma toplantısı olacak" demiş İsrailli yetkililer.Neticede olayın tam bir mizansen olsuğu ortaya çıkıyor.Müsteşar -haber verildiği için toplanmış oldukları aşikar olan- gazetecilere İbranice "Görüyorsunuz daha aşağıda bir yerde oturttuk Türk elçisini" dedikten sonra "Aman evladım tokalaşırken çekmeyin daha da bir ezilsin adam" diye de uyarmayı ihmal etmemiş kameramanları.Nitekim tokalaşma görüntüleri ortada yok dikkat ederseniz-halbuki tokalaşmışlar esasında büyükelçimizin az evvel Canlı Gaste'de ifade ettiği kadarıyla.Sonradan İsrail'de olay faş oluyor, buralara kadar geliyor...
Olan biteni ben tamamen bir şark kurnazlığı örneği olarak algıladım açıkçası.Eskilerin tabiriyle "çarıklı erkan-ı harb" denen tarzda insanlar böyle çakallıklara başvurur çıkar için.Hani olmadık işleri bile yapıverirler gerekirse.Bu İsrailli zevatın yaptığı da tam bu bence.Üstüne üstlük komik ve, asıl önemlisi, saçma bir tutum.
Koltuğun aşağı olması, tokalaşma görüntüsü verilmemesi, koltuğun markası vesaireler üzerinden bir diğer devlete "ayar verme".İzlerken haberleri dedim ki kendi kendime "ulan iyi ki bunu yapan bizim çakallar olmadı da biz bu olayda mağdur tarafız".Hani bu saçmalığı ve de hatta rezilliği Türk diplomatlar-bürokratlar yapsaydı, ki yapıldığına şahit olmuşuzdur önceden, yerin dibine geçerdim herhalde dedim.Veya o derece değil ama "işte" derdim "işte Türk saçmalığını gene dosta düşmana göstermiş olduk."
Bu haberin üzerine bir de geçen haftalarda Bulgaristan'dan bir bakanın, Devlet Bakanı Bojidar Dimitrov, Osmanlı devrinde Bulgaristan'a kaçmak zorunda alan Bulgarlar için tazminat talep edeceklerini ve Türkiye bunu kabul etmezse AB'ye girmesine takoz koyacaklarını belirtmesini ekleyin...Gerçi bakan bunu dedi ama ardından Bulgaristan Dışişleri "bakanın kendi görüşüdür, bizi bağlamaz" diye bir açıklama da yaptı.Bunun üzerine bakanın kendisi de özür diledi hatta. Ama sayın bakanı kesmemiş olacak ki bu açıklamalar, son gelen duyumlara göre şimdi de 10 dakikalık Türkçe haberlere takmış bir haldeymiş.
Bu iki haber bana şunu düşündürttü: Türkiye artık ihracat ürünleri arasına saçmalık'ı da ekledi.Zira bu iki olay da saçmalık denen şeyi nasıl ve neresinden tanımlarsanız tanımlayın cuk diye oturacak o tanıma.
Bir tarafta anaokulu tarzı bir "ben ondan yukarıda oturuyorum onu eziyorum hahaha" diplomasi, diğerinde bundan 100 sene önce gerçekleşen bir süreçten sanki tek taraflıymışçasına bahseden, üstüne üstlük bu sayede Türkiye'den 20 milyar avro tanzimat kopartmak isteyen ve bunu da açık açık beyan eden bir bakan, evet bir devlet bakanı...
Bu hızda devam edersek, Türk işi saçmalık daha başka komşulara da yayılabilir gibime geliyor.
(Ki konuyla alakalı bir yazımız da blogumuzda mevcut.Biraz karıştırınca karşınıza çıkacaktır "kesilen racon" yazısı.)
Daha dumanı üstünde tüten bir de olay yaşandı.İsrail Dışişleri Bakanı Müsteşarı bizim büyükelçimizi çağırmış, tanışma toplantısı olacağı belirtilmiş özellikle bu toplantının.Hatta büyükelçiliğin "Kurtlar Vadisi ile ilgili görüşülecek mi?" şeklindeki hususi sorusuna bile "Hayır normal bir tanışma toplantısı olacak" demiş İsrailli yetkililer.Neticede olayın tam bir mizansen olsuğu ortaya çıkıyor.Müsteşar -haber verildiği için toplanmış oldukları aşikar olan- gazetecilere İbranice "Görüyorsunuz daha aşağıda bir yerde oturttuk Türk elçisini" dedikten sonra "Aman evladım tokalaşırken çekmeyin daha da bir ezilsin adam" diye de uyarmayı ihmal etmemiş kameramanları.Nitekim tokalaşma görüntüleri ortada yok dikkat ederseniz-halbuki tokalaşmışlar esasında büyükelçimizin az evvel Canlı Gaste'de ifade ettiği kadarıyla.Sonradan İsrail'de olay faş oluyor, buralara kadar geliyor...
Olan biteni ben tamamen bir şark kurnazlığı örneği olarak algıladım açıkçası.Eskilerin tabiriyle "çarıklı erkan-ı harb" denen tarzda insanlar böyle çakallıklara başvurur çıkar için.Hani olmadık işleri bile yapıverirler gerekirse.Bu İsrailli zevatın yaptığı da tam bu bence.Üstüne üstlük komik ve, asıl önemlisi, saçma bir tutum.
Koltuğun aşağı olması, tokalaşma görüntüsü verilmemesi, koltuğun markası vesaireler üzerinden bir diğer devlete "ayar verme".İzlerken haberleri dedim ki kendi kendime "ulan iyi ki bunu yapan bizim çakallar olmadı da biz bu olayda mağdur tarafız".Hani bu saçmalığı ve de hatta rezilliği Türk diplomatlar-bürokratlar yapsaydı, ki yapıldığına şahit olmuşuzdur önceden, yerin dibine geçerdim herhalde dedim.Veya o derece değil ama "işte" derdim "işte Türk saçmalığını gene dosta düşmana göstermiş olduk."
Bu haberin üzerine bir de geçen haftalarda Bulgaristan'dan bir bakanın, Devlet Bakanı Bojidar Dimitrov, Osmanlı devrinde Bulgaristan'a kaçmak zorunda alan Bulgarlar için tazminat talep edeceklerini ve Türkiye bunu kabul etmezse AB'ye girmesine takoz koyacaklarını belirtmesini ekleyin...Gerçi bakan bunu dedi ama ardından Bulgaristan Dışişleri "bakanın kendi görüşüdür, bizi bağlamaz" diye bir açıklama da yaptı.Bunun üzerine bakanın kendisi de özür diledi hatta. Ama sayın bakanı kesmemiş olacak ki bu açıklamalar, son gelen duyumlara göre şimdi de 10 dakikalık Türkçe haberlere takmış bir haldeymiş.
Bu iki haber bana şunu düşündürttü: Türkiye artık ihracat ürünleri arasına saçmalık'ı da ekledi.Zira bu iki olay da saçmalık denen şeyi nasıl ve neresinden tanımlarsanız tanımlayın cuk diye oturacak o tanıma.
Bir tarafta anaokulu tarzı bir "ben ondan yukarıda oturuyorum onu eziyorum hahaha" diplomasi, diğerinde bundan 100 sene önce gerçekleşen bir süreçten sanki tek taraflıymışçasına bahseden, üstüne üstlük bu sayede Türkiye'den 20 milyar avro tanzimat kopartmak isteyen ve bunu da açık açık beyan eden bir bakan, evet bir devlet bakanı...
Bu hızda devam edersek, Türk işi saçmalık daha başka komşulara da yayılabilir gibime geliyor.
Etiketler:
Bulgaristan,
diplomasi,
ihracat,
israil,
saçmalık
6 Haziran 2009 Cumartesi
Mimariyle Savaşmak, İsrail’in savaş stratejisi olarak mimarlık

Estetik yönden algılama isteğimiz benimkiler gibi eğitilmemiş gözlerin mimarinin aslında ne kadar stratejik bir araç olduğunu anlamasını engelliyor. Savaş gibi estetikten yoksun bir alan bile aslında mimarinin nimetlerinden yüzyıllardır yararlanıyor. Son dönemde mimarinin savaş içerisindeki kullanım alanı ve önemi git gide arttı. Özellikle İsrail-Filistin mücadelesinde mimari yapılanma; yapmak ve dönüştürmek üzerinden neredeyse savaşın salt amacı haline gelmiş durumda.
Lefevbre “planlama kağıt üzerinde masum gözükebilir ama sahada planları gerçekleştirenler buldozerlerdir” der . Dolayısıyla mimari ve onun son ürününü sadece estetik açıdan ele almak büyük bir yanılgıya neden olur. Mimari sadece estetik değil aynı zamanda ve estetikten daha yoğun bir biçimde kullanışlılığı, doğru amaca doğru şekilde hizmet hedefler. Mimariyi sadece estetik olarak ele almak mimari sürecin ardındaki aklı görmezden gelmemiz anlamına gelir. Mimari sadece gözümüze güzel gelen, hayatımızı kolaylaştıran değil aynı zamanda dönem dönem belli hayatları belli şekillerde zorlaştıran öğelerin birlikteliğinden oluşur. Mimari anlayışı estetik dışında da düşünmeye başladığımız zaman karşımıza yeni kapılar açılıyor. Lefebvre’in sözünde vurgu sadece mimarinin kağıt üstündeki masumiyeti ve sahadaki yıkıcılık arasındaki tezatta değil. Aynı cümle farklı bir noktadan mimaride yapmak ve yıkmak fiillerinin ne kadar iç içe, tamamlayıcı şekilde kullanıldığını da hatırlatır nitelikte. Yapmak için bir şeyleri değiştirmek, kazmak, kesmek, sökmek, kaldırmak; yeniden inşa etmek içinse zaten var olanı yıkmak, yok etmek, ezmek, parçalamak gerekir. Özellikle kontrol, baskı ve cezadan bahsediliyorsa yapmak, yıkmak, var olanı bir amaç uğruna dönüştürmek birbirinin ardılı fiillerdir.
Mekanı dönüştürmek her şekliyle politik bir eylem. İster yapın, ister yıkın mekanı belirli bir şekilde dönüştürdüğünüz an orada tezahür edecek ilişkilere de dolaylı bir müdahalede bulunmuş oluyorsunuz. Tam da bu dolaylı ilişki nedeniyle mekanın nasıl, ne amaçla kurgulandığı kendi başına anlam bir konu haline geliyor. Mekansal mücadeleler tek taraflı yaşanmıyor, her kurgu kendi karşıt denge gücünü oluşturuyor. Ama bu kurgulayanın amaçlarını incelemeyi önemsiz kılmaz. Kurgunun nasıl kırıldığı ya da kurguya nasıl meydan okunduğu kadar kurgunun içsel mantığı, hedeflediği güç dengesi de önemli. Farklı amaçlarla farklı uzamlarda kurgulanan mekanlar var. Ekonomik, sosyal, politik ve kültürel amaçlarla, bazen de çok amaçlı olarak kurgulanıyor mekanlar. Tabii askeri amaçlıları da unutmamak gerek. Her ordu ya da her militer yapılanma mekanı kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kurgulamaya çalışıyor. Vietnam’da ormanları iyi tanıyan yerli gerillaların dünyanın en büyük askeri gücünü bu tür bir mekansal stratejiyle neredeyse yenilgiyi uğrattığını hatırladığımız zaman çıplak mekanın savaş stratejilerinin oluşturulmasında ne kadar temel bir yeri olduğunu kolayca görüyoruz. Ama askeri yapılar ile mimari arasındaki ilişki uzamın hali hazırda var olan belirleyiciliğini bir adım ileri taşıyor. Zira bu noktada sadece arazi yapısı değil; arazi üzerine kurulacak mimari yapılar ve/veya yıkılacak, dönüştürülecek olanlar da önemli hale geliyor. Bu durum da konvansiyonel silahların, stratejilerin ve arazinin yanı sıra; ve hatta daha çok; mimarinin belirleyici olduğu çatışmalar çıkarıyor ortaya.
Savaşmak çeşitli taktikler bütünü ve bu taktikler hiçbir dönem statik kalmıyor, sürekli değişip dönüşüyor. Eğer bir savaşı kazanmanın yolu düşmanı şaşırmaksa kullanılabilecek silahların ve araçların değişimi savaşmak işinin bir parçası oluyor. Sadece konvansiyonel silahlar kullanan orduların boş arazilerde karşılıklı gelmesine dayanan savaşlar geçmişte kaldı. Artık savaş kapımızın önünde, evimizin içinde, şehirlerde, günlük hayatımıza ait olduğunu zannettiğimiz alanlarda. Hava saldırıları, şehirlerin yakılıp yıkılması bize hiç de güvende olmadığımızı, savaşın tam da en stratejik piyonları haline geldiğimizi hatırlatıp duruyor. Mimari de sürekli değişen bu savaş araçlarından biri. Mimari objelerin savaş stratejilerinin parçası haline gelmesi yeni değil, neredeyse savaş sanatının kendisi kadar eski. Şehir surları, kapıları, kuleler, dehlizler ve hatta düşman sahasına hediye kisvesiyle gönderilen tahta atlar savaşmanın aslında sırf doğal uzam ile değil; aynı zamanda planlanmış alanla da (built environment) ne kadar sıkı ilişkileri olduğunu gösteriyor. Her ne kadar mimarinin savaşlarda kullanımı ezelden beri süre gelse de, kullanım şekli zaman içerisinde büyük değişiklikler gösterdi. Eski savaş stratejilerinde orduların mimari yapılar ile olan ilişkileri daha çok yıkmak üzerinden ilerlerdi. Köprüleri yıkmak, tarihi binaları yıkmak; yakıp yıkıp yok etmek üzerinden. Böylece savaş sonrası elde salt alan kalmış olurdu ve bu alan kimin elinde kaldıysa o kendine uygun planlamayı yapıp kendi alanını inşa ederdi. Savaş literatüründe yıkmak fiili yerini son zamanlarda inşa etmek ve bozmak fiillerine bıraktı. Ordular stratejilerini sadece yıkmak değil, ya yıkıp yerine başka bir şey inşa etmek ya da var olanı dönüştürmek üzerinden yürütüyorlar.
Her ne kadar savaş ve mimari arasındaki ilişki farklı düzlemlerde ele alınabilir olsa da İsrail-Filistin mücadelesinde mimarinin ayrı bir yeri var. Yüzyılımızın en uzun soluklu sıcak çatışma alanı olan bölgede taraflar mücadelelerinin meşruluğunu alan üzerinde hak iddia ederek kuruyorlar. Dolayısıyla alan savaşın amacı ve aynı zamanda mücadelenin gerçekleştiği düzlem oluyor. İsrail devlet ideolojisinin ve onun sahadaki yansıması olan İsrail Savunma Kuvvetleri’nin mimariyle çok ikircikli bir ilişkisi var. İnşaat bir yandan kontrol etmek, hükmetmek için bir araç haline getirilirken diğer yandan da var olan yapılanma ordunun stratejilerine uygun yeni şekillere sokuluyor. Yapmak ve var olanı dönüştürmek İsrail’in savaş stratejilerinden son dönemde en popüler olanı. Tabi bu demek değil ki mimari sadece İsrail tarafından kullanılıyor. Dünyada birçok ordu ve askeri yapılanma mimari teori ve pratiği kendi savaşlarında kullanmakta. Herkes uzam üzerinde söz sahibi olmak ve bu vasıtayla da mücadelede stratejik bir üstünlük elde etmek istiyor. Ama İsrail’in bu alanda özel bir yeri var, çünkü bu işini iyi yapıyor. Yıllardır devam eden bir çatışma ya da çatışma olasılığı psikolojisi onları sürekli hazır olmaya zorluyor. Bu da mekanın dönüştürülmesi, yeni mekansallıklar yaratılması konusunda yaratıcılığı arttırıyor. Bunun yanı sıra İsrail ordusunun bu iş için ayırdığı bütçe çok büyük. Dolayısıyla ordunun mekansal stratejileri son derece pahalı, geniş çaplı ve dikkat çekici, yarattıkları etki de aynı ölçüden büyük; hem bölgede hem de dünya kamuoyunda.



Hali hazırda var olan uzamlarda hareket etmek, boş arazileri mücadelede avantaj sağlayacağına inanılan yapılar inşa etmekten çok daha karmaşık stratejiler gerektiriyor. Zira İsrail ordusu ve Filistin gerillaları arasındaki savaşların büyük bir çoğunluğu yerleşim merkezlerinde sürdürülüyor. En sıcak çatışmalar genellikle Filistin mülteci kamplarında yaşanıyor. Kamplar Filistinli mültecilerin evlerinden oluşan mahalleler veya şehircikler görünümünde. Dolayısıyla bu mekanların mimari yapıları Filistinliler tarafından belirlenmiş ya da en azından ezbere biliniyor. Bu durum sokaklardan geçerek çatışma yapmayı İsrail ordusu için son derece güç ve tehlikeli kılıyor. Sokaklar ve diğer stratejik noktalar Filistinlilerin kontrolünde ve İsraillilerin kullanacağı olası yolları göre stratejiler çok önceden belirlenmiş oluyor. Bu noktada İsrail ordusu kendine yeni stratejiler geliştiriyor. Kentsel sentaksı küçük taktikler vasıtasıyla yeniden düzenliyor. Sokaklar, caddeler, yollar, bahçeler İsrailliler için fazlasıyla tehlikeli. Ordu kumandanları biri uzamın nasıl yorumlandığının önemini vurguluyor. Normalde bir odaya giriş çıkış kapılar ve/veya pencere gibi diğer açıklıklardan sağlanır. Ama bu açıklıklardan çıkmak düşman tarafından tahmin edilebilir olduğu için aynı zamanda tehlikelidir de. Savaşmak düşmanı şaşırmayı gerekli kılar, bu noktadan hareketle İsrail ordusu mensupları kapı, pencere kullanmayıp tam da çıkmaları beklenmeyen yerlerden çıkıyor. Çatışmaların yaşandığı Filistin kamplarındaki halkın savaş deneyimleri eskisinden çok farklı. Oturma odasında televizyon seyrederken birden yanı başınızdaki duvar yıkılıp İsrail askerileri salonu doldurabiliyor. Bu durumların çoğunda aile belirsiz bir süreliğine bir odaya kapatılıyor. Askerler ise daha önce belirlenmiş olan ilerleme planı çerçevesinde, mesela yatak odasından, bir delik açarak komşu eve geçiyor ya da evde bir süre kamp kuruyorlar. Duvarlardan geçme stratejisi iki amaca hizmet ediyor. Birincisi böylece askerler görünmüyor ve hedef haline gelmiyor. İkinci amaç ise bu yöntem sayesinde İsrail ordusu savaş kazanmanın en önemi unsurunu yerine getiriyor, Filistinlilerin hiç beklemedikleri yerlerden çıkarak düşmanı şaşırtıyorlar. Bu taktik dolayısıyla artık birçok silahlı mücadele caddelerden evlerin salonlarına, yatak odalarına taşınmış durumda. İsrail askerleri tarafından yakalanan bir Filistinli savaşçı, “her yerden çıkıyorlar, bununla nasıl savaşabilirsiniz?” diyerek aslında mekanı bu şekilde dönüşmenin bir savaş taktiği olarak amaca ne kadar doğru şekilde hizmet ettiğini dile getiriyor.

bu yazı www.mekanar.com adresinde yayınlanmıştır.
1 Mart 2009 Pazar
Vals im Bashir

Yurdumun gözünü sevdiğim entellektüellerinin son zamanlarda en sık alkışladıkları filmlerden biriyle siftah etmek isterim bu blogdaki kariyerime. (Spoiler'ı bol bir yazı olabilir, şimdiden uyarıyorum.)
Özellikle İsrail'in son dönem Gazze saldırısıyla gündeme gelen, Altın Küre ve Oscar'daki En İyi Yabancı Film adaylıklarıyla iyice adı duyulan Vals im Bashir, hem kendi hafızasındaki hem de belki içinde yaşadığı toplumun kollektif hafızasındaki boşlukları doldurmaya çalışan yönetmen Ari Folman'ın animasyon belgeseli.
Film bir rüya sekansıyla açılıyor: Ari'nin eski bir arkadaşı yıllardır gördüğü ve hep aynı yerde uyandığı rüyasını anlatıyor Ari'ye. Rüyada, bu arkadaş (ismi çok da önemli değil) 26 tane kana susamış köpeğin kendisini öldürmeye geldiğini görüyor. Bu rüyanın gençliğinde katıldığı Lübnan Savaşı'yla ilgili olduğuna emin. Çünkü savaşta insanları öldüremediği için bekçi köpeklerini öldürme görevi vermişler kendisine. Tam 26 tane köpek öldürmüş, hepsinin gözünün içine bakmış öldürürken, rüyalarında da bakmaya devam ediyor. Velhasıl, istiyor ki bu arkadaş Ari bir film yapsın bu konuda. Neden psikiyatriste ya da Shiatsu'ya gitmediğini de "filmler de terapi sayılmaz mı?" diyerek açıklıyor, ki bence aslında burada Ari de bize kendi niyetini açıklıyor. Kendi savaş sonrası travmasının terapisini izleyeceğiz biz önümüzdeki yaklaşık bir buçuk saat boyunca.
Hakikaten arkadaşının anlattıkları Ari'nin hafızasını yoklamasına sebep oluyor ve fark ediyor ki Sabra ve Şatilla katliamına dair hiçbir şey hatırlamıyor. Sadece bir görüntü var gözünün önünde sarı ışık altında, ellerinde silahları, sudan çıkan birkaç genç (bu sahneyi iyi belleyiniz, birkaç kez karşımıza gelecek). Bunun üzerine o sırada yanında olması muhtemel arkadaşlarıyla, travma konusunda uzman psikiyatrlarla, dönemin gazetecileriyle röportajlar yapıp bu filmin omurgasını oluşturuyor. Sonra da bu omurgayı çizgiye döküp filmimizi önümüze sunuyor.
Bu kadar tanıtımdan sonra gelelim yorumlara: "mükemmel bir film" dersem alkış tufanının gazına kapılıp gitmiş gibi görünmekten çok korkuyorum ama gerçekten çok etkileyici bir film en azından görsellik itibariyle tek kelimeyle "güzel". Özellikle filme adını veren "vals" sahnesi ve gemideki halüsinasyonlar gerçekten çok hoş görüyor göze. Bir de ülkedeki Beşir Cemayel kültü ("benim için David Bowie neyse onlar için Beşir oydu") akla bugün Suriye sokaklarında yaşanan Beşir Esad çılgınlığını getiriyor ki sırf isim benzerliğinden öte. Hele ki Max Richter'in yaptığı müzikler "Hey bugün Lübnan'a girdik, bir kaç sivil de öldü ama neyse" minvalli şarkılar hem eğlendiriyor hem de filmin mesajını kuvvetlendiriyor. Erkekler askere neden gider sorusuna verdiği cevaplarla (Sevgilim beni terk etti, suçlu hissetsin istedim. Sınıfın sevişemeyen ineğiydim, erkek gibi görünmek istedim.) militarizmin yanısıra üstü örtülü de olsa maskulinizmi de sorguluyor.
Lakin film siyasi doğruluk itibariyle tartışılabilir gibi geliyor bana. "Ama Sabra ve Şatilla katliamını biz yapmadık ki Hristiyan Falanjistler yaptı" savunmasının üzerine biraz fazla oynanmış, Ariel Şaron'un adı bile geçirilmemiş neredeyse, ki Falanjistlerin İsrail'in paralı askerleri olduğu olup olmadığı sorusu hala akıllarda. Ama bir yandan da Ari Folman kendisi üzerinden mükemmel bir sembolizm kurmuş bence. Nasıl ki Ari katliama katılmadı sadece ortalığı aydınlatan fişekleri ateşledi, İsrail de Filistinlileri tek tek taramadı ama bütün bunlar olurken elini kolunu bağlayıp kenardan izlemekle yetindi.
Bir eylemin yapılmasını kolaylaştıran o eylemi yapanlar kadar suçlu mudur? İşte bu noktada filmin kafası biraz karışık. Hem bir utanç var hem de bir savunma hali. Özellikle Auschwitz göndermesini biraz gereksiz buldum. Sabra ve Şatilla'yla toplama kampları arasında parallelikler kurup "Siz aslında Nazicilik oynadınız, her şeyin sorumlusu Hitlerdir, sen 6 yaşından beri travmatiksin ulan" şeklinde bir çözüm yolu aramak işin kolayına kaçmak oluyor biraz ki isteyen olursa Dreyfus olayına kadar iz sürebilir, ama bu kimsenin omzundaki sorumluluğu hafifletmez. Yine de toplumların kendi geçmişleriyle hesaplaşmaları, İsrail'den gelen savaş karşıtı seslerin gün geçtikçe daha fazla yükselmesi, herkesin kendi elindeki kanı yanındakinin üzerine sürmektense suçunu kabullenmeye başlaması umut verici gelişmeler. Özellikle anti-Siyonizm ve anti-Semitizmin fena halde karıştırılmaya başladığı şu günlerde ("Go back to the oven!") bütün Yahudilerin Müslüman kanına susamış caniler olduğunu düşünenlere güzel bir cevap olmuş Vals im Bashir.
Animasyon konusuna gelirsek, ben teknikten çok anlamıyorum aslında ama naçizane bu filmin sürekli karşılaştırıldığı Persepolis'le bir tek Allah'ının bir olduğu söylesem abartmış olmam heralde. Ne çizim teknikleri, ne de anlatım dilinin alakası yok. Ha ikisi de otobiyografik belgesel tadında olduğu için karşılaştırılıyor olabilir. Eğer ki illa seçmem gerekirse Vals im Bashir'i daha başarılı buldum ben.
Bu film neden animasyon olarak çekilmiş ki diye soran da çok var. Gerçeklik duygumuzla oynanmış diye şikayet eden var, örneğin Altyazı Dergisi'nde konuyla ilgli çıkan makalede (Şubat 2009) yazar filmin tavrını çok ikircikli ve hatta biraz da kaçak güreşir diye nitelendirirken bu animasyon konusuna da değinmiş, "nasıl ki film gerçeklere teğet geçip gidiyor, animasyon tekniğiyle de aynı şekilde gerçeğe teğet geçiyoruz" gibi bir yorum yapmıştı. Ama bence animasyon tam olarak filmde travma uzmanı psikiyatrist kadının anlattığı şeyi yapmaya yarıyor. Seyrettiklerimizi gerçeklikten uzak bir kurgu, bir çizgi film olarak izliyoruz. Son iki dakikaya kadar bu böyle giderken son anda gerçek hayattan arşiv görüntüleriyle karşılaştığımızda bir anda anlıyoruz hanyayı konyayı. Tıpkı doktorun anlattığı amatör fotoğrafçının kamerasının kırılması gibi bizim de kameramız kırılıyor bir anda ve çatırttt!!!
Welcome to the desert of real...
Özellikle İsrail'in son dönem Gazze saldırısıyla gündeme gelen, Altın Küre ve Oscar'daki En İyi Yabancı Film adaylıklarıyla iyice adı duyulan Vals im Bashir, hem kendi hafızasındaki hem de belki içinde yaşadığı toplumun kollektif hafızasındaki boşlukları doldurmaya çalışan yönetmen Ari Folman'ın animasyon belgeseli.
Film bir rüya sekansıyla açılıyor: Ari'nin eski bir arkadaşı yıllardır gördüğü ve hep aynı yerde uyandığı rüyasını anlatıyor Ari'ye. Rüyada, bu arkadaş (ismi çok da önemli değil) 26 tane kana susamış köpeğin kendisini öldürmeye geldiğini görüyor. Bu rüyanın gençliğinde katıldığı Lübnan Savaşı'yla ilgili olduğuna emin. Çünkü savaşta insanları öldüremediği için bekçi köpeklerini öldürme görevi vermişler kendisine. Tam 26 tane köpek öldürmüş, hepsinin gözünün içine bakmış öldürürken, rüyalarında da bakmaya devam ediyor. Velhasıl, istiyor ki bu arkadaş Ari bir film yapsın bu konuda. Neden psikiyatriste ya da Shiatsu'ya gitmediğini de "filmler de terapi sayılmaz mı?" diyerek açıklıyor, ki bence aslında burada Ari de bize kendi niyetini açıklıyor. Kendi savaş sonrası travmasının terapisini izleyeceğiz biz önümüzdeki yaklaşık bir buçuk saat boyunca.
Hakikaten arkadaşının anlattıkları Ari'nin hafızasını yoklamasına sebep oluyor ve fark ediyor ki Sabra ve Şatilla katliamına dair hiçbir şey hatırlamıyor. Sadece bir görüntü var gözünün önünde sarı ışık altında, ellerinde silahları, sudan çıkan birkaç genç (bu sahneyi iyi belleyiniz, birkaç kez karşımıza gelecek). Bunun üzerine o sırada yanında olması muhtemel arkadaşlarıyla, travma konusunda uzman psikiyatrlarla, dönemin gazetecileriyle röportajlar yapıp bu filmin omurgasını oluşturuyor. Sonra da bu omurgayı çizgiye döküp filmimizi önümüze sunuyor.
Bu kadar tanıtımdan sonra gelelim yorumlara: "mükemmel bir film" dersem alkış tufanının gazına kapılıp gitmiş gibi görünmekten çok korkuyorum ama gerçekten çok etkileyici bir film en azından görsellik itibariyle tek kelimeyle "güzel". Özellikle filme adını veren "vals" sahnesi ve gemideki halüsinasyonlar gerçekten çok hoş görüyor göze. Bir de ülkedeki Beşir Cemayel kültü ("benim için David Bowie neyse onlar için Beşir oydu") akla bugün Suriye sokaklarında yaşanan Beşir Esad çılgınlığını getiriyor ki sırf isim benzerliğinden öte. Hele ki Max Richter'in yaptığı müzikler "Hey bugün Lübnan'a girdik, bir kaç sivil de öldü ama neyse" minvalli şarkılar hem eğlendiriyor hem de filmin mesajını kuvvetlendiriyor. Erkekler askere neden gider sorusuna verdiği cevaplarla (Sevgilim beni terk etti, suçlu hissetsin istedim. Sınıfın sevişemeyen ineğiydim, erkek gibi görünmek istedim.) militarizmin yanısıra üstü örtülü de olsa maskulinizmi de sorguluyor.
Lakin film siyasi doğruluk itibariyle tartışılabilir gibi geliyor bana. "Ama Sabra ve Şatilla katliamını biz yapmadık ki Hristiyan Falanjistler yaptı" savunmasının üzerine biraz fazla oynanmış, Ariel Şaron'un adı bile geçirilmemiş neredeyse, ki Falanjistlerin İsrail'in paralı askerleri olduğu olup olmadığı sorusu hala akıllarda. Ama bir yandan da Ari Folman kendisi üzerinden mükemmel bir sembolizm kurmuş bence. Nasıl ki Ari katliama katılmadı sadece ortalığı aydınlatan fişekleri ateşledi, İsrail de Filistinlileri tek tek taramadı ama bütün bunlar olurken elini kolunu bağlayıp kenardan izlemekle yetindi.
Bir eylemin yapılmasını kolaylaştıran o eylemi yapanlar kadar suçlu mudur? İşte bu noktada filmin kafası biraz karışık. Hem bir utanç var hem de bir savunma hali. Özellikle Auschwitz göndermesini biraz gereksiz buldum. Sabra ve Şatilla'yla toplama kampları arasında parallelikler kurup "Siz aslında Nazicilik oynadınız, her şeyin sorumlusu Hitlerdir, sen 6 yaşından beri travmatiksin ulan" şeklinde bir çözüm yolu aramak işin kolayına kaçmak oluyor biraz ki isteyen olursa Dreyfus olayına kadar iz sürebilir, ama bu kimsenin omzundaki sorumluluğu hafifletmez. Yine de toplumların kendi geçmişleriyle hesaplaşmaları, İsrail'den gelen savaş karşıtı seslerin gün geçtikçe daha fazla yükselmesi, herkesin kendi elindeki kanı yanındakinin üzerine sürmektense suçunu kabullenmeye başlaması umut verici gelişmeler. Özellikle anti-Siyonizm ve anti-Semitizmin fena halde karıştırılmaya başladığı şu günlerde ("Go back to the oven!") bütün Yahudilerin Müslüman kanına susamış caniler olduğunu düşünenlere güzel bir cevap olmuş Vals im Bashir.
Animasyon konusuna gelirsek, ben teknikten çok anlamıyorum aslında ama naçizane bu filmin sürekli karşılaştırıldığı Persepolis'le bir tek Allah'ının bir olduğu söylesem abartmış olmam heralde. Ne çizim teknikleri, ne de anlatım dilinin alakası yok. Ha ikisi de otobiyografik belgesel tadında olduğu için karşılaştırılıyor olabilir. Eğer ki illa seçmem gerekirse Vals im Bashir'i daha başarılı buldum ben.
Bu film neden animasyon olarak çekilmiş ki diye soran da çok var. Gerçeklik duygumuzla oynanmış diye şikayet eden var, örneğin Altyazı Dergisi'nde konuyla ilgli çıkan makalede (Şubat 2009) yazar filmin tavrını çok ikircikli ve hatta biraz da kaçak güreşir diye nitelendirirken bu animasyon konusuna da değinmiş, "nasıl ki film gerçeklere teğet geçip gidiyor, animasyon tekniğiyle de aynı şekilde gerçeğe teğet geçiyoruz" gibi bir yorum yapmıştı. Ama bence animasyon tam olarak filmde travma uzmanı psikiyatrist kadının anlattığı şeyi yapmaya yarıyor. Seyrettiklerimizi gerçeklikten uzak bir kurgu, bir çizgi film olarak izliyoruz. Son iki dakikaya kadar bu böyle giderken son anda gerçek hayattan arşiv görüntüleriyle karşılaştığımızda bir anda anlıyoruz hanyayı konyayı. Tıpkı doktorun anlattığı amatör fotoğrafçının kamerasının kırılması gibi bizim de kameramız kırılıyor bir anda ve çatırttt!!!
Welcome to the desert of real...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)