(Post-seçim sendromuna uğrayanlar için alternatif başlık: Ne diye uğraşıyoruz?)
29 Mart akşamı bir TV kanalı sunucusu, seçim programına şu anonsu yaparak ara verdi:
“Ankara ve İstanbul’da yaşanan elektrik kesintileri ve Yüksek Seçim Kurulu’nun sitesinin, fazla veri girişi nedeniyle kilitlenmesi sonucu, veri aktarımı bir süreliğine durdurulmuştur. Bu sebeple verilerimizi güncelleyemiyoruz. Şimdi kısa bir ara veriyoruz, reklamlardan sonra yeniden sizlerle birlikte olacağız.”
Bu esnada İstanbul ve Ankara’da, büyükşehir belediyesi başkanlığı yarışında uzun yıllardır görmediğimiz bir çekişme yaşanıyordu.
Anlaşılan, her ne olduysa yayına verilen arada oldu. Reklamların ardından, bazı bölgelerdeki seçim sandıklarının çalındığına dair haberler yayınlanmaya başlandı. Ankara’daki başkan adayları birer birer kameraların önünde demeçler verdi, hemen hepsi üzüntü ve kaygılarını dile getirdi; cep telefonlarına, sandıklara sahip çıkın tarzında kısa mesajlar gönderildi. İşte o anda tüm Türkiye’nin bir at yarışı izler gibi heyecanla izlediği yerel seçim sonuçları, benim için tüm büyüsünü kaybetti.
Spekülasyonlardaki doğruluk payı nedir; bunun muhakemesini, tüm dünyada toplumlar değil, medya veriyor. Aynen ekranlara yansıtılan oy oranlarında olduğu gibi; seçmeni ekran başına kilitleyerek, gerçekleri tanımlıyor. Bu tanımlamayla birlikte “demokrasi”nin öznesi birey/seçmen, nesneleşiyor ve birey/seyirciye dönüşüyor. Anlıyorum ki demokraside halk son sözü değil, aslında ilk sözü söylüyor. Oylar atıldıktan ve sandıklar kapandıktan sonra demokrasinin çizgisini seçmenler değil, bürokrasi ve medya belirliyor.
Ne tesadüftür ki Marksist ve yapısalcı teorilerde sıkça okuduğum argümanların pratiğe dökülmesi 29 Mart akşamını ve daha da önemlisi, o kısa reklam arasını bekleyecekmiş. YSK’da yaşanan aksaklık, çalındığı söylenen seçim sandıkları ve elektrik kesintileri, Türkiye’de demokrasiye olan inancımı zedelediği kadar, bize sunulan sonuçların gerçekliğini ve demokrasimizin gerçekliğini de sorgulamama sebep oldu. Bir ayağım yere basıyor, hala Türkiye’de demokrasinin karşılaştığı engelleri, sayım sırasındaki güvenlik personeli eksikliğini, kimin daha çok büyükşehir, il ya da ilçe kazandığını önemsiyor, diğer ayağım ise havada, günlük pratikleri umursamaz olmuş, gerçeğin ta kendisini sorguluyor. Yaşadığım kişilik bölünmesini tarif etmek güç – fakat zıtlıklarla betimlendiğinden eminim: modern ve post-modern, toplumcu ve bireyci, duyarlı/sorumlu/politize ve duyarsız/sorumsuz/apolitik.
Eğer ki oy sayımının en kritik anında YSK’nın sistemi çökmemiş ve İstanbul ve Ankara’nın muhtelif semtlerinde elektrikler kesilmemiş olsa, bana sunulan sanal gerçeklik dünyasında biraz olsun “demokratik huzura” erecektim belki de. Şimdi ise kafamda bir değil birçok soru işareti beliriyor. Uyku da fayda etmiyor.
Oyunuzu kullanın. Oy kullanma vatandaşlık görevinin ötesinde hem kendinize hem de topluma karşı olan bir sorumluluğunuzdur… Peki ya bu sorumluluk bilinciyle, bilinçleniyor muyuz yoksa uyutuluyor mu? Oyunuzun çöpe gideceğini, ya da çalınacağını bilseydiniz, baharın habercisi ılık bir Pazar sabahı kahvaltınızı bile etmeden kalkıp sandık başına gider miydiniz? İnançları dahi sorgulayabildiğimiz post-modern dünyada, bir inançlı siz kalır mıydınız?
29 Mart yerel seçimlerinde çalınan sandık, kesilen elektrik değildir, Türk demokrasisidir diyenlerdenseniz; sitemim sandıktan kimin çıktığına, büyükşehir belediyelerini kimin kazandığına değil; zaten bu ülkede A partisi ile B partisi arasında ne fark var ki: benzer söylemler, icraatlar. Fark yaratan (ya da yaratacağına inanılan) partiler ise yüzde 1 bile oy alamıyor. Sitemim oy verilen sandığın kaybolmasına, çalınmasına, oyların karanlığa karışmasına; haykırışım demokratik aksaklığımıza diyenlerdenseniz cevabınız evet olurdu.
Türkiye “bitmiştir”, bu ülkede, ülkeyi de bırakın bu dünyada bana huzur yok, bir simülasyon değil de nedir yaşadığımız bu hayat diyenlerdenseniz ise, cevabınız hayır olurdu. Ya da, cevap bile vermez, çeker giderdiniz.
Her ne kadar çoğumuz gerçek ve doğruların peşinde koşarak günlerimizi geçiriyor olsak da, günün sonunda biz sunulan gerçeklerle yetinmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. 29 Mart akşamı demokratik işleyişe verilen reklam arası da buna güzel bir örnek teşkil ediyor. Anlamların değeri sarsılıyor, inanç ve ahlak sınırları zorlanıyor. İnsanlar fizik ile metafizik arasındaki ince sınırda yürüyor; fakat hiççiliğe teslim olmaktansa, kendilerine sunulan sanal gerçekliğin oyuncuları olmayı yeğliyor.
Öyleyse bırakın, yaratılan sanal gerçeklikte demokrasiyi biraz olsun yaşayabilelim…
Blog, Boğaziçi Üniversitesi vesilesiyle tanışan bir grup arkadaşın eseridir. Blogda "serbest kültür çalışmaları" diye tanımlanacak denemeler yer alır. Yazarları bir araya getiren, ortak siyasi duruş veya estetik beğeni değil, özgür düşüncenin meyvelerinin değerli olduğuna duyulan inançtır. Bize ulaşmak için: fmoblogu@gmail.com
Yerel seçimler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yerel seçimler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Nisan 2009 Perşembe
27 Mart 2009 Cuma
Siyaset Sahnesinde Farklı Bir Muhtar

Temsili sistemin faraziliğini, liberal demokrasinin meşruiyet krizlerini yoğun bir şekilde hissetsek de her seçim küçük de olsa bir değişim heyecanını içinde barındırıyor. 2009 yerel seçimleri de keza. Ancak bu seçimin heyecanını öncekilere göre arttıran bir yanı da var, en azından bir mahalle için: Beyoğlu'nun Katip Mustafa Çelebi Mahallesi. Ulusal basında az da olsa muhtar adayı Belgin Çelik ile duyulan bir mahalle. Heyecanın kendisi de birebir Belgin Çelik'in kendisi. Çelik, Uluslararası Af Örgütü dahil çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görev almış, hala Lambda İstanbul'da aktif olarak çalışan bir transseksüel. 30 yıldır bu mahallede yaşıyor ve Amargi'den arkadaşlarının teklifiyle muhtarlığa adaylığını koyduğunu söylüyor. Mahalleliyi çok iyi tanıdığı ve sorunları iyi bildiği için de seçilme şansının yüksek olduğunu belirtiyor.
Gerçekten de bu mahallenin Türkiye'nin siyasi sınırında bir hali var: İnsan Hakları Derneği ve İnsan Hakları Vakfı'nın İstanbul şubeleri, Lambda, Amargi, Mor Çatı hepsi bu mahallenin sınırları içinde bulunuyor. 60lara kadar nüfusunun büyük bölümünün Ermeni ve Rumlardan oluştuğu biliniyor. Şimdi ise, bölgesel konumu itibariyle olduğu gibi, Cihangirle Tarlabaşı arasında, sonrakine daha yakın, bir mahalleli profili söz konusu. Sanatçı ve öğrencilerin sakinlerin önemli bir bölümünü oluşturması Çelik'in seçilme şansını daha da arttırıyor.
Mahallede biraz gezindiğinizde, Çelik'in en büyük rakibinin Cemal Şahin olduğunu anlıyorsunuz. Neredeyse her beş metrede bir, sokakların göze batan köşelerinde ikişer üçer posterlerlariyle karşılaşmak mümkün. Bu bolluğun kaynağının, sahibi olduğu emlakçıdan geldiği dükkanının önüne gelince anlaşılıyor. Şahin emlak, mahallenin en nüfuzlu emlakçısı ve bugünlerde dükkanların vitrinlerini kaplayan posterlerden esnafla arasının da iyi olduğu anlaşılıyor. Bir diğer aday da şimdi görevde olan muhtar Salih Kahveci. Sokaklarda pek adı geçmese de, seçmen kartlarını almaya giden mahalleliye kartı kendi adı yazılı pusulaları ve posterini zımbalayarak vermesi, beraberinde de bürokratik bir işlem için yol gösten bir üslupla muhtarlık zarfına bu pusulanın damgalanıp koyulması gerektiğini anlatması açıkça usulsüz de olsa Kahveci'nin seçilme şansını arttırıyor. Sonucun ne olacağını kimse bilmiyor ancak Belgin Çelik cepesinde güçlü rakiplere rağmen umutlar yüksek.
Çelik seçilirse mahallenin yeşil alanlarını arttıracağını, şehir planında çoçuk parkı olarak gözüken ancak sonra otopark mafyası tarafından ele geçirilen alanı aslına döndüreceği, aksayan çöp toplama saatlerini bir düzene sokacağı gibi çeşitli vaatleri ön plana çıkarıyor. Ancak kendisinin seçilmesi durumunda önemi mahallenin sınırlarıyla da kalmayan iki siyasi yenilik ufukta gözüküyor. İlki kuşkusuz, Türkiye'de ilk defa bir transseksüelin devletin yönetim organlarından birinde görev alacak olması. Bu kadınların siyasete katılım oranlarının İranla yarışan düzeyde (tam istatistiği bilmiyorum ama aklımda böyle kalmış) olduğu bir ülke için radikal bir yenilik. Çelik'in adaylığı, geçtiğimiz haftalarda Ebru Soykan'ın öldürülmesiyle tekrar şahit olduğumuz homo/transfobik şiddete neredeyse alışık olan bir ülkede, buna maruz kalanların yanı sıra diğer tepkililer için de büyük bir teselli ve umut oluyor. Basit bir muhtarlık neleri değiştirebilir diye sorulabilir. Elbetteki Türkiye'nin genelinin fobilerinden biraz sıyrılabilmesi, farklı olana yönelik tahamülsüzlüğünü kırabilmesi için daha çok yol kat edilmesi gerekiyor. Ancak kişiliği ve becerisiyle ön plana çıkan transseksüel bir mahalle muhtarının varlığı, bölgesel ve ülke çapındaki eşcinsel hareketlerine bir itki sağlamanın yanı sıra, toplumun eşcinsellere yönelik algısında da olumlu değişikliklere vesile olabilir.
Avrupa ve Amerika'daki eşcinsel hareketleri de böylesi küçük mücadeleler ve zor başarıların üzerine bina olmuş. Şimdiki özgürlükçü kültürlerini çok değil otuz kırk sene evvel yükselen eşcinsel hareketlerine borçlular. Milk filmi dolayısıyla gündeme gelen Harvey Milk, 1977 yılında Amerika'daki ilk cinsel kimliğini gizlemeyen eşcinsel eyalet meclisi üyesi oluyor. Sean Penn'in şahene oyunculuğuyla, Gus Van Sant'ın elinden izlediğimiz film Los Angelis'ın Castro sokağında zorluklarla dolu bir mücadelenin bütün ülkedeki eşcinsellere nasıl ilham ve cesaret kaynağı olduğunu da gösteriyor. Filmde Sean Penn'in ağzından Milk'in önemli bir siyasi düsturunu da duyuyoruz: siyaset arenası bir tiyatro gibidir, orada mesele sonuç değil görünür olmak (birebir bir alıntılama değil, aklımda kaldığınca yazabildim). Siyasete dair benzer bir içgörü, Türkiye'de Belgin Çelik'in muhtar adaylığının da ehemmiyetini gözler önüne seriyor.
Çelik'in seçilmesi durumunda öncülük etmeyi taahhüt ettiği ikinci siyasi yenilik de katılımcı bir yönetim şeklini devreye sokmak. Çelik "yalnızca oylarınızı değil, fikirlerinizi de istiyorum" diyor. Her ay yapılacak mahalle toplantılarında, sorunları mahallelinin doğrudan katılımıyla çözüme ulaştırmayı amaçladığını belirtiyor. Bu ikinci yenilik, ilki kadar emsalsiz değil. Fatsa'dan sonra İzmir Karşıyakadaki Karşıyaka Kent Meclisi'yle, Hopa'daki mahalle meclisleriyle yerel halkın katılımına dayalı demokratik usul Türkiye sınırlarında uygulanmamış değil. Ancak ilki askeri müdahaleler, sonrakiler de belediye başkanlığındaki değişimler sebebiyle devam ettirilememiş (bu konuyla ilgili ayrıntılar için bkz: Yavuz Yıldırım'ın Birikim Mart 2009 yazısı). Belgin Çelik'in olası muhtarlığı, küçük çaplı da olsa doğrudan demokrasinin Türkiye'de yeniden tecrübelenmesinin yolunu açabilir gibi görünüyor.
Çelik, liberal demokrasinin iki geleneğinin de bir türlü yerleşemediği topraklarda hem birey haklarını hem katılımı ön plana çıkararak mahallesi için küçük ama Türkiye siyaseti için büyük bir adım atıyor. Üstelik, farklı olanın kabulünün gerçek bir demokrasi için temel koşul olduğunu hatırlatarak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)