Türk dizilerinin
bölüm süreleri neden bu kadar uzun?
Kime göre, neye
göre uzun diyeceksiniz. Türkiye’de de en azından ‘AB’ grubunun yoğun ilgisini
çeken Amerikan dizileriyle bir karşılaştırma yapalım. Yılda yirmi küsür bölümle
ekrana gelen Amerikan durum komedilerinin her bir bölümü (net, yani reklam
hariç) 25 dakikanın altında. Aynı gösterim sıklığına sahip CSI, 24 gibi
aksiyon/gerilim dramalarında süre net 45 dakika civarında. Daha büyük bir prodüksiyon
gerektiren Sopranos ve Game of Thrones gibi dramalar yılda yaklaşık on defa izleyiciyle buluşsa da bölüm uzunlukları net 1 saati aşmıyor. Türk
dizileri ise, yayın sezonu boyunca istisnasız her hafta seyirciyle buluşurken her
bir bölüm mutlaka net bir saatin üzerinde, pek çok yapımda ise bir buçuk saati
dahi aşıyor, böylece tek bir yapım reklamlarıyla özetleriyle birlikte tüm bir
akşamı götürüyor. Yalnız Kuzey Güney,
Ezel, Fatmagül’ün Suçu Ne? gibi dramalar değil, Yalan Dünya gibi bir komedi bile net bir buçuk saat. Zurnanın zırt
dediği yer yenilerde İntikam
dizisinin ilk bölümünün aynı kanalda bir gece boyunca art arda üç kere
gösterilmesi oldu. Neden? Yapımcılar ve kanal yöneticileri bunu neden tercih
ediyor, izleyiciler buna neden tahammül ediyor? İnsanın aklına iki temel neden
geliyor.
1) Birincisi, ‘biz
böyle uzun, yavaş, ağdalı işleri severiz; bizim kültürümüze, muhabbetlerimize,
iletişim tarzımıza bu uygun.’ Bunda mutlaka bir doğruluk payı vardır.
İzleyiciye hiç hitap etmeyen bir formatın süregitmesi pek mümkün değil. Bizim
izleyicimiz neden sever böyle işleri, bunun temeli anlatı geleneğimizin
tarihinde falan aranabilir. Veya şöyle düşünülebilir. Türkiye ulaşımın ortalama
gelir düzeyine göre çok masraflı olduğu, ev dışında eğlenceye erişimin hem bu
tür ekonomik olgulardan hem de mahremiyeti düzenleyen toplumsal kurallardan
ötürü çok serbest olmadığı bir ülke. ‘Keyif’
dediğimiz şey, özellikle kadınlar için, ev ve aile tarafından belirlenen
koordinatlar içinde tadıldığı ölçüde meşruiyet kazanıyor. Bir de son derece
yaygın ev hanımlığı durumu var. Yani Türkiye’de TV izleyicisinin TV ile
ilişkisi ‘işten eve geldim, spor salonuna veya bara gitmeden önce bir yarım
saat televizyona bakayım’dan ziyade, ‘televizyon sabahtan akşama kadar açık
kalsın, nasıl olsa hep evdeyiz/kahvehanedeyiz, ne çıkarsa izleriz’ biçiminde,
dersek herhalde çok yanlış bir genelleme yapmış olmayız.
Eğer olay bundan
ibaretse, mesele—yarı cahil TV prodüktörlerinin çok sevdiği deyimle—bir ‘arz
talep meselesi.’ Seyirci bunu talep ediyor, biz de bunu veriyoruz. Fakat iletişim
sosyolojisi ve ekonomisi üzerine kafa patlatmış herkes talep denilen şeyin öyle
mantar gibi kendiliğinden bitmediğini; endüstrinin talep yaratma, yönlendirme, yönetme
durumuna gelebildiğini bilir. Bir de ‘talep’ deyip geçmeden önce şunu fark
etmek lazım: Belli bir formatın seyirci tarafından reddedilmemesi o formatın şevkle
benimsendiğinden ziyade, seyircinin duruma yalnızca alternatifsizlikten ötürü tahammül
etmekte olduğu anlamına gelebilir.
Çeşitli nedenlerden ötürü rekabete kapalı, inovasyon ve riske yatkın
olmayan bir sektör ile eğitim düzeyi düşük bir tüketici kitlesi buluştuğunda aslında
tarafların hiçbiri için ideal olmayan bir arz-talep dengesi (ekonomik deyimle sub-optimal
equilibrium) ortaya çıkabilir.[1]
Bence dizi sektörü için durum şu anda bu. Her kesimden insanın günlük
sohbetlerde gittikçe uzayan dizi sürelerinden ‘işkence’ diye şikayet ettiğine
bakılırsa ortada benimsemeden ziyade bir tahammül durumu var. Parlatılmış
oyuncular ve ‘arkası haftaya’ hikayelerle izleyiciyi esir alan diziler eğlence
alternatiflerinin yokluğunda izeyicinin sabrını
istismar ediyor. Hikayenin tükendiği noktada bölüm süresini doldurmak için yama
sahneler koyarak işlerinin kalitesini düşürmek zorunda kalan senaristler veyönetmenler
bile durumdan açıkça şikayetçi: Yalan Dünya’nın
kendisiyle dalga geçtiği sahnelerde bunu okumak mümkün.
2) Bu da bizi
ikinci nedene getiriyor. Onu da kısaca, ‘burası Türkiye, parayı veren düdüğü
çalar, önemli olan kaliteli ürün sunmak değil reyting alıp bolca reklam parası
kazanabilmek, demek ki uzun yapımlar bu işe daha çok yarıyor’ şeklinde
özetleyebiliriz. İyi güzel, akla gayet yatkın da, bizim yapımcılarımız, TV
yöneticilerimiz para kazanmayı Hollywood’dan daha mı çok seviyor, daha mı iyi
biliyor? Hiç sanmıyorum. Öyleyse neden bizim dizilerimiz Amerikan dizilerinden
çok daha uzun? Bunun basit anlamda paragözlüğün ötesine geçen bir ekonomik
açıklaması olmalı. Doğru yanıttan emin değilim ama bu şekilde iki teorim var.
Bunlar durumu açıklıyor olabilir.
a) ABD’de kablolu
TV olgusu çok daha yaygın. Özel bir ücret ödemeden ulusal çapta izlenebilen
Kanal D gibi, ATV gibi büyük kanal olgusu pek yok. Bu kablolu TV’lerdeki
reklamların ise önemli bölümü yerel. Yani diyelim ki HBO kablolu kanalında
yayın yapan Game of Thrones dizisini Massachusetts
eyaletinin Hampshire ilçesindeki evinizde izliyorsunuz. Göreceğiniz reklamların
bir kısmı jenerik otomobil veya telefon reklamları olsa da bir kısmı sizin özel
ihtiyaçlarınıza hitap ettiği varsayılan, Hampshire bölgesindeki iş yerlerine
ait reklamlar olacaktır. (Yani aynı diziyi aynı anda Texas’tan izleyen
arkadaşınızdan farklı reklamlar sunulacak size kanal tarafından). Yerel
düzeydeki bu reklamların kalitesi de, maliyeti de, ekonomik dönüşü de son
derece düşük. Bu yüzden, kanal gelirleri içinde reklam gelirinin oranının Türkiye’dekinden
daha düşük olduğunu tahmin ediyorum. Zaten kablolu olan bu kanallar izleyiciden
doğrudan ücret talep ediyor izlenebilmek için. Türkiye’de ise reklam kraldır. Ulusal
çapta reklam vermek isteyen, bunun için büyük paralar döken ve bu parayı
çıkarabilmek için tüm izleyiciye bir reklam kuşağıyla ulaşmak isteyen ulusal
çaptaki firmalar ile, tüm akşamı tek yapımla götürerek az emek ve az
yaratıcılıkla çok para kazanmak isteyen TV kanallarının çıkarları bu noktada
buluşuyor belki de. Uzun bölüm ve pahalı prodüksiyon furyasını başlattığını
ileri sürebileceğimiz Asmalı Konak’ın
yalnızca final bölümünden kanalın 7 milyon doların üzerinde gelir elde ettiği
söylenmişti.[2] Böyle
verimli bir inek ele geçince onu mümkün olduğunca sağmak, altın yumurtlayan dizinin
her bölümünü daha da uzatmak işe geliyor, alternatif projelerle rekabet
yaratmak yerine.
b) ABD’de demografik olarak daha parçalanmış bir toplum var. Tek bir yapımla siyahlara, beyazlara, Hispaniklere, çeşitli eğitim gruplarından insanlara, zenginlere ve yoksullara aynı anda hitap edilemiyor. Bu yüzden her bir grup için özel olarak tasarlanmış çok sayıda yapımı piyasaya sürmek ve aynı gün içinde göstermek gerekiyor ve bu çok sayıdaki yapımdan her biri kendini götürecek kadar reyting alabiliyor. Türkiye’de ise izleyicinin beğenisi daha yeknesak. Böylece tek bir yapımla bir akşamı götürmek ve tüm ‘total’ grubuna hitap etmek mümkün oluyor. Bu yüzden sezon başında çok sayıda dizi arz edilse dahi bunlar aslında aynı lacivertin farklı tonlarında oldukları için birbirleriyle rekabet ediyorlar ve sezon sonunda birkaç şanslı yapıma yerlerini bırakarak yayından kalkmış oluyorlar. Türkiye’de yeknesak izleyici beğenisinin dışında referans noktaları yaratan İslami muhafazakarlık ve Kürtlük gibi unsurlar yok değil elbette. Ancak bu demografik grupların ‘meşru’ ve ‘para getiren’ medya üretiminde pay alması ve bu piyasa içinde tercih ifade etme olanağı siyasi ve sosyolojik nedenlerden ötürü kısıtlı olageldi. Dikkat ediniz ki anaakım TV temsillerinde başörtülü kadın görmek hala pek mümkün değil. Gerçi son on-on beş yıldır mütedeyyin kesimler için özel bir medya üretimi palazlanıyor ama büyük kanallar bu niş piyasaya henüz el atmadı. Kürtler ise henüz bekleme halinde.
Peki diziler uzun
oluyor da bunun sonucunda ne oluyor?
1) Az sayıda ürün
(dizi) arzı tüketiciyle buluşuyor. Diğer ekonomik sektörlerde ürün arzında
çeşitlilik genelde iyi bir şey olarak görülür. Dizi sektöründe (en azından
sezon ortasına varılıp da pek çok dizi yayından kalktığında) böyle bir
çeşitlilik yok. Bir akşamı bir diziyle geçirmeye mecbur kalıyoruz. Yukarıda
yazdığım gibi pek çok izleyici durumdan şikayetçi. Örneğin ben, bazı dizilerin
hikayeleri beni çekse de bir bölüm izlemek için televizyon karşında aralıksız geçirecek
iki-iki buçuk saatim olmadığı için Türk dizisi izleyemiyorum.
2) Büyük bir dizi
ekonomisi oluşuyor, ancak bu pasta hiç adil paylaşılmıyor. Kanal yönetimi ve yıldız
oyuncular büyük paralar kazanırken diğer oyuncular, figuranlar, senaristler
düşük ücretlerle, güvencesiz, ve keyfi biçimlerde uzun satler boyunca çalıştırılıyor.
Arkadaşım Zeynep Baykal’ın bana hatırlattığı üzere sette veya günde 18 saat
çalışıp eve dönerken kaza geçirip hayatını yitiren set çalışanları söz konusu.
2010’da ‘yerli dizi yersiz uzun’ sloganıyla İstanbul AKM önünde bir gösteri de
yapılmıştı bunu protesto etmek için, sektörün alt düzey çalışanları tarafından.
3) Bana kalırsa estetik
anlamda kalite düşüyor, yaratıcılık potansiyeli doğru biçimde kullanılamıyor. Bu
durumda Türk medyası, yaratıcılık isteyen, kaliteli, kalıcı işler yapmak, yapılan
işleri yurtdışına pazarlayarak daha büyük liglerde oynamak, daha büyük paralar
da kazanmak açısından belki de potansiyelini çarçur ediyor. Diyeceksiniz ki
fakat dizilerimiz yenilerde ihraç edilmeye başladı. Doğru, ama ben bir potansiyelden
bahsediyorum. Katılırsınız, katılmazsınız. Bence daha iyisi yapılabilir, sırf
sanat için değil, daha büyük paralar da kazanılabilir. Aynısı film sektörü için
de geçerli. 18 milyon dolar gibi yabana atılmayacak bir para harcadıktan sonra
çok mu zordu Fetih 1453 projesinden biraz
olsun yüzüne bakılır, izlenir bir film yaratmak? Sırf Ortadoğu ve Balkanlarda
değil de ABD’de, Fransa’da, Hindistan’da gösterime sokmak? Bence daha fazla
paradan önce daha fazla emek, özen, yaratıcılık ve vizyon gerekiyor böyle
başarılar için. Hadi diyelim Çin sineması sırf geniş Çin pazarı sayesinde ölçek
ekonomisi yapabiliyor. Fakat dil havzası bizimkinden dar olan Kore sinemasının bir
iki milyon dolarlık yapımlarla yakaladığı uluslararası popülariteyi, hatta İran
filmlerinin başarısını biz yakalayamıyorsak sebebini sırf parasal sıkıntılarda
değil de yeterince kıymetini bilmediğimiz bu vasıflarda arayalım.
[1] Yani aslında oyunun kuralları biraz değiştirilse, bambaşka bir denge de mümkündür aynı malzemeyle, ama vizyonsuz oyuncular arz-talep dengesi deyip geçecek ve alternatifleri göz ardı edecektir.
[2] Bu rakam Asmalı Konak gibi gözde
bir dizi için bile ortalama değil bir zirve noktası. Bu açıdan 7 milyon dolar
kulağa çok büyük bir rakam gibi gelmeyebilir. Game of Thrones’un tek bölümünün TV reklam geliri nedir?
Bilmiyorum. Ancak böyle bir karşılaştırma yapılacaksa hesaba katılması gereken
iki nokta var: Birincisi Asmalı Konak’ın
haftada, Game of Thrones’un ayda bir
gösterilmesi. İkincisi, Türk ve ABD ekonomilerinin (ve daha özel olarak bu
ülkelerdeki medya ekonomisinin) arasındaki boyut farkı. Bu faktörler kontrol
edildiğinde eminim bu 7 milyon dolar Türkiye için çok büyük bir karlılık
anlamına gelecektir. Hatta daha da ileri giderek bunun ABD için bile önemli bir
rakam olabileceğini düşünüyorum. Wikipedia’ya göre Game of Thrones’un ilk sezonunun maliyeti 50-60 milyon dolar. Eğer
Hollywood filmlerindeki kar marjı (stüdyolar için yıllık ortalama hedef %10
civarında) Amerikan TV dizileri için de geçerliyse 7 milyon dolarlık bölüm
başına reklam geliri Game of Thrones’u
bile kurtarır.
5 yorum:
yabanci olarak birkac tane dizi takip ederim. Kuzey-Guney en iyisi bu yil - performanslar guzel, produksiyon standarlari yuksek. En kotusu Deniz Feneri (adi dogru mu acaba) - neyse hayatimda TVde (herhangi bir yerde) daha kotu 'acting' gormedim. Butun dizlerde tesadufler hakim oluyor. Koskoca Istanbulda sen taksideyken nasil sevgilin sahilde rastlanilir havsalam almiyor. Birde cep yoksa senaryo da yok - her sahne cep telefon cagrisina baglidir. Alis-veris buyuk payi da var- siz Turkler hersey alirsiniz masallah!
Değerli keklik,
Siz nerelesiniz, Türk dizilerini nereden takip ediyorsunuz acaba? Yalnızca meraktan soruyorum.
Amerikalıyım. Dizileri fun için takip ederim :)
Bu konuyla ilgili olarak ayrica bknz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/mehmet_tarhan/yaydirmali_dizi_matematigi-1172510
Bu konuyla ilgili olarak ayrica suna da bknz: http://blog.radikal.com.tr/medya-televizyon/turk-dizileri-neden-kisa-omurlu-oluyor-61372
Yorum Gönder