Geçen hafta başlayan röportajın devamını buradan okuyabilirsiniz. Hafta içine yetişmemesinden dolayı da okurlarımızdan özür dileriz.
5. Osmanlıca
işin içine hangi noktada girdi?
Aslında temel Türkçeyi uzun yıllar önce öğrenmiştim, 1974-75
yıllarında. Ama o yıllarda Osmanlıcadan pek bahsedilmezdi. Tahmin ediyorum bunun nedeni
Osmanlı ile modern Türkiye arasına bir mesafe koymaktı. Bu durumun
değiştiğine dair ilk izlenimlerim 2003 senesine dayanıyor. Ankara’da ilk
Osmanlıca dersine girdiğimde bu durumun değişmeye başladığını hissettim. Etrafımdaki Türk arkadaşlarım Osmanlıcaya olan ilgimi, siyasi nedenlerden ötürü
belli ki, kendime saklamam gerektiği konusunda beni uyarmaktan geri kalmadılar.
İstanbul’a geldikten sonra ise kurslara gitmeye devam ettim: Tarih Vakfı, Yapı
Kredi Kültür Merkezi, Bilim ve Sanat Vakfı gibi merkezlerde bir yandan ders
alırken bir yandan da eşimin dedesinin Birinci Dünya Savaşı sırasında tuttuğu
günlüklerin transkripsiyonu ile uğraşıyordum, Latin karakterlerine çevirmeye
çalışıyordum yani. Kendimi hala yetersiz görüyorum Osmanlıca alanında, bu
nedenle daha fazla çalışmayı düşünüyorum.
Neden Osmanlıca diye sorarsan, ilgimi belli bir süre canlı tutacak bir şeyler bulmak hep
zor olmuştur (dikkat süresi çok kısa, kafası dağınık biri olmamdan
kaynaklanıyor). Ama Osmanlıca söz konusu
olunca bu durum geçerliliğini yitiriyor. Emekli olmaya karar verdiğimde
uğraşacak, ilgimi uzun süre çekebilecek bir şeyler bulmam gerekeceğini
biliyordum –emeklilik yıllarımda beni meşgul edecek bir meşgale. Osmanlıcanın
“dipsiz kuyu” olma özelliği [İngilizce metinde bu Türkçe ifade aynen yer alıyor] tam da
bu noktada işime yaradı. Osmanlıca yazılmış her belge veya hikâye daha önce hiç
karşılaşmadığım yepyeni kelimelerle dolu. Onları lügatte aramak ve bulmak
insanı zenginleştiriyor, güzel bir duygu. Sonrasında ise metni -bir dereceye
kadar bile olsa- anlamak geliyor elbette. Bu da başlı başına çok tatmin edici
bir şey.
Şu sıralar Osmanlıca anlamamı kolaylaştırması açısından temel Arapça
öğreniyorum. Seneye de Farsçaya başlamayı düşünüyorum. Yukarıda da dediğim
gibi, Osmanlıca dünyasında kelimelerin ve ifadelerin birbirleriyle olan
ilişkisi merakımı ve heyecanımı diri tutuyor. Genel olarak dünyada ve
Türkiye’de Osmanlıcaya olan ilginin artması da aldığım bu kararı gerçekleştirmede bana büyük kolaylık sağlıyor. Bu yaz yedi haftalık yoğun bir ileri düzey
Osmanlıca kursuna katılacağım, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde. Katılımcıların
çoğu farklı üniversitelerden gelen Amerikalı ve İngiliz akademisyenlerden
oluşacak.
6. Timaş
Yayınları tarafından yayınlanan kitaptan konuşalım biraz da. Çok ilginç bir
kitap, kitabın yayınlanma öyküsü de bir o kadar ilgi çekici aslında.
Kitap benim için çok büyük bir deneyim oldu, hala da oluyor
aslına bakarsan. Nisan sonunda Ruslarla olan çarpışmanın cereyan ettiği yer
olan doğu Anadolu’ya gitmeyi düşünüyorum.
Timaş Yayınları’nın internet sitesinden:
Birinci Dünya Savaşı'nda Ruslara
esir düşen Mehmed Fuad Tokad'ın anıları yayımlandı. 1916'da Ruslar tarafından
esir alınan ihtiyat zabiti Mehmed Fuad Sibirya'ya gönderilir. Mehmed Fuad iki
yıllık esaret dönemini günlüklerinde anlatır. Günlükler, kimsenin görmemesi
için, kibrit kutusuna sığacak boyutlardadır. İşte bu iki günlük, Mehmed Fuad'ın
Amerikalı damadı tarafından 'Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri'
adıyla kitap yapıldı. Bu haber de NTV Tarih Dergisinin mart sayısında yer
alıdı. Birinci Dünya Savaşı'nda günlük tutan pek çok subay olduğunu biliyoruz.
Ancak ihtiyat zabiti Mehmed Fuad'm (Tokad) günlüğünün özel bir önemi var.
Boyutları 5.6 x 3.3 x 1.8 santimetreküp olan bir Norveç kibrit kutusunun içine
yerleştirilmiş iki küçük defterden oluşuyor bu günlükler. Defterleri dolduran
minnacık harfler, yeni yazıyla yaklaşık 250 sayfalık bir kitap hacmine
ulaşıyor. Genç zabit, 22-25 yaşlarında, 1915 kışından 1918 yazma kadar geçen
macera dolu hayatının bütün ayrıntılarını, otosansür uygulamadan iki deftere
sığdırmış.
Macera, 16 Şubat 1915'de Doğu Anadolu'da 85.
alayın 1. taburuna tayin edilmesinden 2 Mart 1916'da Erzurum'da Rus ordusuna
esir düşmesine kadar geçen kısa savaş dönemi ve Sibirya'da Vetluga'ya
gönderilip serbest bırakılana kadar geçen iki yıllık esaret döneminden
oluşuyor.
Belli ki yazmak, savaş ve devrimin rüzgârında
küçük bir yaprak gibi oradan oraya savrulan bu gence direnme gücü vermiş, akıl
sağlığını korumuş.
Yayımcının tanıtım notunun
ötesinde, günlüklerde birçok etkileyici
taraf var. Örneğin, yazar Mehmet Fuad Tokad, daha hapse girmeden Fransızcaya
belli bir düzeyde hâkim. Bu durum ona hem popülarite hem de sorun getiriyor
Siberya’daki esir kampında.
Rus erkeklerinin cephede savaştığı ve şehir
hayatından uzakta olduğu bir noktada Vetluga’daki genç Türk esirleri çekici
bulan birçok güzel Rus kızı var. Bir biçimde, esirler dışarıdaki Rus
kızlarıyla iletişime geçip Fransızca yazışmaya başlıyorlar –iki taraf da
birbirinin dilini bilmediğinden normal karşılanacak bir durum. Yazarımız,
arkadaşları tarafından kızlara mektup yazmakla ve kızlardan gelenleri
çevirmekle görevlendiriliyor. Tahmin ediyorum sorun şuradan çıkıyor: birkaç esir
kamptan kaçıp kızların pencerelerine tırmanmaya çalıştı. Yakalandılar, elbette,
ve aralarından birisi sinir krizi geçirdi –yazarımız günlüklerinde bu durumu canlı bir
şekilde tasvir ediyor. “Hikâye içinde hikâye” diye adlandırılabilecek bu
durumdan bir film veya tiyatro oyunu çıkabileceğini düşünüyorum.
Günlüklerin ilk kısmı, yazarın görev
icabı İstanbul’dan Erzurum’a olan yolculuğuna dair notlardan oluşuyor. 1915 yılının Kayseri,
Sivas ve Erzincanı gibi yerlerde kaldığı süre boyunca kaleme aldığı notlar
bölgede yaşayan Ermenilere atıflarla dolu. Belirli bir süre aldığı askeri eğitimden sonra, Ruslarla
savaşta buluyor kendini. Erzurum’un en ücra köşelerine doğru yapılan ve en kötü
hava şartlarında gerçekleşen bu hücum, Kars ve Ağrı’ya kadar devam ediyor.
(Nisan ayı sonunda bu bölgeye bir gezi yapmayı düşünüyorum.) Yazarın Kazak askerlerince
esir alınması 1916 yılının Şubat ayı ortalarına denk geliyor. Bu kısımlarla
beraber Erzurum’dan Sarıkamış’a ve nihayetinde kuzey batı Siberya’daki
Vetluga’ya olan yolculuğu çok ayrıntılı olarak ele alınmış. Sarıkamış-Vetluga
arası mesafe trenle üç haftada kat edilmiş. Yol boyunca o dönemki Tiflis, Bakü,
Çeçenistan ve Rusya’ya dair çok değerli gözlemler yer alıyor.
Günlüklerin en etkileyici yeri ise
yazarın tutsaklığın ve yalnızlığın getirdiği tüm bu olumsuzluklara rağmen
geleceğe dair umudunu koruması. Günlüklerde
yer almayan bilgilere göre, Fuad Tokad Eylül 1918'de İstanbul’a geri
dönmüş. Elektrik mühendisi olmak için çabalamış. Bunu bir biçimde
başardığını görüyoruz. PTT’de başmühendisliğe kadar yükselmiş: İstanbul ve
Ankara arasındaki uzun mesafe radyo bağlantısını gerçekleştirmiş.
7. Şu
anda başka birçok faaliyetin de içindesiniz, biraz da onlardan bahsedelim
isterseniz.
Osmanlıca derslerime devam ediyorum, bir de kişisel bir
blogum var: http://turkishnewstuhaf.blogspot.com. Türkçe basında bana ilginç gelen matrak haberleri
İngilizceye aktarıyorum. Piyano çalmayı öğrenmeye çalışıyordum ders alarak, ama
bu şimdilik “yapılması çok zor olan şeyler” kümesine girdi maalesef. Bodrum’da
bir yazlık evimiz var. O evi biraz daha adam etmeyi düşünüyoruz, ama sanırım
Bodrum’a temelli taşınmayacağız, İstanbul’da kalmaya devam ederiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder