6 Nisan 2012 Cuma

Halk Kütüphanesinde Bir Amerikalı - Kısm-ı Sani


Geçen hafta başlayan röportajın devamını buradan okuyabilirsiniz. Hafta içine yetişmemesinden dolayı da okurlarımızdan özür dileriz.


5. Osmanlıca işin içine hangi noktada girdi? 

Aslında temel Türkçeyi uzun yıllar önce öğrenmiştim, 1974-75 yıllarında. Ama o yıllarda Osmanlıcadan pek bahsedilmezdi. Tahmin ediyorum bunun nedeni Osmanlı ile modern Türkiye arasına bir mesafe koymaktı. Bu durumun değiştiğine dair ilk izlenimlerim 2003 senesine dayanıyor. Ankara’da ilk Osmanlıca dersine girdiğimde bu durumun değişmeye başladığını hissettim. Etrafımdaki Türk arkadaşlarım Osmanlıcaya olan ilgimi, siyasi nedenlerden ötürü belli ki, kendime saklamam gerektiği konusunda beni uyarmaktan geri kalmadılar. 

İstanbul’a geldikten sonra ise kurslara gitmeye devam ettim: Tarih Vakfı, Yapı Kredi Kültür Merkezi, Bilim ve Sanat Vakfı gibi merkezlerde bir yandan ders alırken bir yandan da eşimin dedesinin Birinci Dünya Savaşı sırasında tuttuğu günlüklerin transkripsiyonu ile uğraşıyordum, Latin karakterlerine çevirmeye çalışıyordum yani. Kendimi hala yetersiz görüyorum Osmanlıca alanında, bu nedenle daha fazla çalışmayı düşünüyorum.

Neden Osmanlıca diye sorarsan, ilgimi belli bir süre canlı tutacak bir şeyler bulmak hep zor olmuştur (dikkat süresi çok kısa, kafası dağınık biri olmamdan kaynaklanıyor). Ama Osmanlıca söz konusu olunca bu durum geçerliliğini yitiriyor. Emekli olmaya karar verdiğimde uğraşacak, ilgimi uzun süre çekebilecek bir şeyler bulmam gerekeceğini biliyordum –emeklilik yıllarımda beni meşgul edecek bir meşgale. Osmanlıcanın “dipsiz kuyu” olma özelliği [İngilizce metinde bu Türkçe ifade aynen yer alıyor] tam da bu noktada işime yaradı. Osmanlıca yazılmış her belge veya hikâye daha önce hiç karşılaşmadığım yepyeni kelimelerle dolu. Onları lügatte aramak ve bulmak insanı zenginleştiriyor, güzel bir duygu. Sonrasında ise metni -bir dereceye kadar bile olsa- anlamak geliyor elbette. Bu da başlı başına çok tatmin edici bir şey. 

Şu sıralar Osmanlıca anlamamı kolaylaştırması açısından temel Arapça öğreniyorum. Seneye de Farsçaya başlamayı düşünüyorum. Yukarıda da dediğim gibi, Osmanlıca dünyasında kelimelerin ve ifadelerin birbirleriyle olan ilişkisi merakımı ve heyecanımı diri tutuyor. Genel olarak dünyada ve Türkiye’de Osmanlıcaya olan ilginin artması da aldığım bu kararı gerçekleştirmede bana büyük kolaylık sağlıyor. Bu yaz yedi haftalık yoğun bir ileri düzey Osmanlıca kursuna katılacağım, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde. Katılımcıların çoğu farklı üniversitelerden gelen Amerikalı ve İngiliz akademisyenlerden oluşacak. 
   
       
6. Timaş Yayınları tarafından yayınlanan kitaptan konuşalım biraz da. Çok ilginç bir kitap, kitabın yayınlanma öyküsü de bir o kadar ilgi çekici aslında.

Kitap benim için çok büyük bir deneyim oldu, hala da oluyor aslına bakarsan. Nisan sonunda Ruslarla olan çarpışmanın cereyan ettiği yer olan doğu Anadolu’ya gitmeyi düşünüyorum.

Timaş Yayınları’nın internet sitesinden:
Birinci Dünya Savaşı'nda Ruslara esir düşen Mehmed Fuad Tokad'ın anıları yayımlandı. 1916'da Ruslar tarafından esir alınan ihtiyat zabiti Mehmed Fuad Sibirya'ya gönderilir. Mehmed Fuad iki yıllık esaret dönemini günlüklerinde anlatır. Günlükler, kimsenin görmemesi için, kibrit kutusuna sığacak boyutlardadır. İşte bu iki günlük, Mehmed Fuad'ın Amerikalı damadı tarafından 'Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri' adıyla kitap yapıldı. Bu haber de NTV Tarih Dergisinin mart sayısında yer alıdı. Birinci Dünya Savaşı'nda günlük tutan pek çok subay olduğunu biliyoruz. Ancak ihtiyat zabiti Mehmed Fuad'm (Tokad) günlüğünün özel bir önemi var. Boyutları 5.6 x 3.3 x 1.8 santimetreküp olan bir Norveç kibrit kutusunun içine yerleştirilmiş iki küçük defterden oluşuyor bu günlükler. Defterleri dolduran minnacık harfler, yeni yazıyla yaklaşık 250 sayfalık bir kitap hacmine ulaşıyor. Genç zabit, 22-25 yaşlarında, 1915 kışından 1918 yazma kadar geçen macera dolu hayatının bütün ayrıntılarını, otosansür uygulamadan iki deftere sığdırmış.

Macera, 16 Şubat 1915'de Doğu Anadolu'da 85. alayın 1. taburuna tayin edilmesinden 2 Mart 1916'da Erzurum'da Rus ordusuna esir düşmesine kadar geçen kısa savaş dönemi ve Sibirya'da Vetluga'ya gönderilip serbest bırakılana kadar geçen iki yıllık esaret döneminden oluşuyor.





Belli ki yazmak, savaş ve devrimin rüzgârında küçük bir yaprak gibi oradan oraya savrulan bu gence direnme gücü vermiş, akıl sağlığını korumuş.

Yayımcının tanıtım notunun ötesinde, günlüklerde  birçok etkileyici taraf var. Örneğin, yazar Mehmet Fuad Tokad, daha hapse girmeden Fransızcaya belli bir düzeyde hâkim. Bu durum ona hem popülarite hem de sorun getiriyor Siberya’daki esir kampında. 

Rus erkeklerinin cephede savaştığı ve şehir hayatından uzakta olduğu bir noktada Vetluga’daki genç Türk esirleri çekici bulan birçok güzel Rus kızı var. Bir biçimde, esirler dışarıdaki Rus kızlarıyla iletişime geçip Fransızca yazışmaya başlıyorlar –iki taraf da birbirinin dilini bilmediğinden normal karşılanacak bir durum. Yazarımız, arkadaşları tarafından kızlara mektup yazmakla ve kızlardan gelenleri çevirmekle görevlendiriliyor. Tahmin ediyorum sorun şuradan çıkıyor: birkaç esir kamptan kaçıp kızların pencerelerine tırmanmaya çalıştı. Yakalandılar, elbette, ve aralarından birisi sinir krizi geçirdi –yazarımız günlüklerinde bu durumu canlı bir şekilde tasvir ediyor. “Hikâye içinde hikâye” diye adlandırılabilecek bu durumdan bir film veya tiyatro oyunu çıkabileceğini düşünüyorum.

Günlüklerin ilk kısmı, yazarın görev icabı İstanbul’dan Erzurum’a olan yolculuğuna dair notlardan oluşuyor. 1915 yılının Kayseri, Sivas ve Erzincanı gibi yerlerde kaldığı süre boyunca kaleme aldığı notlar bölgede yaşayan Ermenilere atıflarla dolu. Belirli bir süre aldığı askeri eğitimden sonra, Ruslarla savaşta buluyor kendini. Erzurum’un en ücra köşelerine doğru yapılan ve en kötü hava şartlarında gerçekleşen bu hücum, Kars ve Ağrı’ya kadar devam ediyor. (Nisan ayı sonunda bu bölgeye bir gezi yapmayı düşünüyorum.) Yazarın Kazak askerlerince esir alınması 1916 yılının Şubat ayı ortalarına denk geliyor. Bu kısımlarla beraber Erzurum’dan Sarıkamış’a ve nihayetinde kuzey batı Siberya’daki Vetluga’ya olan yolculuğu çok ayrıntılı olarak ele alınmış. Sarıkamış-Vetluga arası mesafe trenle üç haftada kat edilmiş. Yol boyunca o dönemki Tiflis, Bakü, Çeçenistan ve Rusya’ya dair çok değerli gözlemler yer alıyor.

Günlüklerin en etkileyici yeri ise yazarın tutsaklığın ve yalnızlığın getirdiği tüm bu olumsuzluklara rağmen geleceğe dair umudunu koruması. Günlüklerde yer almayan bilgilere göre, Fuad Tokad Eylül 1918'de İstanbul’a geri dönmüş. Elektrik mühendisi olmak için çabalamış. Bunu bir biçimde başardığını görüyoruz. PTT’de başmühendisliğe kadar yükselmiş: İstanbul ve Ankara arasındaki uzun mesafe radyo bağlantısını gerçekleştirmiş. 

7. Şu anda başka birçok faaliyetin de içindesiniz, biraz da onlardan bahsedelim isterseniz.

Osmanlıca derslerime devam ediyorum, bir de kişisel bir blogum var: http://turkishnewstuhaf.blogspot.com. Türkçe basında bana ilginç gelen matrak haberleri İngilizceye aktarıyorum. Piyano çalmayı öğrenmeye çalışıyordum ders alarak, ama bu şimdilik “yapılması çok zor olan şeyler” kümesine girdi maalesef. Bodrum’da bir yazlık evimiz var. O evi biraz daha adam etmeyi düşünüyoruz, ama sanırım Bodrum’a temelli taşınmayacağız, İstanbul’da kalmaya devam ederiz. 

Hiç yorum yok: