Venezuela başkanı Hugo
Rafael Chávez Frías 5 Mart 2013’te, 58 yaşında, kuşağının en çok tartışmaya yol
açmış siyasetçisi olarak öldü. Bugün Chávez’in ismi birbirine taban tabana zıt
iki hikayenin merkezinde yer alıyor: Birinci hikayeyegöre Chávezülkesinde büyük
felaketlere yol açmış yolsuz bir diktatör—ne eksik ne fazla. Diğer hikayeye
göreyse Chávez, ekonomik bir mucize yaratarak halkını refaha kavuşturmak adına
mücadele vermiş bir devrim kahramanı. Bu sırada Venezuela halkı yeni bir başkan
seçmek zorunda ve bu yalnızca Venezuela siyaseti için değil küresel dengeler
açısından da önemli bir seçim olacak. Chávez’in mirasını değerlendirmek için anlatılan
hikayelerde de haliyle seçim öncesi algıları etkileme çabası var.
Peki Chávez dönemini
siyasal-iktisadi bir perspektiften inceleyip mevcut veriler ışığında
değerlendirdiğimiz vakit nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz? Abartılı
hikayelerin yarattığı kişi kültünden yayılan haleye gözlerimizi kısıp, yaşanan
deneyimi tarihsel ve coğrafi bağlamına oturtarak incelememiz gerekiyor. Bu
yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Birinci kısımda Latin Amerika’da 2000’li
yıllarda bir dizi sol lideri iktidara taşıyan yakın tarihe göz atıp Venezuela’nın
bu dalga içindeki yeri konumlandırılacak. İkinci kısımda, Venezuela
petrollerinin ülke siyasetinde oynadığı rol Chávez’in radikal ekonomi deneyini
koşullayan temel bir yapısal faktör olarak ele alınacak. Ardından gelen
kısımlarda Chávez’in belli başlı politikaları ve bunların bugün
gözlemleyebildiğimiz ekonomik sonuçları ana hatlarıyla incelenecek.
Benim bu incelemeden çıkardığım ders şu: Chávez’le birlikte Venezuela petrolleri üzerinde devlet hakimiyetinin önemli bir muhalefete rağmen kavga dövüşle güçlendirilmesi, bu kaynağın daha geniş nüfus kesimlerinin ihtiyaçları için yönetilmesinin yolunu açtı. Nitekim uygulanan politikalar eşitsizliği ve yoksulluğu azalttı. Fakat ülkenin siyasal gelişiminde önemli sıkıntılara yol açmış olan "petro-devlet" tarz-ı siyasetinin bambaşka bir yordama yerini bıraktığını düşünmek bir yanılgı olur, çünkü Chávez’in uluslararası sermayeyi ve ABD’yi bu derece karşısına alabilmesini sağlayan da hükmettiği petrol kaynağı. Başta yüksek kamu harcamaları olmak üzere uygulanan bir dizi heterodoks politikayı ve uluslararası sahada aynı ölçüde otokratik bir çizgiyi bu tarz doğal kaynaklara sahip olmayan bir ülkede tekrarlamak çok daha zor olacaktır. Chavizm deneyiminden sol için dersler çıkarmaya çalışan gözlemcilerin, bu hareketi ortaya çıkaran ve ona sıradışı özerklikte bir eyleyicilik kazandıran tarihsel-coğafi koşulları iyi çözümlemesi elzem.
1.
Neoliberalizmin Latin
Amerika’daki tarihine Türkiye okurları yabancı değil. Savaş sonrasında ithal
ikameci politikalarla agresif bir sınayi kalkınma hamlesi başlatmış olan bölge
ülkeleri bu süreçte önemli ekonomik sorunlar biriktirerek 1982 civarında büyük
bir borç krizine girdi. 1980’lerde borç krizini idare etmek ve yüksek enflasyon
oranları ile mücadele etmek üzere uygulanan resesyonist politikaları 1990’larda
geçirilen neoliberal dönüşüm izledi: Devlet işletmelerinin ve doğal kaynakların
özelleştirilmesi, sosyal güvenlik sistemlerinin yeniden yapılandırılması, emek
kesimi ücretlerinin aşağı yönlü baskı alınması, iç pazarı desteklemeye yönelik
düzenleyici müdahelelerin kaldırılması, sermaye akışlarının ve ticaretin
serbestleştirilmesi. Uluslararası kuruluşların gözetiminde yerleştirilen bu
politikalar Vaşington uzlaşması (Washington consensus) olarak anılıyor.
Vaşington uzlaşması; bölge ülkelerinin halkları, bu ülkelerin yönetimleri, ve
alacaklı uluslararası kuruluşlar arasında yapılan bir uzlaşmanın değil, ABD
başkentinde yer alan kuruluşların ‘ABD ulusal çıkarları’ adına Latin
Amerika’nın geleceği üzerine kurguladıkları senaryolar arasındaki ufak tercih
farkları arasında varılan bir uzlaşmanın şaşırtıcı bir cüretle ilan edilmiş adıydı,
ve bu anlamda bölge ülkeleri için bir dayatmadan başka bir şey değildi.[1]Dayatmanın
içinde yer alan kimi unsurlar (kırılgan ve ufak finansal kesimlere sahip
ülkelerde sermaye akışlarının serbestleştirilerek uluslararası piyasaların
insafına bırakılması, sosyal sigorta sistemlerinde—dünyanın diğer bölgelerinde
örneği görülmemesine rağmen—tam özelleştirmenin tek reform seçeneği olarak
sunulması) anaakım liberal iktisatçılar tarafından bile eleştirilirken,
bireysel ikballerini uluslararası finans sermayesine koşulsuz destekte gören
siyasi seçkinler tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilerek bölgede hegemonik
hale geldi. Cehalet ve yolsuzluğun bu trajik kombinasyonu ile uygulamaya
sokulan politikaların bölge ülkelerinin büyük çoğunluğunda yirminci yüzyıl
sonlarında ortaya çıkardığı bilanço karanlıktı: Ekonomik duraklama, yüksek
işsizlik, gelir dağılımında bozulma. Öyle ki bölge 1980 yılında sahip olduğu
kişi başına düşen GSYİH ortalamasını ancak 14 yılda tekrar yakalayabilmişti,
yoksulluk göstergelerinde bu düzelmeyi sağlamak ise 25 yılı bulacaktı.[2]
1980’lerin
ortalarından 2000’lerin başlarına değin Latin Amerika’nın başına gelenler, bir
“piyasa toplumunun” kuruluş deneyinin tezahürleri olarak görülebilir. Sosyolog
Karl Polanyi’nin işlediği piyasa toplumu kavramı toplumun bütünüyle piyasa
ekonomisinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi (ve gerekirse bu uğurda
diğer bütün ilkelerin yabana atılması) anlamına geliyor. Bu durum birtakım
iktisatçıların rüyalarını süslese de Polanyi’ye göre piyasa mekanizmasının tek
yönetici ilke hale geldiği bir senaryoda toplumu bir arada tutan kural ve
kurumlar ortadan kalkacak, böylece sosyal ve siyasi açıdan sürdürülmesi
imkansız bir durum ortaya çıkacaktır. Bu yüzden, piyasayı başat kılmaya yönelik
tüm hamleler, yaratılan tahribattan rahatsız olan kesimlerin tepkisel
hareketleriyle karşılaşmış ve karşılaşacaktır.
Latin Amerika’da bu
deney 1980’ler öncesinin sürdürülmesi zor, kapalı ve devletçi ekonomilerini
zaman içinde dönüştürerek dünya piyasalarına daha iyi ayak uydurmak üzere bölge
halklarının verdiği kararlarla değil, dışarıdan ve yukarıdan dayatılan şok
terapileriyle şekillendi, böylece sınıfsal ve küresel (Kuzey-Güney)
eşitsizlikleri müthiş biçimde
derinleştiren sonuçlar verdi. Tıpkı Polanyi’nin öngördüğü gibi, 1990’lardan
itibaren Latin Amerika’nın tamamında, deneyin yol açtığı sosyal tahribata ve
egemenlik kaybına yönelik protesto amaçlı hareketler ortaya çıktı. Bu
hareketlerin siyasi istikrarı tehdit eden militanlığı, bölgenin dönüşümünden
sorumlu uluslararası finansal kuruluşları yoksulluğu giderici önlemler almaya,
hatta gelir eşitsizliğini bir sorun olarak tanımlayarak bunu gidermeye yönelik
politikalar geliştirmeye zorladı. Sosyal politika, anaakım siyaset gündemine
geri döndü.Pek çok bölge ülkesinde, protesto hareketlerini siyasi mobilizasyona
dönüştürmeyi başaran yeni liderler,
yerleşik düzen partilerinin görmezden geldiği sorulara soldan yanıtlar
getirmeyi önerdiler.[3]
Hugo Chávez’in 1998’de
Venezuela başkanı oluşu, bu zaman dilimine denk geldi. Chávez’in ses getiren
zaferinin ardından2000’de Şili’de Lagos, 2002’de Brezilya’da Lula, 2003’de
Arjantin’de N. Kirchner, 2004’de Vasquez, 2005’de Bolivya’da Morales ve
Nikaragua’da Ortega, 2007’de Ekvador’da Correa ve Guatemala’da Caballeros,
2008’de Paraguay’da Lugo devlet başkanı seçilerek bölgede sol-popülist bir
‘pembe dalga’ yarattı (terim bu liderlerin çoğunluğunun sosyalizm iddiası
taşımadığına işaret ediyor: koyu kızıl değil, pembe bir dalga). Üstelik bu
liderlerden pek çoğu başarılı bulunan bir performansın ardından ikinci defa
seçilmeyi veya yerlerini tercih etikleri haleflerine bırakmayı da başardı.
Aşk, demiş Bernard
Shaw, bir insanın diğer
herkesten farkını harikulade ölçüde abartmamızdan ileri gelir. Aslına
bakarsanız siyasi kanaatlerimizin temelinde de yabana atılmayacak ölçüde benzer
bir duygusallık var.Sol hükümetler gerçekten de Latin Amerika deneyimine soldan
ve sağdan bakanların umut ya da korkuyla tasavvur ettikleri gibi keskin bir
kopuş yarattı mı? Bu soruya olumlu yanıt vermeden önce durup düşünmekte fayda
var. Zira iş başına gelen hükümetlerin kimliği ne olursa olsun bölge
ülkelerinin hepsini ilgilendiren olgular var.Öncelikle, petrol-doğalgaz ve
tarımsal metaların fiyatlarındaki müthiş artış ile çoğu bu ürünlerin net
ihracatçısı konumundaki Latin Amerika ülkelerinin müsait bir büyüme koridoru
yakalamaları gerçeği geliyor.Ayrıca ideolojik kökenleri ne olursa olsun bölge
hükümetlerinin büyük çoğunluğunda 2000’lerin ilk onyılı boyunca aşağı yukarı
benzer politikalardan oluşan bir yönelimgözlüyoruz: makroekonomik istikrar ile
elverişli bir yatırım ortamı oluşturma çabası, büyük ölçüde serbest olmakla
birlikte bölgesel entegrasyonu öncelikendiren dış ticaret rejimi, vergi reformu
ile kuvvetlendirilen mali kaynaklar, gelir dağılımı ve yoksulluğa hedefleme
metoduna dayanan sosyal politikalarla yaklaşılırken sağlık ve eğitim alanında
evrensel (tüm nüfusun faydalandığı) politikaların hayata geçirilmesi.Özellikle
sosyal politika uygulamalarında ortak bir teknokratik öğretinin ortaya
çıktığını gözlemliyoruz. Bu alandasiyasi yelpazenin çeşitli noktalarındaki
hükümetlerin icraatları arasında benzerlik ve devamlılığın bir örneği Brezilya’da
merkez sağ Cardoso hükümetinin (muhtemelen Meksika’daki Oportunidades-Progresa
deneyiminden alınan ilhamla) başlatıp, solcu Lula döneminde Bolsa Familia adı
altında birleştirilerek genişletilen, hedefleme metoduna yönelik yoksulluk
giderici politikalar. Yine Lula’nın Cardoso’dan devralıp derinleştirdiği toprak
reformu, Kolombiya’nın sağ hükümetinin yenilerde başlattığı kapsamlı toprak
reformunun yanına konabilir. Bir diğer çarpıcı örnek, Meksika’da solcu biryerel
hükümetinbaşkentte başlattığı uygulamanın popülaritesini fark eden (ve mali
sürdürülebilirliğine ikna olan) sağcı federal hükümetin inisayitifiyle ulusal
çapta uygulamaya geçen ve istihdama bağlı olmadan herkesin sağlık sigortasına
erişebilmesini amaçlayan Seguro Popular programı.
Bu yönelimin
sonucu olarak 2000’li yıllarda bölgenin önemli ülkelerinin hepsinde iyi kötü
ekonomik büyüme, kamu kesiminin ve sosyal harcamaların oransal olarak genişlemesi,
vergi oranlarında progresif yönlü değişiklikler, ve gelir dağılımında bir
ölçüde düzelme gözlemliyoruz. 1990’ların doktriner ve radikal Vaşington “uzlaşmasının”
aksine bu sefer bölgedeki politika deneyimlerinden el yordamıyla seçilen (ve
dışarıda Çin’in yükselişi gibi unsurlarla koşullanmış), eklektik ve pragmatik
bir orta yolcu paket ile karşı karşıyayız. Uygulamardaki eklektisizm bir yana,
bu gelişmelerin ilkesel düzeyde yeni bir tür uzlaşmaya işaret ettiği iddia
edilebilir: sınıfsal eşitsizliklerin yüksek hadlere ulaşmasına itiraz eden yeni
bir toplumsal sözleşmenin siyasal seçkinlerce zimnen kabülü, ve bu sözleşmeyi
gerçekleştirmek üzere devletin biçimlendirici gücünün ve ulusal egemenlik
kurgusunun takviyesi. Fakat uzlaşma ve devamlılık terimlerinin üstünü örtmemesi
gereken bir gerçeği vurgulayalım: Sağ partileri (ve Dünya Bankası gibi
kuruluşları) de bu uzlaşmada yer kapmaya zorlayan şey, eşitsizlik ve yoksulluğa
karşı alttan ve soldan gelen itiraz.
Tüm siyaset
alanını yeniden kurmaya çalışan bu tarihsel hamleyi tek bir dalga olarak ele
almaya itiraz edenler çıkacaktır. Örneğin Kuzey’de imal edilip bölgeye ve
dünyaya pazarlanan bir görüşe göre Latin Amerika’daki sol hükümetleri iyi ve
kötü olarak iki ayırmalıyız. Bir tarafta, içeride daha piyasa dostu ve ılımlı
politikalar izlerken dış siyasetini ABD ile arasını bozmadan yürüten Lula ve
Bachelet gibi liderlerin temsil ettiği bir “iyi sol”, diğer tarafta ise sınıf
mücadelesini hedef ve ABD’yi karşısına alan Chávez ve Morales gibi radikallerin
temsil ettiği “kötü sol” (ve bu iki kolun ardı sıra gelen, kusuru
ideolojisinden çok vasatlığında bulunan popülistler). Ülkelerin her birinin
özel konumunu dikkate almadan, ABD perspektifinden yapılan bu aceleci (ve hayli
performatif!) analizde şöyle bir doğruluk payı bulunabilir: Bir tarafta kötü
polis Chávez’in kavgacılığı, diğer yanda iyi polis Lula’nın kapsayıcılığı, solun
küresel düzeyde güç kazanması adına birbirlerini tamamlayan roller oynayarak
aynı diyalektik içinde yer aldı. Örneğin Güney Amerika’da bölgesel bütünleşme
ABD’yi dışarıda tutan biçimde hızlanırken kaçınılmaz olarak bu sürecin ağırlık
merkezine dönüşen, bu arada Dünya Ticaret Örgütü ve benzer forumlarda “Güneyli”
bir alternatif çizgi için alan yaratmaya çalışan Lula Brezilyasının anaakım
siyaset, medya ve akademide bunca övgüye anılması, Bolivya ve Venezuela’daölümü
gören küresel seçkinlerin sıtmaya razı olmasıyla açıklanmalı. Keza 1990’larda
özelleştirilen Arjantin petrollerinin yenilerde Cristina Kirchner tarafından
(hele ki Arjantin’in 2001 krizinden kalma borcunun ödeme takvimi için ABD ile
pazarlık yaptığı bir dönemde) tekrar kamulaştırılması, öncesinde Evo Morales ve
Hugo Chávez’in gerçekleştirdiği örnekler olmadan mümkün olabilir miydi, bu
hayli şüpheli.
2.
Hugo Chávez’in
Venezuela’sı, bölgenin yakın tarihindeki çelişki ve çatışmaların en keskin
yaşandığı, uluslararası alanda da en çok anlaşmazlık yaratan vaka oldu. Bunun
temelinde önemli ölçüde petrol yatıyor. Latin Amerika’da Meksika ve Brezilya
gibi başka petrol üreticisi ülkeler de var. Ancak dünyanın en büyük petrol
rezervlerine sahip olan Venezuela’da bu metanın önemi komşularıyla
karşılaştırılamayacak kadar yüksek.
Siyaset
bilimcilerin kullandığı “petro-devlet” kavramı, petrolün Venezuela’yı nasıl
etkilediğini anlamak adına faydalı. Bu kavram, önemli miktarda değerli doğal
kaynaklara sahip ülkelerde, bu kaynakların istihsali ve ihracatına dayanan bir
siyasal-iktisadi düzenin gelişmesi anlamına geliyor. Petro-devlet düzenlerinde,
dar bir grup tarafından kolaylıkla kontrol altına alınabilen servet kaynağı,
otokratik bir rejimin oluşumuna zemin hazırlıyor. Petrol gelirini yandaşlar
arasında paylaştırarak kritik aktörlerin itaatini satın alan yöneticiler,
toplumsal meşruiyeti kesin biçimde yitirseler dahi, uluslararası hegemonik güçlerin
taleplerini tatmin ettikleri ölçüde iktidarı koruyabiliyorlar. Nüfusun
genelinin onayina veya vergi gelirlerine ihtiyaç duymayan rejim, ekonomik
büyüme sağlamak adına insana yatırım yapmak veya inovatif özel girişimleri
teşvik etmek zorunda kalmıyor.
Petro-devletler,
üstelik bir de ekonomistlerin ‘kaynak laneti’ adını verdikleri bir sendroma
yakalanma eğiliminde: Kolaylıkla ihraç edilen doğal kaynaklar ülkenin para
biriminin aşırı değerlenmesine yol açarak diğer sektörlerin ihracat
performansını baltalıyor, ayrıca tüm sermayeyi emen doğal kaynak sektörü sanayi
ve tarım yatırımlarını köstekliyor. Doğal kaynakların ihracatına bağımlılık bir
döngü halini alıyor.
Chávez’in siyaset
sahnesinde ortaya çıkmaya başladığıdönemde Venezuelabüyük ölçüde bir
petro-devlet görünümündeydi. Latin Amerika’nın büyükçe ekonomilerinden biri
olmakla birlikte sanayinin çok az gelişmişti. 1970’lerde artan petrol
fiyatlarının verdiği özgüvenle yapılan borçlanma ve büyük kamu yatırımları,
petrol fiyatları ve uluslararası finans piyasalarının durumunun elverişsiz bir
hal aldığı 1980’lerde bir ekonomik felaketi birlikte getirmiş, ortaya çıkan
bilanço geniş halk kesimlerinin sırtına bırakılmıştı. 1996’ların ortalarına
gelindiğinde gelir dağılımında eşitsizlik had safhada ve kişi başına düşen
milli gelir 1960’taki düzeyinin gerisindeydi. Bir yandan Venezuela dünyanın en
eşitsiz toplam dağımı profillerinden birine sahipti.
Siyasi alanda,
Punto Fijo adı verilen bir pakt ile iktidarı dönemsel bir rotasyonla arasında
paylaşmış olan iki parti tarafından koordine edilen bi seçkinler hakimiyeti söz
konusuydu. Sistemdeki çatırdama, 1989’da bir IMF programını protesto amacıyla
başlayan gösterileri bastırmak için 2000’den fazla kişinin hükümet güçlerince bir
gün içinde katledilmesiyle geldi. Venezuela ordusunun bir albayı olan Hugo Chávez,
gelişen olayların ardından 1992’de hükümeti ve “IMF diktatörlüğünü” devirmek
için bir darbe teşebbüsünde bulunup başarısız olsa da cezalandırılmadan önce
televizyondan halka seslenme olanağı yakalayarak bir siyasi şöhrete dönüştü. O
dönem içinChávez, Latin Amerikalı tarihinin bağımsızlık kahramanı Simon
Bolivar’ın adının bir tür ‘boş gösteren’ (yani içeriği boş bırakılmış, çeşitli
arzuların ve taleplerin kolaylıkla eklemlenebileceği bir sembol) işlevi gördüğü,
halkçı-milliyetçi bir çizgiyi (‘Bolivarcılık’) temsil ediyordu. Darbe
teşebbüsünün ardından sivil olarak siyasete giren ve Bolivarcı bir partiler
koalisyonunun lideri olarak konumlanan Chávez 1998’de oyların %57’sini alarak sürpriz
biçimde kazandığı ilk seçimle Venezuela başkanı oldu.
Chávez’in
iktidardaki ilk yılları, yeni bir anayasa ile siyasi sistemi reforme etmeye
odaklandı. 1999’da kabul edilen yeni anayasa sosyal hakları güvence altına alıp
azınlıklar ve kadınlar için koruyucu önlemler getirirken, bir yandan da
başkanın yetkilerini güçlendiriyor ve orduya ulusal kalkınma için bir yardımcı
rol tanımlıyordu. Chávez’in otokratik eğilimleri ve Bolivarcı ideolojiyi ülkede
hakim duruma getirmek için attığı sembolik adımlar, yalnızca üst-orta sınıfları
değil, kimi mücadele arkadaşlarını da ürkütmüştü. Yeni anayasanın gerektirdiği ve
2000’de yapılan olağanüstü seçimde Chávez’in karşısına eski bir müttefiği
çıktı. Bu seçimi de %59’la kazanmayı başarıp gücünü pekiştiren Chávez, ABD
başkanı Bush’u hedef alan açıklamarla kendine uluslarası sahada bir şöhret
edindi. Fakat Chávez’i çok önemli bir çatışmanın kaynağına koyan hamle
Venezuela petrollerini devletleştirmesi olacaktı.
Venezuela
Petrolleri A. Ş. (Petroleos de Veneuela S.A., yani kısa adıyla PDVSA) 1976’da
kağıt üzerinde devletleştirilmiş olsa da, pratikte şirketin büyük ölçüde
uluslararası şirketlerle kurduğu ortaklıklar vasıtasıyla gerçekleştirdiği
üretim üzerinde gerçek bir devlet kontrolünden bahsetmek mümkün değildi.
1993-2000 arasında PDVSA’nin gelirinin yalnızca %36’sı hükümetle paylaşılmış,
aslan payı ise şirketin kendisinde kalmıştı. 2001 yılında üretilen her varilden
hükümetin eline geçen gelir, Meksika hükümetinin PEMEX’ten kazandığının üçte
biri bile değildi.[4]
Chávez’in yeniden
şekil vereceği petrol politikasının ilk unsurunu OPEC (petrol ihraç eden
ülkeler birliği) üzerinden sağlanacak bir koordinasyonla petrol fiyatlarının
artışını sağlamak oluşturacaktı.1970’lerde petrol üretimini kontrol ederek
fiyatları yüksek düzeylerde tutmak amacıyla kurulmuş olan OPEC 1980’lerde
işlevini yitirmiş, üye ülkeler birlik vasıtasıyla belirlenen kotaların çok
yukarılarına çıkan miktarlarda üretim yaparak petrol fiyatlarının düşmesine
neden olmuşlardı. Chávez, iktidarının ilk yılında izlediği diplomasiyle bir
devlet başkanları zirvesi topladı ve OPEC’i diriltti. Sağlanan disiplinle bu
ülkelerde üretim kontrol altında tutuldu ve fiyatlar tırmanışa geçti. (Tabi
2000’ler boyunca petrol fiyatlarının rekor düzeylere ulaşmasında ABD’nin
Ortadoğu’daki savaşları ve Çin ile Hindistan’ın başını çektiği talep artışı da
büyük rol oynayacaktı). PDVSA ise OPEC kararıyla getirilen üretim kotalarına
karşı çıkıyordu.
İkinci unsur ise
PDVSA’nın gerçek anlamda kamulaştırılmasıydı. Chávez hükümeti 13 Kasım 2001’de
çıkartılan hidrokarbon yasasıyla PDVSA üzerinde kontrol kurdu ve hükümete
devredilen varil başına geliri iki katına çıkardı. Bu radikal hamle hemen
uluslararası sermayenin ürkütüleceği, şirket yönetiminde liyakatın yerini
siyasi kararların alacağı, devletin petrol üretimini artırmak için yeterince ve
doğru yatırımları yapamayacağı gibi gerekçelerle eleştirildi. Bolivarcılar ise
devlet kontrolünü petrol gelirlerinin daha geniş halk kesimleriyle
paylaşılmasının ve nitelikli bir ekonomik kalkınmanın şartı olarak görüyordu.
Petrol üzerine
yapılan tartışmanın bir benzeri toprak meselesinde yaşandı. Venezuela, tarım
arazilerinin çok büyük kısmının az sayıdaki toprak sahibi tarafından kontrol
edildiği bir ülke olagelmişti. Chávez hükümeti 2001’de bir toprak reformu
yasası çıkardı ve kimi kamu arazileriyle birlikte atıl durumdaki veya özel
ellere usulsüzce geçirilmiş olduğu iddia edilen özel arazileri topraksız
köylülere dağıtmaya başladı. Federal hükümetin verdiği hakkı kullanmaya çalışan
köylüler sıklıkla karşılarında muhalefetin kontrolündeki yerel yönetimlerin
kolluk kuvvetlerini ve toprak sahipleri tarafından tutulan silahlı çeteleri
buldular. Reformun ardındaki iki yıl içinde yetmiş kadar köylünün bu çeteler
tarafından öldürüldüğü bildirilecekti.[5]
Bu çatışmanın
bağlamını daha iyi anlamak için bu noktada teknik bir meseleseyiele almakta
fayda var. Sosyal adalet bir yana, anaakım iktisat teorisi içinde bir okul,
servet dağılımındaki büyük eşitsizliklerin uzun vadede ekonomik büyüme için dahi
zararlı olduğunu kabul ediyor. Bununla birlikte gelirin (servetin değil)
yeniden dağıtımı adına zamana yayılarak yapılan ‘popülist’ politikaların
sermayeyi cezalandırarak ekonomik büyümeyi baltaladığını varsayıyor. Teorik
olarak bu paradokstan çıkış noktası servetin (gelirin değil) aniden ve bir
kereye mahsus olarak yeniden dağıtılması (böylece uzun vadede ekonomik
popülizme gerek kalmaması) oluyor. Elbette ki pratikte böyle bir durum
yaratabilmek, servet dağıtımını üst sınıfların muhalefetine rağmen bir seferde
ve kesin olarak gerçekleştirmek çok güç. Üstelik “özel mülkiyete tecavüz eden”
bu tarz teşebbüslere ilk karşı çıkan da yine anaakım iktisatçılar oluyor.
İddia edebiliriz
ki petrol istihsali gibi bir faaliyet hakkının kontrolü bu teorik ihtimale
yakın bir durumu pratikte yaratma imkanını sağlıyor.Topraktan fışkıran bu
servete kamu yararına el konulması siyasi ve ahlaki açıdan görece kolay savunulabilir
olacaktır. Keza taşınmaz bir varlık olan (yani daha elverişli yatırım şartları
vaat eden ülkelere kaçırılması imkansız) tarım topraklarının geniş bir nüfusa
dağıtılmasında da özellikle teknik açıdan benzer bir durum söz konusu. Bu
servet transferlerinin istenen sonuçları verip veremeyeceğinin önemli bir belirleyicisi
ise, oluşacak çatışma ortamının ne denli hızla ve ustalıkla giderileceği ve
yeni denklemin siyaseten hegemonik bir hal alıp almayacağı olmalı.[6]
Yani bu ekonomik sorunun pratikteki yanıtı önemli ölçüde siyasi.
Tahmin edileceği
üzere Chávez’in politikaları Venezuela içinde ve dışında özellikle sermaye
çevrelerinin büyük tepkisini çekti. Acción Democrática partisi Chávez’in
delirdiğini idda ederek yüksek mahkemenin bu konuyu açıklığa kavuşturmasını ve
gerekirse başkanı azletmesini talep ederken, Caracas belediye başkanı Chávez’in
içine giren şeytanı çıkarması için Katolik Kilisesi’ni göreve davet
ediyordu. Aralık 2001’de ticaret odaları ve işçi sendikaları
konfederasyonlarının koordine ettiği bir lokavt ve grev dalgası ile ekonomi
felç edildi. Ordu komutanları Chávez’in iktidarı terk etmesini talep ettiler.
Bu gerilimden ve birkaç yıllık Bolivarcı deneyimden ürkmüş olan orta sınıf
kesimlerinin de katıldığı gösterilerin yol açtığı kargaşa ortamında, ticaret
odaları başkanı zengin iş adamı Carmona’nın başını çektiği küçük bir junta 11
Nisan 2002’debaşkanı devirerek anayasayı
askıya aldı. Fakat sokaklara dökülen Bolivarcıların karşı yöndeki gösterileri ve
ordunun bütününün darbecilere destek çıkmaması Chávez’i birkaç gün içinde tekrar
koltuğuna oturttu. Çıkan olaylarda on dokuz kişi hayatını kaybetmişti.[7] (Hatırlanacak
olursa Soğuk Savaş konjonktüründe gerçekleşmiş benzer bir siyasi çatışma, zamanınChávez’i
olarak değerlendirebileceğimiz Şili başkanı Salvador Allende’yle birlikte
binlerce kişinin ölümü vegeneral Pinochet’in diktatörlüğüyle sonuçlanmıştı).
PSDVA’deki asıl
kavga ise bunun ardından patladı. Anlaşmazlığın unsurlarından biri yeni
yönetimin, PVDSA’nin tüm dijital verilerini işleme ihalesini almış INTASE
şirketinin sözleşmesini bitirme kararı oldu. ABD hükümet karşıtı darbeye destek
açıklamalarında bulunmuş iken, yönetim kurulunda eski ABD savunma bakanları ve
CIA direktörleri bulunduran bir şirketin iştiraki olduğu anlaşılan INTASE’nin
bu stratejik verilere sahip olması muhtemelen Chávez için rahatsızlık
kaynağıydı.[8]
Hükümetin bu müdahalelerine karşılık olarak PDVSA Aralık 2002’de lokovta
giderek erken seçim talep etti. Petrol üretiminin durması demek Venezuela
ekonomisinin de durması anlamına geliyordu. Fakat Chávezlokovta destek veren
18,000 işçiyi kovarak yerlerine yandaş işçiler geçirdi ve PDVSA’nın hamlesini
boşa çıkardı.
3.
2001 sonunda başlayıp
2003 başlarına kadar devam eden lokovt/grev dalgası ve yaşanan siyasi çekişme,
ekonomiyi felce uğratmış ve hükümetin programını hayata geçirmesini
engellemişti. Ağustos 2004’de kendisini başkanlıktan azletmek üzere talep
edilen referandumdan %59 oranında lehte oy alarak galip çıkan Chávezböylece bir
güç sağlaması yaparak iktidarını sağlamlaştırmış oldu ve bunun ardından oldukça
heterodoksbir ekonomi politikası uygulamaya başladı.[9] Makro
düzeyde bu politikanın omurgasını petrol gelirlerinin merkezibütçeye
akıtılmasıyla (ve biraz da vergi sistemininin güçlendirilmesi sayesinde) genişleyen
kamu kesimi oluşturuyordu.Petrol sektöründe gerçekleştirilen kamulaştırma elektrik
ve telekomünikasyon gibi stratejik hizmetlerde tekrarlanmakla kalmadı, emek
anlaşmazlıklarının yaşandığı veya getirilenfiyat kontrolleri karşısında üretimi
kısan ve istifçilik yaptığı iddia edilen şirketler kamu yararına devletleştirildi.
2006 itibariyle yıllık reel kamu harcamaları Chávez dönemi öncesindeki
seviyenin iki katını aşmıştı. Artan kamu kaynaklarından aslan payını ise sosyal
harcamalar alıyordu. Eğitim, sağlık, konut ve sosyal güvenlik alanında cömert
programlar hayata geçirildi. Enflasyon ve ithalat kısıtlamaları özellikle sabit
gelirli orta sınıflar için hayat pahalılığını artırıcı yönde etki yapsa da
benzin ve yiyecek gibi temel tüketim maddelerinin fiyatları hükümet tarafından
önemli ölçüde sübvanse ediliyordu.
Bu politikalar ne
gibi sonuçlar verdi? 2002’de nüfusun 48.6’sı yoksulluk sınırının altında
yaşarken bu oran 2011’de 29.5’e düştü. Venezuela 2002-2011 döneminde gelir
dağılımındaki eşitsizliği gösteren Gini katsayısının en hızlı düştüğü Latin
Amerika ülkeleri arasında yer alarak 2011 itibariyle bölgedeki en eşitlikçi ülke
haline geldi.[10]Ortalama yaşam beklentisi, beslenme
kalitesi, temiz su ve kanalizasyon hizmetine erişim ve bebek ölümlerini
engellemekadına siyasi kriz döneminde bocalama yaşandıysa da Chávez iktidarının
sonu itibariyle önemli gelişmeler kaydedildi.[11]
Cömert
makroekonomik politikalara mikro düzeyde halkın hükümetle temas noktalarını
artıran kurumsal düzenlemeler eşlik ediyordu: sosyal hizmetleri halka
ulaştırmak için kurulan misyonlar, yerel yönetime yurttaş katılımını sağlayan
mahalle konseyleri, sanayi işletmelerinde
yönetime ortak edilen işçi sendikaları ve özellikle tarımsal üretim için
kurulmasına önayak olunan kooperatifler. Emekçi sınıflara ülkenin yönetiminde
sembolizmin ötesinde bir alan açan bu sosyalist uygulamaların gerçekleştirilen
ekonomik sonuçlara net katkısının ne olduğu üzerinde görüş ayrılığı yaşanabilir,
ancak katılımcı demokrasi adına yaratılan böylesine alternatiflerin geniş halk
kitleleri nezdinde uygulanan politikaların meşruiyetini artıran bir etki
yarattığını tasavvur etmek güç değil. Chávez’in birbiri ardına kazandığı ve
anaakım siyasi çevrelerde abartılı bir otoriterlik anlatısıyla açıklanmaya
çalışılan seçim zaferleri tüm bu icraatlar değerlendirildiğinde son derece
anlaşılır hale geliyor.
Diğer yandan, iktisatçıların
sıkça hatırlatmaktan hoşlandığı üzere, hiçbir şey bedava değil. Anaakım iktisat
teorisinde, serveti/geliri yeniden dağıtıcı politikaların ekonomik büyümeyi
baltalayacağından korkulduna değinmiştik. Korkulan Venezuela’da başa geldi mi? Şimdilik
pek de öyle görünmüyor. Aşağıda Chávez öncesi, 2001-2003
siyasi krizi sonrası ve tüm Chávez dönemi için için karşılaştırmalı olarak
verilen büyüme oranlarından anlaşıldığı kadarıyla, neoliberal dönemde kişi
başına düşen gelirde hiç artış gerçekleştirememiş olan Venezuela ekonomisi için
olumlu yönde bir dönüşüm görüyoruz.
Tablo: 1Venezuela’da
kişi başına düşen GSYİH yıllık değişim oranı dönem ortalamaları (%)
1986-1999
|
2004-2012
|
1999-2012
|
-0.8
|
2.5
|
1.4
|
Kaynak: Venezuela merkez bankası ve ulusal istatistik
kurumu verilerinden derleyen Johnston ve Kozameh[12]
Venezuela’nın 2001-2003
krizi sonrası büyüme performansını aynı dönemdeki uluslararası örneklerle
karşılaştırdığımızda yine Chávez adına olumlu bir tablo ortaya çıkıyor.
Tablo 2: GSYİH yıllık
değişim oranı 2004-2011 dönem ortalaması (%)
Dünyaortalaması
|
Ortagelirliülkelerortalaması
|
Latin Amerikaortalaması
|
Venezuela
|
Brezilya
|
Türkiye
|
Çin
|
2.7
|
6.8
|
4.4
|
6.5
|
4.3
|
5.4
|
10.9
|
Kaynak: Yazarın Dünya Bankası verilerine dayanan
hesaplaması
Demek ki orta
gelirli ülkeler grubu ortalamasına yakın bir büyüme oranını, Venezuela hem de
gelir dağılımında önemli bir düzeltme sağlayarak yakalamış. Şunu ekleyelim ki
aynı dönemde gelir dağılımı Çin’de hızla bozulup Türkiye’de büyük ölçüde sabit
kalırken Brezilya’da ise Venezuela’dan daha mütevazi bir düzelme gözleniyor.
2012 itibariyle insani kalkınma endeksinde bu ülkelerin üçü de Venezuela’nın
gerisinde kalıyor.[14]
Bu gelişmeleri
takdir ederken gözden kaçırmamamız gereken iki önemli nokta var. Birinci
olarak, gelir dağılımındaki düzelmenin nasıl sağlandığını iyi çözümlemek
gerekiyor. Reel ücretler Chávez’in iktidarını sağlamlaştırmasından itibaren
tırmanışa geçmiş olsa da, yüksek enflasyon ve art arta gelen devaluasyonlar,
pek çok tüketim maddesinin ithal edildiği (veya ithal girdilerle üretildiği)
bir ortamda reel ücretlerin önemli bir sıçrama yapmasını engelledi. Daha
yenilerde küresel finansal krizin yarattığı sarsıntı reel ücretlerde bir
kesinti olarak tezahür etti ve 2011’e
gelindiğinde endeks 2003’ün gerisindeydi (bknz Tablo 3).Peki ücretlerde bir
gelişme sağlanamamasına rağmen gelir dağılımındaki eşitsizlik nasıl azalıyor?
Tablo 3:
Venezuela’da reel ücretler ortalaması endeksi (2005=100)
2003
|
2004
|
2005
|
2006
|
2007
|
2008
|
2009
|
2010
|
2011
|
2012 ilk çeyrek
|
97.2
|
97.5
|
100
|
105.1
|
106.4
|
101.5
|
94.8
|
89.9
|
92.5
|
94.3
|
Kaynak: Economic Survey of Latin America and the
Caribbean 2012 (United Nations ECLAC).
Yanıt(kayıtdışı
sektörün büyüklüğü nedeniyle ücretlerin doğru biçimde izlenememesinin yanı
sıra) devlet eliyle gerçekleştirilen sosyal transferlerdearanmalı.[15] Demek
ki sosyal harcama ve vergilerin sıklıka alt gelir gruplarından yukarıya doğru
net gelir transferi gerçekleştirdiği, böylece devlet aygıtının doğrudan doğruya
sınıfsal eşitsizlikleri derinleştirici bir rol oynadığı Latin Amerika
geleneğinden bir kopuşla karşı karşıyayız, ki benzer bir dönüşümü2000’li
yıllarda bölgenin pek çok ülkesinde görmek mümkün. Bu, sosyal adaleti dert
edinmiş gözlemcilerin sevinçle karşılanması gereken bir durum. Fakat kamu
bütçesinde böyle bir kazanım sağlanırken, emekçilerin piyasadan
koparabildikleri mutlak değerin yerinde sayması bir kaygı kaynağı. İşletmeler
içinde emekçilerin pazarlık payının artırılması adına yapılacak siyasi
hamlelere bu resmin düzeltilmesinde yer var. Fakat reel ücretlerin daha uzun
vadede sürdürülebilir bir artış patikasına oturabilmesinin olmazsa olmazı, emek
üretkenliğinin artırılması adına yapılacak yatırımlardangeçiyor.
Akılda tutulması
gereken ikinci nokta Venezuela ham petrolünün uluslararası piyasalarda gördüğü
fiyatın 1999’daki varil başına 8 buçuk dolar seviyesinden 2008 Ağustos’una
gelindiğinde 126 dolara kadar çıkmış olması. Bu müthiş avantajın ne derece
ustaca kullanıldığına dair farklı yorumlar var. Yapılmayan yatırımlar ve
yönetimdeki ehliyetsizlik yüzünden PDVSA’nın (varil cinsinden) üretim
miktarının OPEC tarafından belirlenen kotaların dörtte üçü civarında kaldığı belirtiliyor.
Chávez’in müdahelesinin yerinden ettiği eski bir PVDSA yöneticisinin hesabına
göre bu şekilde ortaya çıkan günlük 800,000 varillik üretim eksiğininChávez
iktidarının ilk on yılında ortaya çıkardığı fırsat maliyeti 40 milyar dolar
civarında.[16]
Süregiden diğer sorunlar
arasında sayılması gereken önemli unsurlar mali politikanın pro-cyclical bir seyir izlemesi (yani
kamu harcamalarının özel sektör büyümesiyle paralel biçimde artması, özel
sektör krize girdiğinde kamu harcamalarının da kısıntıya uğraması), kur
politikasında istikrar sağlanamaması, döviz gelirlerinin %90’ından fazlasını
sağlayan petrol satışının ötesinde ihracatta çeşitleme yaratılamaması ve yüksek
seyreden enflasyon.[17]Son
olarak, Chávez’in performansının en tartışmalı yönlerinden birini tarımsal
üretim oluşturuyor.Kurulan mercal
sistemi aracılığıyla yiyecek maddeleri için tavan fiyatları belirleyen Chavist hükümet,kamulaştırılan
şirketler ve köylü kooperatiflerinin yapacağı üretim vasıtasıyla tarımsal rantı
büyük sermayenin elinden almaya çabaladı. Fakat anlaşıldığı kadarıyla özellikle
kooperatifler mercal marketlerini
baypas ederek özel marketlere daha yüksek fiyattan satış yapmakta. Reformlar yüzbinlerce
aileyitoprak sahibi yapmış olsa da, kurumsal organizasyon ve kredi eksikliği
ortamında toprakların dağıtıldığı köylülerin üretim girdilerine erişiminde
yaşanan sorunlar nedeniyle kimi önemli ürünlerde üretimin düştüğü görülüyor.
Yine hükümetin lojistik koordinasyonunda gösterdiği beceriksizlikten ötürü var
olan üretimin çeşitli nedenlerden dolayı marketlere ulaştırılamayıp limanlarda
çürümeye terk edildiği vaki.[18]Bugün
muhalefetin Chávez’in ekonomik mirasına karşı en sert eleştirisi de üretimde
yaşanan aksaklıklar ve mercal sistemi
yüzünden temel tüketim maddelerinde yokluk yaşandığını iddiasında temelleniyor.
Bu maddelerin fiyatları baz alınarak yapılan yoksulluk düzeyi hesaplarının
yanıltıcı olduğu, temel tüketim maddelerine erişimde problemler yaşanırken
gelir artışının bir anlam taşımadığı ileri sürülüyor.Eleştirilerde muhtemelen
bir gerçeklik payı bulunsa da, güvenilir verilerin yokluğunda kanaat oluşturmak
zor. Bu konuda daha bütüncül bir değerlendirme için sanırım daha çok zaman
geçmesi gerekecek.
4.
2006’da 63% ile
kazandığı (nizamiliği eski ABD başkanı ve önde gelen uluslararası seçim
gözlemcisi Carter tarafından teyit edilen) seçimin ardından Chávez’in hedefi artık
‘Bolivarcı devrimi’derinleştirmek ve kalıcı kılmak idi. Bu tarih itibariyle Bolivya’da
Morales ve Ekvador’de Correa gibi radikal liderler işbaşına gelmişti ve Chávez
artık gerçek demokrasiyi imkansız kıldığını ilan ettiği kapitalizmi karşısına
alan bir söylem kullanıyordu.Fakat Chávez, “gerçek demokrasi” anlayışı
konusunda tereddütler uyandıracak biçimde, 2007 sonunda hazırlattığı bir anayasayla
yürütmenin yetkilerini artırırken başkanın görev süresini yedi yıla çıkarmaya
ve ikiden fazla sefer başkan seçilmenin önündeki yasağı kaldırmaya niyet etti. Chávez’in
bir tür Fidel Castro olmak istediğinin işaretlerini vererek taraftarları
arasında görüş ayrılığına neden olan bu anayasa taslağı katılım oranının düşük
kaldığı bir referandumda %51 ile reddedildi. Reddiyeyi görmezden gelen Chávez
2009 başlarında bu sefer yalnızca iki seferden fazla seçilme yasağını kaldıran
bir anayasa değişikliğini yeni bir referandumdan geçirerek Ekim 2012’de %54 ile
üçüncü (2000 yılındaki olağanüstü seçim de sayılırsa dördüncü) defa başkan
seçildi.Bu hamlelerle “Bolivarcı” hareket,liderin ağırlığının arttığı Chavist
harekete dönüşürken, devletleştirilen sektörlerde yolsuzluk iddiaları ve (2002
darbesinin hayata geçirilmesinde aktif rol üstlenmiş televizyon kanallarının
yayın haklarını iptal eden) hükümetin basın özgürlüğünü kısıtladığı
eleştirileri daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı.Bu arada hükümet toprak
sahiplerinin tacizlerine karşı köylüleri silahlandırıyo, ve zaten siyasilleşmiş
bulunan orduya ek olarak bir de başkana karşı sorumlu devrimci milisler
örgütlüyordu.
Yönetim metotları
otokratikleşen Chávez iktidarının meşruiyetini önemli ölçüde destekleyen bir unsur
Latin Amerika’daki diğer sol liderlerle kurduğu dayanışma sayesinde bulduğubölgesel
destek oldu. Chávez’in bölgedeki dış siyasetinin iki ayağı olduğunu
gözlemliyoruz. Bunlardan birincisi, ABD ve Kanada’yı dışarıda bırakan bir Latin
Amerika entegrasyonunu desteklemek. Nitekim Venezuela’nın muhalefeti, ABD’nin
tüm kıtayı kapsayacak bir serbest ticaret bölgesi (Free Trade Area of the
Americas) kurma planının suya düşmesinde etkili oldu. Yine ABD’nin başını çektiği
Amerika Devletler Örgütü’ne (Organization of American States) alternatif
biçimde bölgesel bütünleşmenin merkezi rolüne soyması umut edilen Latin Amerika
ve Karayip Devletleri Birliği (Comunidad de Estados Latinoamericanos y
Caribeños) ile Güney Amerika Uluslar Birliği’nin (Unión de Naciones
Suramericanas) kurulmasında Venezuela aktif rol aldı. Venezuela ayrıca uluslararası
kalkınma finansmanında IMF ve Dünya Bankası’na rakip olacak bir Güney
Bankası’nın (BancoSur) kurulmasına ön ayak olarak Brezilya’yla birlikte en
büyük başlangıç sermayesini koymayı kabul etti. Eski Brezilya başkanı Lula’nın,
ölümünün ardından Chávez’i anmak için yayınladığı bir mesajda bu gelişmelere
dair övücü bir değerlendirme buluyoruz.Lula kurulan birlikler içinChávez’in
oynadığı liderlik rolününün önemini teslim ederek, gerçekleştirilen
işbirliğinin IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar içindeki güç dengelerini
değiştirmek için verdiği ilhamdan söz ediyor[19].
Chávez’in bölge
politikasının ikinci ayağı Venezuela için özerk bir etki sahası oluşturmaktı.
Ülkenin petrolünü(akıl hocası Castro’nun zordaki ülkesi Küba başta olmak üzere)
uygun gördüğü ülkelere yardım amaçlı olarak bolca aktaran Chávez;Bolivya, Ekvador,
Nikaragua, Küba, Antigua ve Barbuda, Dominika, St. Vincent ve Grenadines arasında
bir Bolivarcı ittifakın (Alianza Bolivariana para los Pueblos de Nuestra
América) kuruluşunu sağladı. Ticari entegrasyon ve ortak bir para birimini
amaçlayan bu birlikileride Venezuela’nın lider rolü oynadığı bir ekonomik bloğa
dönüşebilir.
Chávez’in otokratik
eğilimlerini gözden kaçırmazken hakkını teslim etmemiz gereken temel husus;iktidarını
sağlamlaştırmak için temsili demokrasinin bahşettiği metotları ustaca kullanmış
ve kendisini devirmeye çalışan bir darbeyi şiddet uygulamadanboşa çıkarmış
oluşu. Fakat Chávez’in ABD karşıtlığı ve petrol ihracatçıları dayanışması
eksenlerinde izlediği dış politikanın Latin Amerika dışında onu almaya
zorladığıpozisyonlar, Chavizm’in “demokratik sosyalizm”iddiası ile
bağdaştırılması en zoryönünü teşkil ediyor. Mugabe, İdi Amin, Lukaşenko gibi diktatörlere
arka çıkan açıklamalar yapan Chávez, bir yandan daİran lideri Ahmedinecad,
Libya lideri Kaddafi ve Suriye lideri Esad’ın önemli bir destekçisi haline
geldi. (Şu veya bu nedenle ABD’nin karşısında yer alan herhangi bir aktöre
yalnızca bu yüzden gözü kapalı destek vermeyi bir tür anti-emperyalizm olarak
kutlayan çevreler bu ittifakları da hoş karşılayacaktır. Bu satırların yazarı
içinse bu bağlantılar ABD’nin Suudi Arabistan Krallığı ile sarsılmaz
dostluğundan daha makbul değil).Bu uluslararası tavrın Chavizm için yarattığı
çelişkiyi anlamak üzere, İran’da 2009 seçimlerine hile karıştırıldığı iddiası
ile başlayan rejim karşıtı gösterileri ‘dış mihrakların işi’ olarak tanımlayıp (daha
2005’de Orden del Libertador nişanıyla onurlandırmış olduğu) Ahmedinecad’a
destek çıkan Chávez’e İranlı sempatizanlarının gönderdiği bir mektuba dikkat
etmek yeterli. Mektupta İranlı solcu aktivistlerVenezuela’nın İran ile yakın
diplomatik ve ticari ilişkiler içinde olmasını bir yere kadar anlaşılır bulurken
Chávez’in en azından Ahmedinecad’ın iç politikasını destekleyen tavrını bir
yana bırakmasını talep ediyordu: “Her şeyin ötesinde, İran rejiminin işçilere
yönelik politikalarına vb. destek çıkmak Venezuela’daki politikalarınızla tam
bir çelişki içerisinde!”[20]
Chávez’in
Venezuela içinde izlediği siyasi metotların ne derece akıl karı olduğu
konusunda solun farklı okullarından gelen gözlemciler farklı yanıtlar
verecektir.Ortada oldukça mitik boyutlara varan bir lider kültü, otoriter rejim
ve hareketlerle yapılan ittifaklar,
militarize olmuş bir siyasi kültür ve kavgacı bir üslupla körüklenen toplumsal
polarizasyon (ve bu kavgada ortaya dökülen iktidara yönelik bir sürü yolsuzluk
iddiası) var. Seçim analistlerine göre bu gün Çavizm kesin olarak alt sınıflarda
destek görüyor, orta sınıf ise büyük ölçüde muhalefete kaybedilmiş durumda. Bu
durum, önümüzdeki dönemde Chavist-Bolivarcı devrimin kalıcılık kazanması ve bir
toplumsal barış temelinde kendini hegemonik kılmasının önünde engel teşkil edebilir.
Orta sınıf bir yandan döviz kontrolleri yüzünden yurtdışına çıkamama, birtakım
ithal tüketim maddelerine erişememe gibi hayatını zorlaştıran kısıtlamalardan
şikayet ederken, alt sınıfların devlet kaynaklarıyla yaratılan sosyal
programlardan yararlandığını, en tepede ise iddialara göre Chavist rejime
yakınlığı sayesinde hızla yükselen yeni zenginlerin kuşku uyandıran bir hızda
servetler biriktirdiğini görüyor. Bir yandan yeniden yazılan tarih kitaplarında
ve resmi sembolizmde criollo (Avrupa kökenli) unsurunun Venezuela’nın kurucusu ve hakim unsuru
olmaktan çıkarılarak, yerine avami bir mestizo (melez) kimliğinin
yerleştirildiğini görüp ‘memleketin elde gittiği’ duygusuna kapılıyor. Bir
yandan da, Venezuela şehirleri müthiş biçimde artan suç oranları yüzünden dünyanın
en güvensiz yaşam alanları haline gelmekte.[21]
Suç artışı ile Chávez’in politikaları arasında ne gibi bir ilişki olduğu açık
olmasa da muhalefet bunu Chavizm karşısındaki en önemli seçim kozu olarak
kullanma çabasında. Kriminal çetelerin polis tarafından kontrol edildiği, veya komşu
Kolombiya’daki FARC gerillalarınaChávez’in gösterdiği müsamaha ile Venezuela
içine sarkan narko-trafik aktivitelerinin suç ortamının oluşmasına zemin
hazırladığı ileri sürülüyor. Yerel yönetimlerin kontrolündeki kolluk kuvvetlerinin
kaynakları azaltılırken “devrimi savunmak adına” silahlandırılmış olan halk
milislerinin çıkar amaçlı suça yöneldiği suçlaması yapılıyor.Chavistler ise
muhalefet tarafından yönetilen vilayetlerde suç oranlarının daha yüksek
olduğunu iddia ederek karşılık vermekte.
5.
Chávez’in
Venezuela’da önemli servet transferlerini gerçekleştirmeye çalıştığını gördük.Servet
transferleri mülkiyete tecavüz olarak görülüp siyasi krizler yaratsa da, bu
kurucu hareket üzerinde oluşan yeni çıkar denklemine bir mülkiyet hakkı
kutsallığı bahşedilmesi çoğunlukla yalnızca bir zaman meselesi.Örneğin ABD’nin
sadık müttefiği ve en az çeyrek asırdır sağ iktidarların kronik iktidar sahası
Meksika’da da Lazaro Cardenas’ın burjuvaziyi ve ABD’yi karşısına alarak
1930’larda gerçekleştirdiği kamulaştırmadan beripetrol üretimi devlet
tarafından gerçekleştiriliyor ve petrol geliri sayesinde Meksika son derece
düşük vergi oranlarına rağmen Dünya Bankası’nın örnek gösterdiği Progresa gibi
sosyal programları finanse edebiliyor. Bugün petrolü özelleştirmeye kalkacak
bir babayiğit Meksika siyasi yelpazesinde bulunmuyor! Keza Venezuela’da Chavist
hareket karşısında iktidar şansı arayan Capriles şimdiden PDVSA üzerindeki
devlet kontrolünden vazgeçmeyeceğini taahhüt etti.[22] Devletçilik/halkçılık
eksenine kayarak yeniden kurulmuş olan bu denklem Venezuela’nın geleceği adına
ne anlama geliyor? Chávez öncesinde Venezuela’nın bir petro-devlet görünümünde
olduğunu belirtmiştik. Petrol gelirleri PDVSA vasıtasıyla yurtiçi ve
yurtdışındaki dar bir grup tarafından
paylaşılıyor, halkın çoğunluğu ise yoksulluk çekiyordu. Chávez’le birlikte
PDVSA üzerinde devlet hakimiyetinin önemli bir muhalefete rağmen kavga dövüşle
güçlendirilmesi, bu kaynağın daha geniş nüfus kesimlerinin ihtiyaçları için
yönetilmesinin yolunu açtı. Nitekim uygulanan politikalar eşitsizliği ve
yoksulluğu azalttı. Bu anlamda Chávez, farklı bir siyasi tercihi ve geçmişten
bir kopuşu temsil ediyor. Fakat petro-devlet tarz-ı siyasetinin bambaşka bir
yordama yerini bıraktığını düşünmek bir yanılgı olur, çünkü Chávez’in
uluslararası sermayeyi ve ABD’yi bu derece karşısına alabilmesini sağlayan da hükmettiği
petrol kaynağı. Başta yüksek kamu harcamaları olmak üzere uygulanan bir dizi
heterodoks politikayı ve uluslararası sahada aynı ölçüde otokratik bir çizgiyi
bu tarz doğal kaynaklara sahip olmayan bir ülkede tekrarlamak çok daha zor
olacaktır. Chavizm deneyiminden sol için dersler çıkarmaya çalışan
gözlemcilerin, bu hareketi ortaya çıkaran ve ona sıradışı özerklikte bir
eyleyicilik kazandıran tarihsel-coğafi koşulları iyi çözümlemesi elzem.
Önümüzdeki
haftalarda Venezuela Chávez’den boşalan başkanlık koltuğunu doldurmak için seçime
gidecek. Müteveffa liderin ruhunun kendisiyle konuştuğunu iddia eden Chavist
aday Maduro, seçildiği takdirde petrol fiyatlarında düşüş sinyalleri görmediği
sürece agresif enflasyonist politikalarda ısrar edebilir. Bu ısrarın orta-uzun
vadede yaratabileceği problemler ve ardından gelebilecek sert düzeltmeler,
radikal solda Chavist politikalardan sapmanın bedeli ve devrimci davaya ihanet
olarak görülecektir muhtemelen. Muzaffer yıllar sona ermeden hayattan tarihe
göçmüş olan Chávez’in bu sonuçlara giden kırılganlığı yaratmadaki rolü ise
sorgulanmayacak. Öte yanda, merkez-sağ muhalefetin adayı Capriles’in iktidara
geçmesi (ve Chavist milisler ile ordu birliklerinin buna itiraz etmemesi) durumunda
ise enflasyonu indirmeye ve kur rejimini “rasyonelleştirmeye” yönelik bir
müdahele kaçınılmaz görünüyor. Eğer bunu bir resesyon yaratmadan ve kritik
sosyal programlarda büyük bir kesintiye gitmeden başarabilirse, hele ki dış
politikada da ABD’nin yoluna usturuplu biçimde girebilirse, liberal “uluslararası
kamuoyunun” takdirini kazanacaktır. Bugün Chávez’in ekonomik performansının
yalnızca olumsuz yönlerine dikkatleri çekmek için binbir takla atmakta olan The Economist, Financial Times gibi
yayınlar, o gün geldiğinde Capriles’in politikalarınıhalka hizmetin ılımlı ve
rasyonel bir örneği olarak övüp solu ve kitleleri bir kez daha tarih önünde haksız
ilan edecek. Bunu yaparken Chávez’den Capriles’e miras kalan avantajların
(bölgenin en yüksek tasarruf oranına ve en düşük kamu borcu/GSYİH oranına sahip,
gelir dağılımındaki uçurumu kapatmada önemli mesafe kaydetmiş ve petrol
yumurtlayan bir tavuğu sıkıcaelinin altına almış bir ülke) [23]
sözü edilmeyecek. Her şeyde kendi mülkiyet haklarını görmeye alışık tuzu
kurular, tarihi de paylaşmak istemeyecek!
Biz ise doğru bildiğimizi
yazalım.
São Paulo, 28 Mart 2013
[1] Vaşington uzlaşmasını ilan eden makalenin
adını hatırlamak, bu önemli ayrıntıyı anlamak için yeterli aslında: What Washington means by consensus
(Vaşington’un reformdan anladığı). Makale, Vaşington’u da şu aktörlerin yekunu
olarak tarif ediyordu: ABD Kongresi, ABD hükümeti, ABD devletorganları, ABD
merkez bankası, ve Vaşington’da yerleşik düşünce kuruluşları. Bknz. John
Williamson, “What Washington Means by Policy Reform,” Latin American Readjustment: How Much Has Happened, ed. John
Williamson (Washington: Institute for International Economics, 1989).
[3] Latin Amerika’da neoliberalizm karşıtı
sosyal hareketler ve 2000’lerde sol adına kazanılan seçim zaferleri arasındaki
ilişkinin Polanyici bir okuması için bknz. Silva, E. (2009). Challenging neoliberalism in Latin America
(New York: Cambridge University Press).
[4]PDVSA ve Chávez’in petrol politikasına
dair bilgiler büyük ölçüde şu kaynaktan derlendi: Gregory Wilpert,“The
Economics, Culture, and Politics of Oil in Venezuela,” 30 Ağustos 2003, http://venezuelanalysis.com/analysis/74.
[5] Maurice Lemoine, “Venezuela: the promise
of land for the people”, Le Monde Diplomatique English Edition, Ekim 2003, http://mondediplo.com/2003/10/07venezuela.
[6]Örneğin II. Dünya Savaşı’nın ardından
işgal gücü ABD ordusunun gözetiminde kısa zamanda gerçekleştirilen büyük toprak
reformlarının Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ın sınai kalkınma mücizelerinin
gerçekleşmesinde önemli rol oynadığı düşünülüyor.
[7] Çatılara yerleştirilmiş kimliği belirsiz
tetikçilerin açtığı ateş sonucu öldürülen bu kişiler konusunda taraflar
birbirlerini suçladı. 2009 yılında sonuçlanan bir dava, darbecilerle birlikte
hareket eden altı polis memurunu cinayetlerden suçlu bularak otuzar yıl hapisle
cezalandırdı.
[8]Gregory Wilpert,“The Economics, Culture,
and Politics of Oil in Venezuela,”30 Ağustos 2003, http://venezuelanalysis.com/analysis/74.
[9]Chávez dönemi ekonomi politikaları için
bknz. Economic Survey of Latin America
and the Caribbean 2012 (United Nations ECLAC); Özgür Orhangazi,“Contours of
Alternative Policy Making in Venezuela”, PERI Workingpaper Series No 275 (Kasım
2011); Haiman El Troudi, La Política
Económica Bolivariana (PEB) y Los Dilemas de la Transición Socialista en
Venezuela, (Caracas, 2010); Francisco Rodríguez, “How Not to Defend the
Revolution: Mark Weisbrot and the Misinterpretation of Venezuelan Evidence”,
Wesleyan Economic Working Papers No: 2008-001.
[11]Venezuela ulusal istatistik kurumu
verileri “Indicadores Básicos de Salud, 1990-2011,” http://www.ine.gob.ve/documentos/Social/Salud/pdf/Indicadores_Basicos_Salud.pdf, son erişim 28 Mart 2013.
[12]Jake Johnston ve Sara Kozameh, “Venezuela:
Economic and Social Performance Under Hugo Chávez”, Centre for Research on
Globalization, http://www.globalresearch.ca/venezuela-economic-and-social-performance-under-hugo-Chávez/5326013, son erişim: 28 Mart 2013.
[13] a.g.e.
[15]Nitekim, en azından 2008-2011 dönemi için
sosyal transferlerin önemli bir fark yarattığı etki değerlendirmelerinde
gözleniyor. Social Panaroma of Latin
America 2012, (United Nations ECLAC), sf. 22.
[16]Gustavo Coronel, “Memo To Mark Weisbrot et
al”, 19 Şubat 2009, http://lasarmasdecoronel.blogspot.com.br/2009/02/memo-to-mark-weisbrot-et-al.html.
[17]Bknz. dipnot 7.
[18]“Venezuelan socialism: Food fight”,The Economist.10 Haziran 2010.
[19]Luiz
Inácio Lula Da Silva, “Latin America After Chávez”, The New York Times, 6 Mart 2013.
[20]NasrinAlavil, “Problematic Brothers: Iranian Reaction to Chávez and
Ahmadinejad”, North American Congress on Latin America, https://nacla.org/article/problematic-brothers-iranian-reaction-ch%C3%A1vez-and-ahmadinejad,
son erişim: 26 Mart 2013.
[21]Venezuela’da 1999’da 25 olan 100,000
kişiye düşen cinayet oranı Chávez döneminde hızla artarak 2011’de 45’e çıktı.
Bu oranın 98’i bulduğu başkent Caracas dünya şehirleri arasında altıncı sırada
geliyor. Bknz. “How did Venezuela change under Hugo Chávez?,” The Guardian Data
Blog, http://www.guardian.co.uk/news/datablog/2012/oct/04/venezuela-hugo-Chávez-election-data, erişim 28 Mart 2013, ve “Crime in
Venezuela,” Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Crime_in_Venezuela#cite_note-2.
[22]“Two different approaches of Venezuela's
oil industry”,El Universal, 6 Eylül
2012, http://www.eluniversal.com/economia/120906/two-different-approaches-of-venezuelas-oil-industry.
[23]Tasarruf oranları ve kamu borçlanma
verileri için bknz. Economic Survey of
Latin America and the Caribbean 2012 (United Nations ECLAC).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder