26 Nisan 2013 Cuma

Petrol, Sınıf Çatışması ve Uluslararası Siyaset: Hugo Chávez döneminde Latin Amerika ve Venezuela

Alper H. YAĞCI



Venezuela başkanı Hugo Rafael Chávez Frías 5 Mart 2013’te, 58 yaşında, kuşağının en çok tartışmaya yol açmış siyasetçisi olarak öldü. Bugün Chávez’in ismi birbirine taban tabana zıt iki hikayenin merkezinde yer alıyor: Birinci hikayeyegöre Chávezülkesinde büyük felaketlere yol açmış yolsuz bir diktatör—ne eksik ne fazla. Diğer hikayeye göreyse Chávez, ekonomik bir mucize yaratarak halkını refaha kavuşturmak adına mücadele vermiş bir devrim kahramanı. Bu sırada Venezuela halkı yeni bir başkan seçmek zorunda ve bu yalnızca Venezuela siyaseti için değil küresel dengeler açısından da önemli bir seçim olacak. Chávez’in mirasını değerlendirmek için anlatılan hikayelerde de haliyle seçim öncesi algıları etkileme çabası var.
 
Peki Chávez dönemini siyasal-iktisadi bir perspektiften inceleyip mevcut veriler ışığında değerlendirdiğimiz vakit nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz? Abartılı hikayelerin yarattığı kişi kültünden yayılan haleye gözlerimizi kısıp, yaşanan deneyimi tarihsel ve coğrafi bağlamına oturtarak incelememiz gerekiyor. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Birinci kısımda Latin Amerika’da 2000’li yıllarda bir dizi sol lideri iktidara taşıyan yakın tarihe göz atıp Venezuela’nın bu dalga içindeki yeri konumlandırılacak. İkinci kısımda, Venezuela petrollerinin ülke siyasetinde oynadığı rol Chávez’in radikal ekonomi deneyini koşullayan temel bir yapısal faktör olarak ele alınacak. Ardından gelen kısımlarda Chávez’in belli başlı politikaları ve bunların bugün gözlemleyebildiğimiz ekonomik sonuçları ana hatlarıyla incelenecek.

Benim bu incelemeden çıkardığım ders şu: Chávez’le birlikte Venezuela petrolleri üzerinde devlet hakimiyetinin önemli bir muhalefete rağmen kavga dövüşle güçlendirilmesi, bu kaynağın daha geniş nüfus kesimlerinin ihtiyaçları için yönetilmesinin yolunu açtı. Nitekim uygulanan politikalar eşitsizliği ve yoksulluğu azalttı. Fakat ülkenin siyasal gelişiminde önemli sıkıntılara yol açmış olan "petro-devlet" tarz-ı siyasetinin bambaşka bir yordama yerini bıraktığını düşünmek bir yanılgı olur, çünkü Chávez’in uluslararası sermayeyi ve ABD’yi bu derece karşısına alabilmesini sağlayan da hükmettiği petrol kaynağı. Başta yüksek kamu harcamaları olmak üzere uygulanan bir dizi heterodoks politikayı ve uluslararası sahada aynı ölçüde otokratik bir çizgiyi bu tarz doğal kaynaklara sahip olmayan bir ülkede tekrarlamak çok daha zor olacaktır. Chavizm deneyiminden sol için dersler çıkarmaya çalışan gözlemcilerin, bu hareketi ortaya çıkaran ve ona sıradışı özerklikte bir eyleyicilik kazandıran tarihsel-coğafi koşulları iyi çözümlemesi elzem.
 

1.

Neoliberalizmin Latin Amerika’daki tarihine Türkiye okurları yabancı değil. Savaş sonrasında ithal ikameci politikalarla agresif bir sınayi kalkınma hamlesi başlatmış olan bölge ülkeleri bu süreçte önemli ekonomik sorunlar biriktirerek 1982 civarında büyük bir borç krizine girdi. 1980’lerde borç krizini idare etmek ve yüksek enflasyon oranları ile mücadele etmek üzere uygulanan resesyonist politikaları 1990’larda geçirilen neoliberal dönüşüm izledi: Devlet işletmelerinin ve doğal kaynakların özelleştirilmesi, sosyal güvenlik sistemlerinin yeniden yapılandırılması, emek kesimi ücretlerinin aşağı yönlü baskı alınması, iç pazarı desteklemeye yönelik düzenleyici müdahelelerin kaldırılması, sermaye akışlarının ve ticaretin serbestleştirilmesi. Uluslararası kuruluşların gözetiminde yerleştirilen bu politikalar Vaşington uzlaşması (Washington consensus) olarak anılıyor. Vaşington uzlaşması; bölge ülkelerinin halkları, bu ülkelerin yönetimleri, ve alacaklı uluslararası kuruluşlar arasında yapılan bir uzlaşmanın değil, ABD başkentinde yer alan kuruluşların ‘ABD ulusal çıkarları’ adına Latin Amerika’nın geleceği üzerine kurguladıkları senaryolar arasındaki ufak tercih farkları arasında varılan bir uzlaşmanın şaşırtıcı bir cüretle ilan edilmiş adıydı, ve bu anlamda bölge ülkeleri için bir dayatmadan başka bir şey değildi.[1]Dayatmanın içinde yer alan kimi unsurlar (kırılgan ve ufak finansal kesimlere sahip ülkelerde sermaye akışlarının serbestleştirilerek uluslararası piyasaların insafına bırakılması, sosyal sigorta sistemlerinde—dünyanın diğer bölgelerinde örneği görülmemesine rağmen—tam özelleştirmenin tek reform seçeneği olarak sunulması) anaakım liberal iktisatçılar tarafından bile eleştirilirken, bireysel ikballerini uluslararası finans sermayesine koşulsuz destekte gören siyasi seçkinler tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilerek bölgede hegemonik hale geldi. Cehalet ve yolsuzluğun bu trajik kombinasyonu ile uygulamaya sokulan politikaların bölge ülkelerinin büyük çoğunluğunda yirminci yüzyıl sonlarında ortaya çıkardığı bilanço karanlıktı: Ekonomik duraklama, yüksek işsizlik, gelir dağılımında bozulma. Öyle ki bölge 1980 yılında sahip olduğu kişi başına düşen GSYİH ortalamasını ancak 14 yılda tekrar yakalayabilmişti, yoksulluk göstergelerinde bu düzelmeyi sağlamak ise 25 yılı bulacaktı.[2]

1980’lerin ortalarından 2000’lerin başlarına değin Latin Amerika’nın başına gelenler, bir “piyasa toplumunun” kuruluş deneyinin tezahürleri olarak görülebilir. Sosyolog Karl Polanyi’nin işlediği piyasa toplumu kavramı toplumun bütünüyle piyasa ekonomisinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi (ve gerekirse bu uğurda diğer bütün ilkelerin yabana atılması) anlamına geliyor. Bu durum birtakım iktisatçıların rüyalarını süslese de Polanyi’ye göre piyasa mekanizmasının tek yönetici ilke hale geldiği bir senaryoda toplumu bir arada tutan kural ve kurumlar ortadan kalkacak, böylece sosyal ve siyasi açıdan sürdürülmesi imkansız bir durum ortaya çıkacaktır. Bu yüzden, piyasayı başat kılmaya yönelik tüm hamleler, yaratılan tahribattan rahatsız olan kesimlerin tepkisel hareketleriyle karşılaşmış ve karşılaşacaktır.

Latin Amerika’da bu deney 1980’ler öncesinin sürdürülmesi zor, kapalı ve devletçi ekonomilerini zaman içinde dönüştürerek dünya piyasalarına daha iyi ayak uydurmak üzere bölge halklarının verdiği kararlarla değil, dışarıdan ve yukarıdan dayatılan şok terapileriyle şekillendi, böylece sınıfsal ve küresel (Kuzey-Güney) eşitsizlikleri  müthiş biçimde derinleştiren sonuçlar verdi. Tıpkı Polanyi’nin öngördüğü gibi, 1990’lardan itibaren Latin Amerika’nın tamamında, deneyin yol açtığı sosyal tahribata ve egemenlik kaybına yönelik protesto amaçlı hareketler ortaya çıktı. Bu hareketlerin siyasi istikrarı tehdit eden militanlığı, bölgenin dönüşümünden sorumlu uluslararası finansal kuruluşları yoksulluğu giderici önlemler almaya, hatta gelir eşitsizliğini bir sorun olarak tanımlayarak bunu gidermeye yönelik politikalar geliştirmeye zorladı. Sosyal politika, anaakım siyaset gündemine geri döndü.Pek çok bölge ülkesinde, protesto hareketlerini siyasi mobilizasyona dönüştürmeyi  başaran yeni liderler, yerleşik düzen partilerinin görmezden geldiği sorulara soldan yanıtlar getirmeyi önerdiler.[3]

Hugo Chávez’in 1998’de Venezuela başkanı oluşu, bu zaman dilimine denk geldi. Chávez’in ses getiren zaferinin ardından2000’de Şili’de Lagos, 2002’de Brezilya’da Lula, 2003’de Arjantin’de N. Kirchner, 2004’de Vasquez, 2005’de Bolivya’da Morales ve Nikaragua’da Ortega, 2007’de Ekvador’da Correa ve Guatemala’da Caballeros, 2008’de Paraguay’da Lugo devlet başkanı seçilerek bölgede sol-popülist bir ‘pembe dalga’ yarattı (terim bu liderlerin çoğunluğunun sosyalizm iddiası taşımadığına işaret ediyor: koyu kızıl değil, pembe bir dalga). Üstelik bu liderlerden pek çoğu başarılı bulunan bir performansın ardından ikinci defa seçilmeyi veya yerlerini tercih etikleri haleflerine bırakmayı da başardı.

Aşk, demiş Bernard Shaw, bir insanın diğer herkesten farkını harikulade ölçüde abartmamızdan ileri gelir. Aslına bakarsanız siyasi kanaatlerimizin temelinde de yabana atılmayacak ölçüde benzer bir duygusallık var.Sol hükümetler gerçekten de Latin Amerika deneyimine soldan ve sağdan bakanların umut ya da korkuyla tasavvur ettikleri gibi keskin bir kopuş yarattı mı? Bu soruya olumlu yanıt vermeden önce durup düşünmekte fayda var. Zira iş başına gelen hükümetlerin kimliği ne olursa olsun bölge ülkelerinin hepsini ilgilendiren olgular var.Öncelikle, petrol-doğalgaz ve tarımsal metaların fiyatlarındaki müthiş artış ile çoğu bu ürünlerin net ihracatçısı konumundaki Latin Amerika ülkelerinin müsait bir büyüme koridoru yakalamaları gerçeği geliyor.Ayrıca ideolojik kökenleri ne olursa olsun bölge hükümetlerinin büyük çoğunluğunda 2000’lerin ilk onyılı boyunca aşağı yukarı benzer politikalardan oluşan bir yönelimgözlüyoruz: makroekonomik istikrar ile elverişli bir yatırım ortamı oluşturma çabası, büyük ölçüde serbest olmakla birlikte bölgesel entegrasyonu öncelikendiren dış ticaret rejimi, vergi reformu ile kuvvetlendirilen mali kaynaklar, gelir dağılımı ve yoksulluğa hedefleme metoduna dayanan sosyal politikalarla yaklaşılırken sağlık ve eğitim alanında evrensel (tüm nüfusun faydalandığı) politikaların hayata geçirilmesi.Özellikle sosyal politika uygulamalarında ortak bir teknokratik öğretinin ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Bu alandasiyasi yelpazenin çeşitli noktalarındaki hükümetlerin icraatları arasında benzerlik ve devamlılığın bir örneği Brezilya’da merkez sağ Cardoso hükümetinin (muhtemelen Meksika’daki Oportunidades-Progresa deneyiminden alınan ilhamla) başlatıp, solcu Lula döneminde Bolsa Familia adı altında birleştirilerek genişletilen, hedefleme metoduna yönelik yoksulluk giderici politikalar. Yine Lula’nın Cardoso’dan devralıp derinleştirdiği toprak reformu, Kolombiya’nın sağ hükümetinin yenilerde başlattığı kapsamlı toprak reformunun yanına konabilir. Bir diğer çarpıcı örnek, Meksika’da solcu biryerel hükümetinbaşkentte başlattığı uygulamanın popülaritesini fark eden (ve mali sürdürülebilirliğine ikna olan) sağcı federal hükümetin inisayitifiyle ulusal çapta uygulamaya geçen ve istihdama bağlı olmadan herkesin sağlık sigortasına erişebilmesini amaçlayan Seguro Popular programı.

Bu yönelimin sonucu olarak 2000’li yıllarda bölgenin önemli ülkelerinin hepsinde iyi kötü ekonomik büyüme, kamu kesiminin ve sosyal harcamaların oransal olarak genişlemesi, vergi oranlarında progresif yönlü değişiklikler, ve gelir dağılımında bir ölçüde düzelme gözlemliyoruz. 1990’ların doktriner ve radikal Vaşington “uzlaşmasının” aksine bu sefer bölgedeki politika deneyimlerinden el yordamıyla seçilen (ve dışarıda Çin’in yükselişi gibi unsurlarla koşullanmış), eklektik ve pragmatik bir orta yolcu paket ile karşı karşıyayız. Uygulamardaki eklektisizm bir yana, bu gelişmelerin ilkesel düzeyde yeni bir tür uzlaşmaya işaret ettiği iddia edilebilir: sınıfsal eşitsizliklerin yüksek hadlere ulaşmasına itiraz eden yeni bir toplumsal sözleşmenin siyasal seçkinlerce zimnen kabülü, ve bu sözleşmeyi gerçekleştirmek üzere devletin biçimlendirici gücünün ve ulusal egemenlik kurgusunun takviyesi. Fakat uzlaşma ve devamlılık terimlerinin üstünü örtmemesi gereken bir gerçeği vurgulayalım: Sağ partileri (ve Dünya Bankası gibi kuruluşları) de bu uzlaşmada yer kapmaya zorlayan şey, eşitsizlik ve yoksulluğa karşı alttan ve soldan gelen itiraz.

Tüm siyaset alanını yeniden kurmaya çalışan bu tarihsel hamleyi tek bir dalga olarak ele almaya itiraz edenler çıkacaktır. Örneğin Kuzey’de imal edilip bölgeye ve dünyaya pazarlanan bir görüşe göre Latin Amerika’daki sol hükümetleri iyi ve kötü olarak iki ayırmalıyız. Bir tarafta, içeride daha piyasa dostu ve ılımlı politikalar izlerken dış siyasetini ABD ile arasını bozmadan yürüten Lula ve Bachelet gibi liderlerin temsil ettiği bir “iyi sol”, diğer tarafta ise sınıf mücadelesini hedef ve ABD’yi karşısına alan Chávez ve Morales gibi radikallerin temsil ettiği “kötü sol” (ve bu iki kolun ardı sıra gelen, kusuru ideolojisinden çok vasatlığında bulunan popülistler). Ülkelerin her birinin özel konumunu dikkate almadan, ABD perspektifinden yapılan bu aceleci (ve hayli performatif!) analizde şöyle bir doğruluk payı bulunabilir: Bir tarafta kötü polis Chávez’in kavgacılığı, diğer yanda iyi polis Lula’nın kapsayıcılığı, solun küresel düzeyde güç kazanması adına birbirlerini tamamlayan roller oynayarak aynı diyalektik içinde yer aldı. Örneğin Güney Amerika’da bölgesel bütünleşme ABD’yi dışarıda tutan biçimde hızlanırken kaçınılmaz olarak bu sürecin ağırlık merkezine dönüşen, bu arada Dünya Ticaret Örgütü ve benzer forumlarda “Güneyli” bir alternatif çizgi için alan yaratmaya çalışan Lula Brezilyasının anaakım siyaset, medya ve akademide bunca övgüye anılması, Bolivya ve Venezuela’daölümü gören küresel seçkinlerin sıtmaya razı olmasıyla açıklanmalı. Keza 1990’larda özelleştirilen Arjantin petrollerinin yenilerde Cristina Kirchner tarafından (hele ki Arjantin’in 2001 krizinden kalma borcunun ödeme takvimi için ABD ile pazarlık yaptığı bir dönemde) tekrar kamulaştırılması, öncesinde Evo Morales ve Hugo Chávez’in gerçekleştirdiği örnekler olmadan mümkün olabilir miydi, bu hayli şüpheli.

2.

Hugo Chávez’in Venezuela’sı, bölgenin yakın tarihindeki çelişki ve çatışmaların en keskin yaşandığı, uluslararası alanda da en çok anlaşmazlık yaratan vaka oldu. Bunun temelinde önemli ölçüde petrol yatıyor. Latin Amerika’da Meksika ve Brezilya gibi başka petrol üreticisi ülkeler de var. Ancak dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olan Venezuela’da bu metanın önemi komşularıyla karşılaştırılamayacak kadar yüksek.

Siyaset bilimcilerin kullandığı “petro-devlet” kavramı, petrolün Venezuela’yı nasıl etkilediğini anlamak adına faydalı. Bu kavram, önemli miktarda değerli doğal kaynaklara sahip ülkelerde, bu kaynakların istihsali ve ihracatına dayanan bir siyasal-iktisadi düzenin gelişmesi anlamına geliyor. Petro-devlet düzenlerinde, dar bir grup tarafından kolaylıkla kontrol altına alınabilen servet kaynağı, otokratik bir rejimin oluşumuna zemin hazırlıyor. Petrol gelirini yandaşlar arasında paylaştırarak kritik aktörlerin itaatini satın alan yöneticiler, toplumsal meşruiyeti kesin biçimde yitirseler dahi, uluslararası hegemonik güçlerin taleplerini tatmin ettikleri ölçüde iktidarı koruyabiliyorlar. Nüfusun genelinin onayina veya vergi gelirlerine ihtiyaç duymayan rejim, ekonomik büyüme sağlamak adına insana yatırım yapmak veya inovatif özel girişimleri teşvik etmek zorunda kalmıyor.

Petro-devletler, üstelik bir de ekonomistlerin ‘kaynak laneti’ adını verdikleri bir sendroma yakalanma eğiliminde: Kolaylıkla ihraç edilen doğal kaynaklar ülkenin para biriminin aşırı değerlenmesine yol açarak diğer sektörlerin ihracat performansını baltalıyor, ayrıca tüm sermayeyi emen doğal kaynak sektörü sanayi ve tarım yatırımlarını köstekliyor. Doğal kaynakların ihracatına bağımlılık bir döngü halini alıyor.
 
Chávez’in siyaset sahnesinde ortaya çıkmaya başladığıdönemde Venezuelabüyük ölçüde bir petro-devlet görünümündeydi. Latin Amerika’nın büyükçe ekonomilerinden biri olmakla birlikte sanayinin çok az gelişmişti. 1970’lerde artan petrol fiyatlarının verdiği özgüvenle yapılan borçlanma ve büyük kamu yatırımları, petrol fiyatları ve uluslararası finans piyasalarının durumunun elverişsiz bir hal aldığı 1980’lerde bir ekonomik felaketi birlikte getirmiş, ortaya çıkan bilanço geniş halk kesimlerinin sırtına bırakılmıştı. 1996’ların ortalarına gelindiğinde gelir dağılımında eşitsizlik had safhada ve kişi başına düşen milli gelir 1960’taki düzeyinin gerisindeydi. Bir yandan Venezuela dünyanın en eşitsiz toplam dağımı profillerinden birine sahipti.
 
Siyasi alanda, Punto Fijo adı verilen bir pakt ile iktidarı dönemsel bir rotasyonla arasında paylaşmış olan iki parti tarafından koordine edilen bi seçkinler hakimiyeti söz konusuydu. Sistemdeki çatırdama, 1989’da bir IMF programını protesto amacıyla başlayan gösterileri bastırmak için 2000’den fazla kişinin hükümet güçlerince bir gün içinde katledilmesiyle geldi. Venezuela ordusunun bir albayı olan Hugo Chávez, gelişen olayların ardından 1992’de hükümeti ve “IMF diktatörlüğünü” devirmek için bir darbe teşebbüsünde bulunup başarısız olsa da cezalandırılmadan önce televizyondan halka seslenme olanağı yakalayarak bir siyasi şöhrete dönüştü. O dönem içinChávez, Latin Amerikalı tarihinin bağımsızlık kahramanı Simon Bolivar’ın adının bir tür ‘boş gösteren’ (yani içeriği boş bırakılmış, çeşitli arzuların ve taleplerin kolaylıkla eklemlenebileceği bir sembol) işlevi gördüğü, halkçı-milliyetçi bir çizgiyi (‘Bolivarcılık’) temsil ediyordu. Darbe teşebbüsünün ardından sivil olarak siyasete giren ve Bolivarcı bir partiler koalisyonunun lideri olarak konumlanan Chávez 1998’de oyların %57’sini alarak sürpriz biçimde kazandığı ilk seçimle Venezuela başkanı oldu.
Chávez’in iktidardaki ilk yılları, yeni bir anayasa ile siyasi sistemi reforme etmeye odaklandı. 1999’da kabul edilen yeni anayasa sosyal hakları güvence altına alıp azınlıklar ve kadınlar için koruyucu önlemler getirirken, bir yandan da başkanın yetkilerini güçlendiriyor ve orduya ulusal kalkınma için bir yardımcı rol tanımlıyordu. Chávez’in otokratik eğilimleri ve Bolivarcı ideolojiyi ülkede hakim duruma getirmek için attığı sembolik adımlar, yalnızca üst-orta sınıfları değil, kimi mücadele arkadaşlarını da ürkütmüştü. Yeni anayasanın gerektirdiği ve 2000’de yapılan olağanüstü seçimde Chávez’in karşısına eski bir müttefiği çıktı. Bu seçimi de %59’la kazanmayı başarıp gücünü pekiştiren Chávez, ABD başkanı Bush’u hedef alan açıklamarla kendine uluslarası sahada bir şöhret edindi. Fakat Chávez’i çok önemli bir çatışmanın kaynağına koyan hamle Venezuela petrollerini devletleştirmesi olacaktı.

Venezuela Petrolleri A. Ş. (Petroleos de Veneuela S.A., yani kısa adıyla PDVSA) 1976’da kağıt üzerinde devletleştirilmiş olsa da, pratikte şirketin büyük ölçüde uluslararası şirketlerle kurduğu ortaklıklar vasıtasıyla gerçekleştirdiği üretim üzerinde gerçek bir devlet kontrolünden bahsetmek mümkün değildi. 1993-2000 arasında PDVSA’nin gelirinin yalnızca %36’sı hükümetle paylaşılmış, aslan payı ise şirketin kendisinde kalmıştı. 2001 yılında üretilen her varilden hükümetin eline geçen gelir, Meksika hükümetinin PEMEX’ten kazandığının üçte biri bile değildi.[4]

Chávez’in yeniden şekil vereceği petrol politikasının ilk unsurunu OPEC (petrol ihraç eden ülkeler birliği) üzerinden sağlanacak bir koordinasyonla petrol fiyatlarının artışını sağlamak oluşturacaktı.1970’lerde petrol üretimini kontrol ederek fiyatları yüksek düzeylerde tutmak amacıyla kurulmuş olan OPEC 1980’lerde işlevini yitirmiş, üye ülkeler birlik vasıtasıyla belirlenen kotaların çok yukarılarına çıkan miktarlarda üretim yaparak petrol fiyatlarının düşmesine neden olmuşlardı. Chávez, iktidarının ilk yılında izlediği diplomasiyle bir devlet başkanları zirvesi topladı ve OPEC’i diriltti. Sağlanan disiplinle bu ülkelerde üretim kontrol altında tutuldu ve fiyatlar tırmanışa geçti. (Tabi 2000’ler boyunca petrol fiyatlarının rekor düzeylere ulaşmasında ABD’nin Ortadoğu’daki savaşları ve Çin ile Hindistan’ın başını çektiği talep artışı da büyük rol oynayacaktı). PDVSA ise OPEC kararıyla getirilen üretim kotalarına karşı çıkıyordu.

İkinci unsur ise PDVSA’nın gerçek anlamda kamulaştırılmasıydı. Chávez hükümeti 13 Kasım 2001’de çıkartılan hidrokarbon yasasıyla PDVSA üzerinde kontrol kurdu ve hükümete devredilen varil başına geliri iki katına çıkardı. Bu radikal hamle hemen uluslararası sermayenin ürkütüleceği, şirket yönetiminde liyakatın yerini siyasi kararların alacağı, devletin petrol üretimini artırmak için yeterince ve doğru yatırımları yapamayacağı gibi gerekçelerle eleştirildi. Bolivarcılar ise devlet kontrolünü petrol gelirlerinin daha geniş halk kesimleriyle paylaşılmasının ve nitelikli bir ekonomik kalkınmanın şartı olarak görüyordu.

Petrol üzerine yapılan tartışmanın bir benzeri toprak meselesinde yaşandı. Venezuela, tarım arazilerinin çok büyük kısmının az sayıdaki toprak sahibi tarafından kontrol edildiği bir ülke olagelmişti. Chávez hükümeti 2001’de bir toprak reformu yasası çıkardı ve kimi kamu arazileriyle birlikte atıl durumdaki veya özel ellere usulsüzce geçirilmiş olduğu iddia edilen özel arazileri topraksız köylülere dağıtmaya başladı. Federal hükümetin verdiği hakkı kullanmaya çalışan köylüler sıklıkla karşılarında muhalefetin kontrolündeki yerel yönetimlerin kolluk kuvvetlerini ve toprak sahipleri tarafından tutulan silahlı çeteleri buldular. Reformun ardındaki iki yıl içinde yetmiş kadar köylünün bu çeteler tarafından öldürüldüğü bildirilecekti.[5]
 
Bu çatışmanın bağlamını daha iyi anlamak için bu noktada teknik bir meseleseyiele almakta fayda var. Sosyal adalet bir yana, anaakım iktisat teorisi içinde bir okul, servet dağılımındaki büyük eşitsizliklerin uzun vadede ekonomik büyüme için dahi zararlı olduğunu kabul ediyor. Bununla birlikte gelirin (servetin değil) yeniden dağıtımı adına zamana yayılarak yapılan ‘popülist’ politikaların sermayeyi cezalandırarak ekonomik büyümeyi baltaladığını varsayıyor. Teorik olarak bu paradokstan çıkış noktası servetin (gelirin değil) aniden ve bir kereye mahsus olarak yeniden dağıtılması (böylece uzun vadede ekonomik popülizme gerek kalmaması) oluyor. Elbette ki pratikte böyle bir durum yaratabilmek, servet dağıtımını üst sınıfların muhalefetine rağmen bir seferde ve kesin olarak gerçekleştirmek çok güç. Üstelik “özel mülkiyete tecavüz eden” bu tarz teşebbüslere ilk karşı çıkan da yine anaakım iktisatçılar oluyor.

İddia edebiliriz ki petrol istihsali gibi bir faaliyet hakkının kontrolü bu teorik ihtimale yakın bir durumu pratikte yaratma imkanını sağlıyor.Topraktan fışkıran bu servete kamu yararına el konulması siyasi ve ahlaki açıdan görece kolay savunulabilir olacaktır. Keza taşınmaz bir varlık olan (yani daha elverişli yatırım şartları vaat eden ülkelere kaçırılması imkansız) tarım topraklarının geniş bir nüfusa dağıtılmasında da özellikle teknik açıdan benzer bir durum söz konusu. Bu servet transferlerinin istenen sonuçları verip veremeyeceğinin önemli bir belirleyicisi ise, oluşacak çatışma ortamının ne denli hızla ve ustalıkla giderileceği ve yeni denklemin siyaseten hegemonik bir hal alıp almayacağı olmalı.[6] Yani bu ekonomik sorunun pratikteki yanıtı önemli ölçüde siyasi.
 
Tahmin edileceği üzere Chávez’in politikaları Venezuela içinde ve dışında özellikle sermaye çevrelerinin büyük tepkisini çekti. Acción Democrática partisi Chávez’in delirdiğini idda ederek yüksek mahkemenin bu konuyu açıklığa kavuşturmasını ve gerekirse başkanı azletmesini talep ederken, Caracas belediye başkanı Chávez’in içine giren şeytanı çıkarması için Katolik Kilisesi’ni göreve davet ediyordu. Aralık 2001’de ticaret odaları ve işçi sendikaları konfederasyonlarının koordine ettiği bir lokavt ve grev dalgası ile ekonomi felç edildi. Ordu komutanları Chávez’in iktidarı terk etmesini talep ettiler. Bu gerilimden ve birkaç yıllık Bolivarcı deneyimden ürkmüş olan orta sınıf kesimlerinin de katıldığı gösterilerin yol açtığı kargaşa ortamında, ticaret odaları başkanı zengin iş adamı Carmona’nın başını çektiği küçük bir junta 11 Nisan 2002’debaşkanı  devirerek anayasayı askıya aldı. Fakat sokaklara dökülen Bolivarcıların karşı yöndeki gösterileri ve ordunun bütününün darbecilere destek çıkmaması Chávez’i birkaç gün içinde tekrar koltuğuna oturttu. Çıkan olaylarda on dokuz kişi hayatını kaybetmişti.[7] (Hatırlanacak olursa Soğuk Savaş konjonktüründe gerçekleşmiş benzer bir siyasi çatışma, zamanınChávez’i olarak değerlendirebileceğimiz Şili başkanı Salvador Allende’yle birlikte binlerce kişinin ölümü vegeneral Pinochet’in diktatörlüğüyle sonuçlanmıştı).

PSDVA’deki asıl kavga ise bunun ardından patladı. Anlaşmazlığın unsurlarından biri yeni yönetimin, PVDSA’nin tüm dijital verilerini işleme ihalesini almış INTASE şirketinin sözleşmesini bitirme kararı oldu. ABD hükümet karşıtı darbeye destek açıklamalarında bulunmuş iken, yönetim kurulunda eski ABD savunma bakanları ve CIA direktörleri bulunduran bir şirketin iştiraki olduğu anlaşılan INTASE’nin bu stratejik verilere sahip olması muhtemelen Chávez için rahatsızlık kaynağıydı.[8] Hükümetin bu müdahalelerine karşılık olarak PDVSA Aralık 2002’de lokovta giderek erken seçim talep etti. Petrol üretiminin durması demek Venezuela ekonomisinin de durması anlamına geliyordu. Fakat Chávezlokovta destek veren 18,000 işçiyi kovarak yerlerine yandaş işçiler geçirdi ve PDVSA’nın hamlesini boşa çıkardı.

3.

2001 sonunda başlayıp 2003 başlarına kadar devam eden lokovt/grev dalgası ve yaşanan siyasi çekişme, ekonomiyi felce uğratmış ve hükümetin programını hayata geçirmesini engellemişti. Ağustos 2004’de kendisini başkanlıktan azletmek üzere talep edilen referandumdan %59 oranında lehte oy alarak galip çıkan Chávezböylece bir güç sağlaması yaparak iktidarını sağlamlaştırmış oldu ve bunun ardından oldukça heterodoksbir ekonomi politikası uygulamaya başladı.[9] Makro düzeyde bu politikanın omurgasını petrol gelirlerinin merkezibütçeye akıtılmasıyla (ve biraz da vergi sistemininin güçlendirilmesi sayesinde) genişleyen kamu kesimi oluşturuyordu.Petrol sektöründe gerçekleştirilen kamulaştırma elektrik ve telekomünikasyon gibi stratejik hizmetlerde tekrarlanmakla kalmadı, emek anlaşmazlıklarının yaşandığı veya getirilenfiyat kontrolleri karşısında üretimi kısan ve istifçilik yaptığı iddia edilen şirketler kamu yararına devletleştirildi. 2006 itibariyle yıllık reel kamu harcamaları Chávez dönemi öncesindeki seviyenin iki katını aşmıştı. Artan kamu kaynaklarından aslan payını ise sosyal harcamalar alıyordu. Eğitim, sağlık, konut ve sosyal güvenlik alanında cömert programlar hayata geçirildi. Enflasyon ve ithalat kısıtlamaları özellikle sabit gelirli orta sınıflar için hayat pahalılığını artırıcı yönde etki yapsa da benzin ve yiyecek gibi temel tüketim maddelerinin fiyatları hükümet tarafından önemli ölçüde sübvanse ediliyordu.

Bu politikalar ne gibi sonuçlar verdi? 2002’de nüfusun 48.6’sı yoksulluk sınırının altında yaşarken bu oran 2011’de 29.5’e düştü.  Venezuela 2002-2011 döneminde gelir dağılımındaki eşitsizliği gösteren Gini katsayısının en hızlı düştüğü Latin Amerika ülkeleri arasında yer alarak 2011 itibariyle bölgedeki en eşitlikçi ülke haline geldi.[10]Ortalama yaşam beklentisi, beslenme kalitesi, temiz su ve kanalizasyon hizmetine erişim ve bebek ölümlerini engellemekadına siyasi kriz döneminde bocalama yaşandıysa da Chávez iktidarının sonu itibariyle önemli gelişmeler kaydedildi.[11]

Cömert makroekonomik politikalara mikro düzeyde halkın hükümetle temas noktalarını artıran kurumsal düzenlemeler eşlik ediyordu: sosyal hizmetleri halka ulaştırmak için kurulan misyonlar, yerel yönetime yurttaş katılımını sağlayan mahalle konseyleri, sanayi işletmelerinde  yönetime ortak edilen işçi sendikaları ve özellikle tarımsal üretim için kurulmasına önayak olunan kooperatifler. Emekçi sınıflara ülkenin yönetiminde sembolizmin ötesinde bir alan açan bu sosyalist uygulamaların gerçekleştirilen ekonomik sonuçlara net katkısının ne olduğu üzerinde görüş ayrılığı yaşanabilir, ancak katılımcı demokrasi adına yaratılan böylesine alternatiflerin geniş halk kitleleri nezdinde uygulanan politikaların meşruiyetini artıran bir etki yarattığını tasavvur etmek güç değil. Chávez’in birbiri ardına kazandığı ve anaakım siyasi çevrelerde abartılı bir otoriterlik anlatısıyla açıklanmaya çalışılan seçim zaferleri tüm bu icraatlar değerlendirildiğinde son derece anlaşılır hale geliyor.

Diğer yandan, iktisatçıların sıkça hatırlatmaktan hoşlandığı üzere, hiçbir şey bedava değil. Anaakım iktisat teorisinde, serveti/geliri yeniden dağıtıcı politikaların ekonomik büyümeyi baltalayacağından korkulduna değinmiştik. Korkulan Venezuela’da başa geldi mi? Şimdilik pek de öyle görünmüyor. Aşağıda Chávez öncesi, 2001-2003 siyasi krizi sonrası ve tüm Chávez dönemi için için karşılaştırmalı olarak verilen büyüme oranlarından anlaşıldığı kadarıyla, neoliberal dönemde kişi başına düşen gelirde hiç artış gerçekleştirememiş olan Venezuela ekonomisi için olumlu yönde bir dönüşüm görüyoruz.
 
Tablo: 1Venezuela’da kişi başına düşen GSYİH yıllık değişim oranı dönem ortalamaları (%)
1986-1999
2004-2012
1999-2012
-0.8
2.5
1.4
Kaynak: Venezuela merkez bankası ve ulusal istatistik kurumu verilerinden derleyen Johnston ve Kozameh[12]

Venezuela’nın 2001-2003 krizi sonrası büyüme performansını aynı dönemdeki uluslararası örneklerle karşılaştırdığımızda yine Chávez adına olumlu bir tablo ortaya çıkıyor. 

Tablo 2: GSYİH yıllık değişim oranı 2004-2011 dönem ortalaması (%)
Dünyaortalaması
Ortagelirliülkelerortalaması
Latin Amerikaortalaması
Venezuela
Brezilya
Türkiye
Çin
2.7
6.8
4.4
6.5
4.3
5.4
10.9
Kaynak: Yazarın Dünya Bankası verilerine dayanan hesaplaması

Demek ki orta gelirli ülkeler grubu ortalamasına yakın bir büyüme oranını, Venezuela hem de gelir dağılımında önemli bir düzeltme sağlayarak yakalamış. Şunu ekleyelim ki aynı dönemde gelir dağılımı Çin’de hızla bozulup Türkiye’de büyük ölçüde sabit kalırken Brezilya’da ise Venezuela’dan daha mütevazi bir düzelme gözleniyor. 2012 itibariyle insani kalkınma endeksinde bu ülkelerin üçü de Venezuela’nın gerisinde kalıyor.[14]

Bu gelişmeleri takdir ederken gözden kaçırmamamız gereken iki önemli nokta var. Birinci olarak, gelir dağılımındaki düzelmenin nasıl sağlandığını iyi çözümlemek gerekiyor. Reel ücretler Chávez’in iktidarını sağlamlaştırmasından itibaren tırmanışa geçmiş olsa da, yüksek enflasyon ve art arta gelen devaluasyonlar, pek çok tüketim maddesinin ithal edildiği (veya ithal girdilerle üretildiği) bir ortamda reel ücretlerin önemli bir sıçrama yapmasını engelledi. Daha yenilerde küresel finansal krizin yarattığı sarsıntı reel ücretlerde bir kesinti olarak tezahür etti  ve 2011’e gelindiğinde endeks 2003’ün gerisindeydi (bknz Tablo 3).Peki ücretlerde bir gelişme sağlanamamasına rağmen gelir dağılımındaki eşitsizlik nasıl azalıyor?

Tablo 3: Venezuela’da reel ücretler ortalaması endeksi (2005=100)
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011
2012 ilk çeyrek
97.2
97.5
100
105.1
106.4
101.5
94.8
89.9
92.5
94.3
Kaynak: Economic Survey of Latin America and the Caribbean 2012 (United Nations ECLAC).

Yanıt(kayıtdışı sektörün büyüklüğü nedeniyle ücretlerin doğru biçimde izlenememesinin yanı sıra) devlet eliyle gerçekleştirilen sosyal transferlerdearanmalı.[15] Demek ki sosyal harcama ve vergilerin sıklıka alt gelir gruplarından yukarıya doğru net gelir transferi gerçekleştirdiği, böylece devlet aygıtının doğrudan doğruya sınıfsal eşitsizlikleri derinleştirici bir rol oynadığı Latin Amerika geleneğinden bir kopuşla karşı karşıyayız, ki benzer bir dönüşümü2000’li yıllarda bölgenin pek çok ülkesinde görmek mümkün. Bu, sosyal adaleti dert edinmiş gözlemcilerin sevinçle karşılanması gereken bir durum. Fakat kamu bütçesinde böyle bir kazanım sağlanırken, emekçilerin piyasadan koparabildikleri mutlak değerin yerinde sayması bir kaygı kaynağı. İşletmeler içinde emekçilerin pazarlık payının artırılması adına yapılacak siyasi hamlelere bu resmin düzeltilmesinde yer var. Fakat reel ücretlerin daha uzun vadede sürdürülebilir bir artış patikasına oturabilmesinin olmazsa olmazı, emek üretkenliğinin artırılması adına yapılacak yatırımlardangeçiyor.
 
Akılda tutulması gereken ikinci nokta Venezuela ham petrolünün uluslararası piyasalarda gördüğü fiyatın 1999’daki varil başına 8 buçuk dolar seviyesinden 2008 Ağustos’una gelindiğinde 126 dolara kadar çıkmış olması. Bu müthiş avantajın ne derece ustaca kullanıldığına dair farklı yorumlar var. Yapılmayan yatırımlar ve yönetimdeki ehliyetsizlik yüzünden PDVSA’nın (varil cinsinden) üretim miktarının OPEC tarafından belirlenen kotaların dörtte üçü civarında kaldığı belirtiliyor. Chávez’in müdahelesinin yerinden ettiği eski bir PVDSA yöneticisinin hesabına göre bu şekilde ortaya çıkan günlük 800,000 varillik üretim eksiğininChávez iktidarının ilk on yılında ortaya çıkardığı fırsat maliyeti 40 milyar dolar civarında.[16]

Süregiden diğer sorunlar arasında sayılması gereken önemli unsurlar mali politikanın pro-cyclical bir seyir izlemesi (yani kamu harcamalarının özel sektör büyümesiyle paralel biçimde artması, özel sektör krize girdiğinde kamu harcamalarının da kısıntıya uğraması), kur politikasında istikrar sağlanamaması, döviz gelirlerinin %90’ından fazlasını sağlayan petrol satışının ötesinde ihracatta çeşitleme yaratılamaması ve yüksek seyreden enflasyon.[17]Son olarak, Chávez’in performansının en tartışmalı yönlerinden birini tarımsal üretim oluşturuyor.Kurulan mercal sistemi aracılığıyla yiyecek maddeleri için tavan fiyatları belirleyen Chavist hükümet,kamulaştırılan şirketler ve köylü kooperatiflerinin yapacağı üretim vasıtasıyla tarımsal rantı büyük sermayenin elinden almaya çabaladı. Fakat anlaşıldığı kadarıyla özellikle kooperatifler mercal marketlerini baypas ederek özel marketlere daha yüksek fiyattan satış yapmakta. Reformlar yüzbinlerce aileyitoprak sahibi yapmış olsa da, kurumsal organizasyon ve kredi eksikliği ortamında toprakların dağıtıldığı köylülerin üretim girdilerine erişiminde yaşanan sorunlar nedeniyle kimi önemli ürünlerde üretimin düştüğü görülüyor. Yine hükümetin lojistik koordinasyonunda gösterdiği beceriksizlikten ötürü var olan üretimin çeşitli nedenlerden dolayı marketlere ulaştırılamayıp limanlarda çürümeye terk edildiği vaki.[18]Bugün muhalefetin Chávez’in ekonomik mirasına karşı en sert eleştirisi de üretimde yaşanan aksaklıklar ve mercal sistemi yüzünden temel tüketim maddelerinde yokluk yaşandığını iddiasında temelleniyor. Bu maddelerin fiyatları baz alınarak yapılan yoksulluk düzeyi hesaplarının yanıltıcı olduğu, temel tüketim maddelerine erişimde problemler yaşanırken gelir artışının bir anlam taşımadığı ileri sürülüyor.Eleştirilerde muhtemelen bir gerçeklik payı bulunsa da, güvenilir verilerin yokluğunda kanaat oluşturmak zor. Bu konuda daha bütüncül bir değerlendirme için sanırım daha çok zaman geçmesi gerekecek.

4.

2006’da 63% ile kazandığı (nizamiliği eski ABD başkanı ve önde gelen uluslararası seçim gözlemcisi Carter tarafından teyit edilen) seçimin ardından Chávez’in hedefi artık ‘Bolivarcı devrimi’derinleştirmek ve kalıcı kılmak idi. Bu tarih itibariyle Bolivya’da Morales ve Ekvador’de Correa gibi radikal liderler işbaşına gelmişti ve Chávez artık gerçek demokrasiyi imkansız kıldığını ilan ettiği kapitalizmi karşısına alan bir söylem kullanıyordu.Fakat Chávez, “gerçek demokrasi” anlayışı konusunda tereddütler uyandıracak biçimde, 2007 sonunda hazırlattığı bir anayasayla yürütmenin yetkilerini artırırken başkanın görev süresini yedi yıla çıkarmaya ve ikiden fazla sefer başkan seçilmenin önündeki yasağı kaldırmaya niyet etti. Chávez’in bir tür Fidel Castro olmak istediğinin işaretlerini vererek taraftarları arasında görüş ayrılığına neden olan bu anayasa taslağı katılım oranının düşük kaldığı bir referandumda %51 ile reddedildi. Reddiyeyi görmezden gelen Chávez 2009 başlarında bu sefer yalnızca iki seferden fazla seçilme yasağını kaldıran bir anayasa değişikliğini yeni bir referandumdan geçirerek Ekim 2012’de %54 ile üçüncü (2000 yılındaki olağanüstü seçim de sayılırsa dördüncü) defa başkan seçildi.Bu hamlelerle “Bolivarcı” hareket,liderin ağırlığının arttığı Chavist harekete dönüşürken, devletleştirilen sektörlerde yolsuzluk iddiaları ve (2002 darbesinin hayata geçirilmesinde aktif rol üstlenmiş televizyon kanallarının yayın haklarını iptal eden) hükümetin basın özgürlüğünü kısıtladığı eleştirileri daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı.Bu arada hükümet toprak sahiplerinin tacizlerine karşı köylüleri silahlandırıyo, ve zaten siyasilleşmiş bulunan orduya ek olarak bir de başkana karşı sorumlu devrimci milisler örgütlüyordu.

Yönetim metotları otokratikleşen Chávez iktidarının meşruiyetini önemli ölçüde destekleyen bir unsur Latin Amerika’daki diğer sol liderlerle kurduğu dayanışma sayesinde bulduğubölgesel destek oldu. Chávez’in bölgedeki dış siyasetinin iki ayağı olduğunu gözlemliyoruz. Bunlardan birincisi, ABD ve Kanada’yı dışarıda bırakan bir Latin Amerika entegrasyonunu desteklemek. Nitekim Venezuela’nın muhalefeti, ABD’nin tüm kıtayı kapsayacak bir serbest ticaret bölgesi (Free Trade Area of the Americas) kurma planının suya düşmesinde etkili oldu. Yine ABD’nin başını çektiği Amerika Devletler Örgütü’ne (Organization of American States) alternatif biçimde bölgesel bütünleşmenin merkezi rolüne soyması umut edilen Latin Amerika ve Karayip Devletleri Birliği (Comunidad de Estados Latinoamericanos y Caribeños) ile Güney Amerika Uluslar Birliği’nin (Unión de Naciones Suramericanas) kurulmasında Venezuela aktif rol aldı. Venezuela ayrıca uluslararası kalkınma finansmanında IMF ve Dünya Bankası’na rakip olacak bir Güney Bankası’nın (BancoSur) kurulmasına ön ayak olarak Brezilya’yla birlikte en büyük başlangıç sermayesini koymayı kabul etti. Eski Brezilya başkanı Lula’nın, ölümünün ardından Chávez’i anmak için yayınladığı bir mesajda bu gelişmelere dair övücü bir değerlendirme buluyoruz.Lula kurulan birlikler içinChávez’in oynadığı liderlik rolününün önemini teslim ederek, gerçekleştirilen işbirliğinin IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar içindeki güç dengelerini değiştirmek için verdiği ilhamdan söz ediyor[19].

Chávez’in bölge politikasının ikinci ayağı Venezuela için özerk bir etki sahası oluşturmaktı. Ülkenin petrolünü(akıl hocası Castro’nun zordaki ülkesi Küba başta olmak üzere) uygun gördüğü ülkelere yardım amaçlı olarak bolca aktaran Chávez;Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Küba, Antigua ve Barbuda, Dominika, St. Vincent ve Grenadines arasında bir Bolivarcı ittifakın (Alianza Bolivariana para los Pueblos de Nuestra América) kuruluşunu sağladı. Ticari entegrasyon ve ortak bir para birimini amaçlayan bu birlikileride Venezuela’nın lider rolü oynadığı bir ekonomik bloğa dönüşebilir.

Chávez’in otokratik eğilimlerini gözden kaçırmazken hakkını teslim etmemiz gereken temel husus;iktidarını sağlamlaştırmak için temsili demokrasinin bahşettiği metotları ustaca kullanmış ve kendisini devirmeye çalışan bir darbeyi şiddet uygulamadanboşa çıkarmış oluşu. Fakat Chávez’in ABD karşıtlığı ve petrol ihracatçıları dayanışması eksenlerinde izlediği dış politikanın Latin Amerika dışında onu almaya zorladığıpozisyonlar, Chavizm’in “demokratik sosyalizm”iddiası ile bağdaştırılması en zoryönünü teşkil ediyor. Mugabe, İdi Amin, Lukaşenko gibi diktatörlere arka çıkan açıklamalar yapan Chávez, bir yandan daİran lideri Ahmedinecad, Libya lideri Kaddafi ve Suriye lideri Esad’ın önemli bir destekçisi haline geldi. (Şu veya bu nedenle ABD’nin karşısında yer alan herhangi bir aktöre yalnızca bu yüzden gözü kapalı destek vermeyi bir tür anti-emperyalizm olarak kutlayan çevreler bu ittifakları da hoş karşılayacaktır. Bu satırların yazarı içinse bu bağlantılar ABD’nin Suudi Arabistan Krallığı ile sarsılmaz dostluğundan daha makbul değil).Bu uluslararası tavrın Chavizm için yarattığı çelişkiyi anlamak üzere, İran’da 2009 seçimlerine hile karıştırıldığı iddiası ile başlayan rejim karşıtı gösterileri ‘dış mihrakların işi’ olarak tanımlayıp (daha 2005’de Orden del Libertador nişanıyla onurlandırmış olduğu) Ahmedinecad’a destek çıkan Chávez’e İranlı sempatizanlarının gönderdiği bir mektuba dikkat etmek yeterli. Mektupta İranlı solcu aktivistlerVenezuela’nın İran ile yakın diplomatik ve ticari ilişkiler içinde olmasını bir yere kadar anlaşılır bulurken Chávez’in en azından Ahmedinecad’ın iç politikasını destekleyen tavrını bir yana bırakmasını talep ediyordu: “Her şeyin ötesinde, İran rejiminin işçilere yönelik politikalarına vb. destek çıkmak Venezuela’daki politikalarınızla tam bir çelişki içerisinde!”[20]

Chávez’in Venezuela içinde izlediği siyasi metotların ne derece akıl karı olduğu konusunda solun farklı okullarından gelen gözlemciler farklı yanıtlar verecektir.Ortada oldukça mitik boyutlara varan bir lider kültü, otoriter rejim ve hareketlerle yapılan  ittifaklar, militarize olmuş bir siyasi kültür ve kavgacı bir üslupla körüklenen toplumsal polarizasyon (ve bu kavgada ortaya dökülen iktidara yönelik bir sürü yolsuzluk iddiası) var. Seçim analistlerine göre bu gün Çavizm kesin olarak alt sınıflarda destek görüyor, orta sınıf ise büyük ölçüde muhalefete kaybedilmiş durumda. Bu durum, önümüzdeki dönemde Chavist-Bolivarcı devrimin kalıcılık kazanması ve bir toplumsal barış temelinde kendini hegemonik kılmasının önünde engel teşkil edebilir. Orta sınıf bir yandan döviz kontrolleri yüzünden yurtdışına çıkamama, birtakım ithal tüketim maddelerine erişememe gibi hayatını zorlaştıran kısıtlamalardan şikayet ederken, alt sınıfların devlet kaynaklarıyla yaratılan sosyal programlardan yararlandığını, en tepede ise iddialara göre Chavist rejime yakınlığı sayesinde hızla yükselen yeni zenginlerin kuşku uyandıran bir hızda servetler biriktirdiğini görüyor. Bir yandan yeniden yazılan tarih kitaplarında ve resmi sembolizmde criollo (Avrupa kökenli) unsurunun  Venezuela’nın kurucusu ve hakim unsuru olmaktan çıkarılarak, yerine avami bir mestizo (melez) kimliğinin yerleştirildiğini görüp ‘memleketin elde gittiği’ duygusuna kapılıyor. Bir yandan da, Venezuela şehirleri müthiş biçimde artan suç oranları yüzünden dünyanın en güvensiz yaşam alanları haline gelmekte.[21] Suç artışı ile Chávez’in politikaları arasında ne gibi bir ilişki olduğu açık olmasa da muhalefet bunu Chavizm karşısındaki en önemli seçim kozu olarak kullanma çabasında. Kriminal çetelerin polis tarafından kontrol edildiği, veya komşu Kolombiya’daki FARC gerillalarınaChávez’in gösterdiği müsamaha ile Venezuela içine sarkan narko-trafik aktivitelerinin suç ortamının oluşmasına zemin hazırladığı ileri sürülüyor. Yerel yönetimlerin kontrolündeki kolluk kuvvetlerinin kaynakları azaltılırken “devrimi savunmak adına” silahlandırılmış olan halk milislerinin çıkar amaçlı suça yöneldiği suçlaması yapılıyor.Chavistler ise muhalefet tarafından yönetilen vilayetlerde suç oranlarının daha yüksek olduğunu iddia ederek karşılık vermekte.

5.

Chávez’in Venezuela’da önemli servet transferlerini gerçekleştirmeye çalıştığını gördük.Servet transferleri mülkiyete tecavüz olarak görülüp siyasi krizler yaratsa da, bu kurucu hareket üzerinde oluşan yeni çıkar denklemine bir mülkiyet hakkı kutsallığı bahşedilmesi çoğunlukla yalnızca bir zaman meselesi.Örneğin ABD’nin sadık müttefiği ve en az çeyrek asırdır sağ iktidarların kronik iktidar sahası Meksika’da da Lazaro Cardenas’ın burjuvaziyi ve ABD’yi karşısına alarak 1930’larda gerçekleştirdiği kamulaştırmadan beripetrol üretimi devlet tarafından gerçekleştiriliyor ve petrol geliri sayesinde Meksika son derece düşük vergi oranlarına rağmen Dünya Bankası’nın örnek gösterdiği Progresa gibi sosyal programları finanse edebiliyor. Bugün petrolü özelleştirmeye kalkacak bir babayiğit Meksika siyasi yelpazesinde bulunmuyor! Keza Venezuela’da Chavist hareket karşısında iktidar şansı arayan Capriles şimdiden PDVSA üzerindeki devlet kontrolünden vazgeçmeyeceğini taahhüt etti.[22] Devletçilik/halkçılık eksenine kayarak yeniden kurulmuş olan bu denklem Venezuela’nın geleceği adına ne anlama geliyor? Chávez öncesinde Venezuela’nın bir petro-devlet görünümünde olduğunu belirtmiştik. Petrol gelirleri PDVSA vasıtasıyla yurtiçi ve yurtdışındaki  dar bir grup tarafından paylaşılıyor, halkın çoğunluğu ise yoksulluk çekiyordu. Chávez’le birlikte PDVSA üzerinde devlet hakimiyetinin önemli bir muhalefete rağmen kavga dövüşle güçlendirilmesi, bu kaynağın daha geniş nüfus kesimlerinin ihtiyaçları için yönetilmesinin yolunu açtı. Nitekim uygulanan politikalar eşitsizliği ve yoksulluğu azalttı. Bu anlamda Chávez, farklı bir siyasi tercihi ve geçmişten bir kopuşu temsil ediyor. Fakat petro-devlet tarz-ı siyasetinin bambaşka bir yordama yerini bıraktığını düşünmek bir yanılgı olur, çünkü Chávez’in uluslararası sermayeyi ve ABD’yi bu derece karşısına alabilmesini sağlayan da hükmettiği petrol kaynağı. Başta yüksek kamu harcamaları olmak üzere uygulanan bir dizi heterodoks politikayı ve uluslararası sahada aynı ölçüde otokratik bir çizgiyi bu tarz doğal kaynaklara sahip olmayan bir ülkede tekrarlamak çok daha zor olacaktır. Chavizm deneyiminden sol için dersler çıkarmaya çalışan gözlemcilerin, bu hareketi ortaya çıkaran ve ona sıradışı özerklikte bir eyleyicilik kazandıran tarihsel-coğafi koşulları iyi çözümlemesi elzem.

Önümüzdeki haftalarda Venezuela Chávez’den boşalan başkanlık koltuğunu doldurmak için seçime gidecek. Müteveffa liderin ruhunun kendisiyle konuştuğunu iddia eden Chavist aday Maduro, seçildiği takdirde petrol fiyatlarında düşüş sinyalleri görmediği sürece agresif enflasyonist politikalarda ısrar edebilir. Bu ısrarın orta-uzun vadede yaratabileceği problemler ve ardından gelebilecek sert düzeltmeler, radikal solda Chavist politikalardan sapmanın bedeli ve devrimci davaya ihanet olarak görülecektir muhtemelen. Muzaffer yıllar sona ermeden hayattan tarihe göçmüş olan Chávez’in bu sonuçlara giden kırılganlığı yaratmadaki rolü ise sorgulanmayacak. Öte yanda, merkez-sağ muhalefetin adayı Capriles’in iktidara geçmesi (ve Chavist milisler ile ordu birliklerinin buna itiraz etmemesi) durumunda ise enflasyonu indirmeye ve kur rejimini “rasyonelleştirmeye” yönelik bir müdahele kaçınılmaz görünüyor. Eğer bunu bir resesyon yaratmadan ve kritik sosyal programlarda büyük bir kesintiye gitmeden başarabilirse, hele ki dış politikada da ABD’nin yoluna usturuplu biçimde girebilirse, liberal “uluslararası kamuoyunun” takdirini kazanacaktır. Bugün Chávez’in ekonomik performansının yalnızca olumsuz yönlerine dikkatleri çekmek için binbir takla atmakta olan The Economist, Financial Times gibi yayınlar, o gün geldiğinde Capriles’in politikalarınıhalka hizmetin ılımlı ve rasyonel bir örneği olarak övüp solu ve kitleleri bir kez daha tarih önünde haksız ilan edecek. Bunu yaparken Chávez’den Capriles’e miras kalan avantajların (bölgenin en yüksek tasarruf oranına ve en düşük kamu borcu/GSYİH oranına sahip, gelir dağılımındaki uçurumu kapatmada önemli mesafe kaydetmiş ve petrol yumurtlayan bir tavuğu sıkıcaelinin altına almış bir ülke) [23] sözü edilmeyecek. Her şeyde kendi mülkiyet haklarını görmeye alışık tuzu kurular, tarihi de paylaşmak istemeyecek!

Biz ise doğru bildiğimizi yazalım.

São Paulo, 28 Mart 2013




[1] Vaşington uzlaşmasını ilan eden makalenin adını hatırlamak, bu önemli ayrıntıyı anlamak için yeterli aslında: What Washington means by consensus (Vaşington’un reformdan anladığı). Makale, Vaşington’u da şu aktörlerin yekunu olarak tarif ediyordu: ABD Kongresi, ABD hükümeti, ABD devletorganları, ABD merkez bankası, ve Vaşington’da yerleşik düşünce kuruluşları. Bknz. John Williamson, “What Washington Means by Policy Reform,” Latin American Readjustment: How Much Has Happened, ed. John Williamson (Washington: Institute for International Economics, 1989).
[2]Social Panorama of Latin America 2009,(United Nations ECLAC).
[3] Latin Amerika’da neoliberalizm karşıtı sosyal hareketler ve 2000’lerde sol adına kazanılan seçim zaferleri arasındaki ilişkinin Polanyici bir okuması için bknz. Silva, E. (2009). Challenging neoliberalism in Latin America (New York: Cambridge University Press).
[4]PDVSA ve Chávez’in petrol politikasına dair bilgiler büyük ölçüde şu kaynaktan derlendi: Gregory Wilpert,“The Economics, Culture, and Politics of Oil in Venezuela,” 30 Ağustos 2003, http://venezuelanalysis.com/analysis/74.
[5] Maurice Lemoine, “Venezuela: the promise of land for the people”, Le Monde Diplomatique English Edition, Ekim 2003, http://mondediplo.com/2003/10/07venezuela.
[6]Örneğin II. Dünya Savaşı’nın ardından işgal gücü ABD ordusunun gözetiminde kısa zamanda gerçekleştirilen büyük toprak reformlarının Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ın sınai kalkınma mücizelerinin gerçekleşmesinde önemli rol oynadığı düşünülüyor.
[7] Çatılara yerleştirilmiş kimliği belirsiz tetikçilerin açtığı ateş sonucu öldürülen bu kişiler konusunda taraflar birbirlerini suçladı. 2009 yılında sonuçlanan bir dava, darbecilerle birlikte hareket eden altı polis memurunu cinayetlerden suçlu bularak otuzar yıl hapisle cezalandırdı.
[8]Gregory Wilpert,“The Economics, Culture, and Politics of Oil in Venezuela,”30 Ağustos 2003, http://venezuelanalysis.com/analysis/74.
[9]Chávez dönemi ekonomi politikaları için bknz. Economic Survey of Latin America and the Caribbean 2012 (United Nations ECLAC); Özgür Orhangazi,“Contours of Alternative Policy Making in Venezuela”, PERI Workingpaper Series No 275 (Kasım 2011); Haiman El Troudi, La Política Económica Bolivariana (PEB) y Los Dilemas de la Transición Socialista en Venezuela, (Caracas, 2010); Francisco Rodríguez, “How Not to Defend the Revolution: Mark Weisbrot and the Misinterpretation of Venezuelan Evidence”, Wesleyan Economic Working Papers No: 2008-001.
[10]Social Panaroma of Latin America 2012, (United Nations ECLAC). 20-21.
[11]Venezuela ulusal istatistik kurumu verileri “Indicadores Básicos de Salud, 1990-2011,” http://www.ine.gob.ve/documentos/Social/Salud/pdf/Indicadores_Basicos_Salud.pdf, son erişim 28 Mart 2013.
[12]Jake Johnston ve Sara Kozameh, “Venezuela: Economic and Social Performance Under Hugo Chávez”, Centre for Research on Globalization, http://www.globalresearch.ca/venezuela-economic-and-social-performance-under-hugo-Chávez/5326013, son erişim: 28 Mart 2013.
[13] a.g.e.
[14]Human Development Report 2013 (United Nations Development Program).
[15]Nitekim, en azından 2008-2011 dönemi için sosyal transferlerin önemli bir fark yarattığı etki değerlendirmelerinde gözleniyor. Social Panaroma of Latin America 2012, (United Nations ECLAC), sf. 22.
[16]Gustavo Coronel, “Memo To Mark Weisbrot et al”, 19 Şubat 2009, http://lasarmasdecoronel.blogspot.com.br/2009/02/memo-to-mark-weisbrot-et-al.html.
[17]Bknz. dipnot 7.
[18]“Venezuelan socialism: Food fight”,The Economist.10 Haziran 2010.
[19]Luiz Inácio Lula Da Silva, “Latin America After Chávez”, The New York Times, 6 Mart 2013.
[20]NasrinAlavil, “Problematic Brothers: Iranian Reaction to Chávez and Ahmadinejad”, North American Congress on Latin America, https://nacla.org/article/problematic-brothers-iranian-reaction-ch%C3%A1vez-and-ahmadinejad, son erişim: 26 Mart 2013.
[21]Venezuela’da 1999’da 25 olan 100,000 kişiye düşen cinayet oranı Chávez döneminde hızla artarak 2011’de 45’e çıktı. Bu oranın 98’i bulduğu başkent Caracas dünya şehirleri arasında altıncı sırada geliyor. Bknz. “How did Venezuela change under Hugo Chávez?,” The Guardian Data Blog, http://www.guardian.co.uk/news/datablog/2012/oct/04/venezuela-hugo-Chávez-election-data, erişim 28 Mart 2013, ve “Crime in Venezuela,” Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Crime_in_Venezuela#cite_note-2.
[22]“Two different approaches of Venezuela's oil industry”,El Universal, 6 Eylül 2012, http://www.eluniversal.com/economia/120906/two-different-approaches-of-venezuelas-oil-industry.
[23]Tasarruf oranları ve kamu borçlanma verileri için bknz. Economic Survey of Latin America and the Caribbean 2012 (United Nations ECLAC).

Hiç yorum yok: