İstanbul’da 1 Mayıs’ların bol dumanlı, tazyikli, biberli tarihine bir
yenisi daha eklendi. Emek sömürüsünden, sendikal hak ihlallerinden belki de en
çok bahsetmemiz gerektiği bir günde Taksim yasağı, sıkıyönetim uygulamalarını
hatırlatan tedbirler ve bunlara direnen gruplara karşı polisin güç gösterisini
konuşuyoruz. Diyarbakır’da, Adana’da, İzmir’de, Ankara’da, Mersin’de
mitinglerde neler söylendi, bildirilerde neler okundu haberimiz bile yok.
Birçoğumuzun haklı tepkisi sosyal medya duvarlarına misliyle yansımış durumda.
Peki şapkayı önümüze koyup düşünmek gerekirse İstanbul’daki olağanüstü hali
nasıl değerlendirmeli? Bunu kentte 2007 ve 2008’de yaşananlarla nasıl
karşılaştırmalı? Ben bu yazıda öncelikle toplumsal olay polisliğinin günümüzde
önemli bir unsuru olan mekansal denetimi ve bunun nasıl bir siyasi anlatı
üzerine bina edildiğini tartışacağım. Akabinde, Taksim Meydanı gerginliği özelinde
İstanbul’da yaşananları değerlendireceğim.
İster otoriter ister demokratik rejimde olsun, iktidarlar toplumsal
muhalefetin siyaset erkine başkaldırmasından, hele ki bu başkaldırının
kitleselleşmesinden hoşlanmazlar. Otoriter rejimlerde iktidarin insan hakları,
meşruiyet ve hesap verebilirlik gibi bağlayıcı kaygıları olmadıgı için protesto
eylemlerine yönelik demir yumruk siyaseti izlenmesi yaygındır. Hatta çoğu zaman
bu işi yeteri kadar ceberrut olamayan polis güçleri yerine askeri birlikler üstlenir.
Demokrasilerde ise iktidarlar protesto eylemlerini çoğulculuğun ve
katılımcılığın bir gereği olarak kolaylaştırmak ve korumakla yükümlü olduğu
halde gösterileri bastırmak yerine “kontrol altında tutmaya” çalışır. Bununla
birlikte demokrasilerin de zaman zaman nasıl otoriterleşebildiği ve protestolarin
kontrol edilmekten öte nasıl bastırıldığı herkesin malumu.
Mekansal denetim bugün toplumsal olay polisliğine içkin “önleyici” kontrol
mantığının en bilinen yöntemlerinden sayılabilir. Dünya Ticaret Örgütü’nün
1999’da Seattle’daki zirvesi güvenlikçi hesapları altüst eden kitlesel
eylemlerin ardından literatüre “Seattle muharebesi” diye geçmiş ve sonraki yıllarda
toplantılar için gözden ırak, aktivistlerin kolaylıkla ulaşamayacağı yerler seçilmişti.
Bunun ötesinde pek çok ülkede IMF, NATO zirvesi ya da devlet başkanları
toplantıları çerçevesinde hayata geçirilen olaganüstü hal tedbirleri ve kamu
harcamaları konusunda eli cebine gitmeyen hükümetlerin kesenin ağzını cömertçe
açarak yaptıkları milyonlarca dolarlık güvenlik harcamaları mekansal denetime
dayalı kamu düzeni anlayışının arkasında nasıl bir siyasi hikaye olduğunu
anlatır bize. Ülkeye ve şehre giriş-çıkışlarda had safhaya çıkarılan güvenlik
taramaları, aktivistlerin sınırdan geri çevrilmesi, şehir içinde belli muhitlere
erişimin engellenmesi, birtakım kurum ve kuruluşların çevresinin yasak bölge
ilan edilmesi, toplu taşımanın seyrine sınırlamaların getirilmesi, planlanan
eylemden birkaç gün öncesinde gerçekleştirilen ev baskınları, gözaltılar
vesaire protesto gösterilerini vuku dahi bulmadan kontrol altına almayı
amaçlayan bir dizi önlemden sadece birkaçı aslında. Hiç şüphesiz bu önlemlerin
zaman zaman hukuk devleti normlarını zorladığı, hatta geçici olarak askıya
aldığı su götürmez bir gerçek. Açıkçası bu kontrol ve etkisizleştirme siyaseti bugün
liberal demokrasilerin “tehlikeli” kitlesel eylemler karşısında fiziksel temasa
yer bırakmamak suretiyle kamu düzenini korumaya yönelik benimsediği en etkili
çözümlerden biri. Alınan tedbirlere ve getirilen kısıtlamalara kamuoyu nezdinde
meşruiyet kazandırmak için “marjinal gruplar”, “illegal örgütler” veya “terörizm
tehdidi” gibi izahatleri ise artık hepimiz ezberledik.
Ne var ki tüm bu güvenlik tedbirleri belki hayatında ilk kez bir protesto
eylemine katılmaya niyetlenmiş olanları caydırabilir ama gösterici grupları
daha da bileyen bir işlev görür genellikle. Gerçekleşen eylemlerin sonucunda bizler
de bir ülkede polis güçlerinin nasıl eğitildikleri, ne tür müdahale ilkelerine
göre hareket ettikleri, ne denli çeşitli ve gelişmiş teçhizat ve mühimmata sahip
oldukları ve bunlar için hangi meblağlarda harcama yapıldığı hakkında az çok
bilgi sahibi oluyoruz. Örneğin İspanya’daki ekonomik kriz protestolarında biber
gazı ve gaz bombalarından ziyade polis coplarının yaşlı-genç ayırmaksızın
insanların yüzlerine nasıl indiğine tanık oluyoruz. Roma’da 15 Ekim 2011
tarihinde küresel eylem günü adına düzenlenen gösterilerde 300 bin barışçıl
göstericiyi meclis binasından uzak tutmak için binbir türlü takla atan İtalyan
polisini savunan İçişleri Bakanı’nın bir avuç göstericiye atfen “şehir teröristleri”
suçlaması hala akıllarda. Yanıbaşımız Yunanistan’da bir anlamda gelecekleri
ellerinden alınmış yüzbinlerin kemer sıkma politikalarına dair isyanına polisin
tepkisi İstanbul’daki 1 Mayıs manzaralarını aratmayacak nitelikte. (Bununla
ilgili daha iyi bir izlenim edinmek için "Utopia on the
Horizon" adlı Youtube’da yer alan belgeseli izlemekte fayda var). Üstelik krizi
fırsat bilip ülkedeki göçmenlere karşı herkesin gözü önünde şiddet uygulamayı
görev edinmiş Altın Şafak destekçileriyle polisin zaman zaman birlikte hareket
ettiğini video kayıtlarında izlemek mümkün. Özetle, ana akım siyasetin beslediği
toplumsal ve ekonomik mağduriyetlere isyan edip uslu çocuk olmayı reddedenlere
karşı “demokrasilerin” de nasıl güç kullandığını tarih günbegün not ediyor.
Türkiye özelinde konuşacak olursak, bugün işçi ölümlerini toplumsal
gerçekliğin marjinal bir görünümü olarak sunan anlatıyla bu gerçekliğe itiraz
eden ama bu itirazını uysal bir kalıba sığdırmayan kesimleri marjinalleştiren
aklın birbirinin aynadaki yansıması olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Benzer şekilde;
kentsel hayatın AVM’lerle donatılmasını, yeşil alanların talan edilip yerlerine
ne idüğü belirsiz gökdelenlerin, uçsuz bucaksız sitelerin inşasını, kültürel mirasın
paha biçilmez eserlerinin tüketim kültürüne göz göre göre kurban edilmesini ekonomik
büyüme üzerinden konuşup sebep oldukarı geri döndürülmesi güç kentsel ve çevresel
tahribatı marjinalleştirmeye çalışan akıl ile protesto eylemlerindeki grupların
marjinal eğilimlerini diline pelesenk etmiş akıl aynı tornadan çıkmış gibi
görünüyor.
Peki biraz da provokatif olmak gerekirse, 1 Mayıs’ta Türkiye’deki yüzde 9
sendikalaşma oranını, işçi ölümlerini, taşeronlaşmayı, güvencesiz çalışma koşullarını,
sendikalı oldukları için işten çıkarılanları, ödenmeyen fazla mesai
ücretlerini, işsizliği ve daha nice meseleyi konuşamıyorsak bunun yegane müsebbibi
sendikalara Taksim Meydanı’nı göstermemeye yeminli olduğuna kanaat
getirdiğimiz, eylemcilere karşı güç kullanmaktan başka derdi olmadığını
varsaydığımız İstanbul Valisi, Emniyet Müdürü ve emirlerindeki güvenlik güçleri
mi? İstanbul’daki mülki idare ve emniyet mensupları demokrasiden, insan
haklarından nasibini almamışsa Ankara, Diyarbakır ve savaş alanına dönmeyen diğer
illerin yöneticileri demokrasi neferi mi? Hiç kuşkusuz Türkiye’de polisin güç kullanma
kapasitesinin ve araçlarının bu “göz kamaştırıcı” gelişimini ve bunun sokaktaki
sonuçlarını, personel düzeyinde dünyanın son 15-20 yılda en hızlı büyüyen polis
teşkilatlarından birine sahip olduğumuz gerçeğini konuşmalı ve sorgulamalıyız. Ancak
toplumsal olay polisliğinin eylemcilere eziyet çektirmekten başka bir amaca
hizmet etmeyen bir baskı aracından ibaret olduğu varsayımından hareket edersek ne birini ne de ötekini
konuşmaya fırsat bulamayız. Yakın geçmişte nice mitinglere, gösterilere tanıklık
etmiş Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs’lara kapanması sorgusuz sualsiz siyasi bir
karardı. Tam da yazının başında bahsettiğim mekansal denetim ve etkisizleştirme
siyasetinin apaçık bir örneğiydi. Bunu deneyimli güvenlik şube ve çevik kuvvet
amirleri de kabul ediyor. Son birkaç senenin Taksim’de kutlanan 1 Mayıs’ları
geçmişteki yasakçı zihniyetin ne kadar temelsiz olduğunu fazlasıyla gösterdi. Fakat
bugün Taksim’in müdavimi olan, meydandan defalarca geçmiş her aklı selim, muhtemelen şehir planlamasının en mükemmel (!) örneklerinden
birini ortaya çıkaracak şantiyenin meydanı ne hale getirdiğini görebilir. Eğer
toplumsal olay polisliği göstericinin güvenliğini sağlamakla yükümlüyse devasa
bir şantiye alanının yanıbaşında onbinlerce insanın toplanmasındaki fiziki
risklerin makullüğünü ileri süren idareci yaklaşımdan baskıcı, faşizan bir
yönetim anlayışı çıkarmak biraz tuhaf değil mi? Bu tuhaflık elbet gaz
bombalarının, havalarda uçuşan fişeklerin onlarca insanı hastanelik etmesini,
hatta hayatlarını riske atmasını affettirmez. Tıpkı polisin kullandığı gayrimeşru
şiddetin eyleme demir bilye ve sapanlarla gelinmesini meşru kılmadığı gibi. Eğer
geçtiğimiz Çarşamba günü Kadıköy’de ya da Kazlıçeşme’de yüzbinler toplanmış
olsa ve (belki fazla iyimser bir tahminle) biz bugün Türkiye’de ve dünyada emek
siyasetini, emekçilerin sorunlarını ve koşullarını tartışıyor olsaydık muzaffer
edasıyla kıs kıs gülen faşizan bir yönetime boyun mu eğmiş olacaktık?
İktidarların toplumsal muhalefet biçimlerini kontrol etme ve
etkisizleştirme çabalarına karşı uyanık ve tepkisel olmak gerekliliğini
tartışmanın dahi lüzumu yok. Fakat makul olan karşısında ikna olmayı biat etmek
olarak kabul edeceksek kendi makulümüzü başkalarına nasıl anlatacağız?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder