Güç, çevreyi kontrol edebilme yetisidir ve sırf bu nedenden dolayı politikayı işin içine gücü katmadan düşünmek imkansızdır. Hatta politika başlı başına ve yalnızca bir güç ilişkisidir, gücü resimden çıkardığımız anda geriye politika da kalmaz. Burada yekpare bir güç yapısından bahsetmiyoruz. Tam tersine karşımıza farklı şekillerde çıkan ama her zaman, her türlü ilişki içerisinde var olan bir yapıdan bahsediyoruz. Gücün bu elde tutulamaz, tarif edilemez yapısı bir yandan salt varlığıyla tüm ilişkileri politik yaparken diğer yandan da tanımlanamaz bir hal alır. Eğer güç her yerdeyse ve sonsuz şekilde karşımıza çıkabilirse konseptin elimizden kaymasını ve görünmez olmasını nasıl engelleyebiliriz. ‘Güç nedir?’ sorusu çoğu zaman abesle iştigaldir. Gücün ne olduğu, ne olmadığı, ne zaman karşımıza hangi yüzüyle çıkacağı ya da çıkmayacağı bizi felsefenin derinliklerine çekerken muammayı güçlendirir. İşbu nedenden dolayı sorunun farklı türevleri sorularak en azından gücün yapısının anlaşılması yolunda adımlar atılmaya çalışılmıştır. Farklı alanlarda gücün nasıl yöntemlerle yeniden üretildiği ya da karşımıza nasıl kılıklarda çıktığı, çıkarıldığı sorularına verilecek cevaplar en azından güç ilişkilerinin belirlenmesine katkı sağlayacaktır. Modern çağın en büyük politik güç aracı olan devlet aygıtı, devlet aklının yönettiği kurumlar ve bu kurumlar ile iletişim halinde olan vatandaşın, kulun ilişkisinde hiyerarşinin ve gücün nasıl sürekli yeniden üretildiği konusunda yapılacak herhangi bir beyin fırtınasında es geçilemeyecek bir isim vardır: Michel Foucault.
Foucault'nun gücü incelemesindeki en ilgi çekici nokta onun pratik hayatımızda devlet aygıtının gücünün sürekli nasıl yeniden üretildiğini masaya yatırmasının yanı sıra bu yeniden üretim ve hiyerarşik yapının korunmasında uzamın önemine ve vazgeçilmezliğine yaptığı sürekli ve yerinde vurgudur. Uzamın Foucault'nun kuramlarındaki yeri diğer birçok filozofta olduğundan farklıdır. Foucault toplum, devlet aygıtı, güç ve yönetim gibi zamansal düzlemde uzamsız bir şekilde yapılan incelemelere uzamı katarak ve hatta uzamın eyleyiciliğinin altını kalın kalın çizerek birçok sosyal bilimciyi daha önce fazla kurcalamadıkları bir alanla tanıştırmış ve uzamın göz ardı edildiği politik güç kuramlarına büyük darbe indirmiştir.
Güç ilişkilerinde uzamın önemi Foucault'nun hastane, hapishane, okul gibi hiyerarşik güç ilişkilerinin olduğu ve devletin vatandaş üzerindeki kontrol mekanizmalarını yeniden üreten düzlemler üzerinden yaptığı incelemelerle teoriden pratiğe doğru önemli bir geçişe imza atmıştır. Dolayısıyla herhangi bir Foucault okumasında uzamı dışlamak mümkün değildir. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, Foucault'nun da kabul ettiği üzere uzam ilişkiler üzerinde çift yönlü ve önceden kesin olarak kestirilmesi imkansız bir etkiye sahiptir. İlişkinin bir tarafında uzamı kurgulayanlar vardır ki, genelde bunlara devlet aygıtı ve onun uzmanları diyebiliriz. Bu kişilerin uzamı ne amaçla kurgulandığı buradaki güç ilişkilerinin nasıl olacağı üzerine sadece fikir verebilir, kesinlik vermez. Zira bu ilişki yumağının içinde sürekli değişen ve önceden kestirilemez bir faktör, insan vardır. Uzamın nasıl bir güç ilişkisine sahne olacağı tam da bu bireyler veya kitleler ile uzam arasında doğrudan yaşanacak ilişki sayesinde ortaya çıkar. Hiçbir bina, mekan, çevre kendi başına bir güç ilişkisi kuramaz. Baskı ve gücün olduğu her yerde direniş de vardır. Dolayısıyla uzam-kurucu akıl ilişkisinin karşısında bir de uzam-direniş ilişkisi vardır. Direnişin nasıl kurgulandığı uzamla bire bir ilintilidir. Bir yandan direniş uzamın tanıdığı imkanlar ve imkansızlıklardan yola çıkarak uzamı kullanır, diğer yandan da uzamın belki de kuruluşunun ana amacı olan belirli bir güç ilişkisini bozarak kurucu aklın amaç-sonuç ilişkisinde çeşitli sapmalara neden olur. Bu noktaya uzamın eyleyiciliği denebilir. Yani uzam parçası olduğu güç ilişkileri üzerinde kurgulayıcısının öngöremediği bir etki yaratır. Aynı anda hem baskı noktası hem de direnç noktası olur ve bu haliyle de iki tarafında hareketlerinin yeniden kurgulanmasına, değişmesine neden olur. Uzam bir yandan bir araç iken diğer yandan da bir aktördür.
Uzamın güç ilişkisindeki mutlak yerini anlamak için Foucault’nun verdiği üç örnek üzerinden devlet aygıtı ile toplum arasındaki belirgin güç ilişkilerinden egemenlik, disiplin ve güvenlik konularının nasıl yeniden okunması gerektiğine ve bu okumalarda uzamın nasıl da farklı şekillerde ele alındığına değineceğim. Bu noktada Foucault'nun 1977-1978 yılları arasında College de France'da verdiği dersin notlarından yararlanacağım.
Foucault uzamın egemenlik kurulumundaki yerini Alexandre le Maitre’nin La Metropolitée kitabında anlattığı ideal ülke ve başkent üzerinden okuyor. Le Maitre başkent ile ülkenin geri kalanı arasındaki ilişkiyi tam da geometrik bir yapının gerekliliği üzerinden kuruyor. Bir ülkenin en iyi şekilde yönetilmesi başkentin nereye kurulduğuna ve diğer kentler ve ülkenin geri kalanı ile nasıl bir geometrik ilişkisi olduğuna sıkı sıkıya bağlı. İdeal ülke bir daire şeklinde düşünülürse başkent bu dairenin tam merkezinde yer almalı. Böyle bir yerleşim hem estetik anlamda, hem idari gücün, kanunların yayılmasına sağlayacağı kolaylık anlamında, hem de ahlakın, bilimin, ekonominin merkezi olan başkent ve geri kalan arasında kurulacak her türlü ilişkinin en faydacı şekilde hizmet edebilmesi amacıyla tam merkezde yer almalıdır. Burada en ilgi çekici olan nokta Le Maitre'in politik faydacı bir bakışla egemenliği dolaşımla ilişkilendirmesi ve bu noktadan hareketle de bir uzam olarak ülkedeki yerleşimin öneminin vurgulaması. Egemenin gücünü elde tutabilmesi ve yayılması gereken görüşlerin, malların ve bilgilerin en hızlı ve en faydacı şekilde yayılabilmesi tüm bunların ana üretim hattı olan başkentten diğer yerlere ne kadar hızlı iletilebildiği ile alakalı. Bu şekilde bakıldığında egemenliğin bekası için uzamın ne şekilde kurgulandığı büyük önem taşıyor. Egemenin gerekli noktalarda müdahale edebilmesi, arzu edilen şekillerde yönlendirme yapabilmesi tam da alanın nasıl konumlandırıldığına bağlı. Belki ülke örneği teknolojinin mesafeleri sıfırladığı bir çağda yavan kalıyor gibi gelebilir, zira burada anlatılan da bir ülkenin nasıl kurulması gerektiği değil. Örneğin altında yatan egemenlik kavramının gerektiği gibi işletilebilmesi ve bekasının sağlanabilmesi için uzamsal konumlanmanın ne kadar önemli olduğu.
Diğer bir örnek Fransa'da küçük bir şehir olan Richelieu. Bu şehir Fransa'da yaygın olan yapay şehirlerden, önce inşa ediliyor sonra yerleşiliyor. Roma İmparatorluğu’na ait ordugahlardan esinlenilerek tasarlanan şehrin ortasından geçen büyük cadde Richelieu'yü iki büyük dikdörtgene ayırıyor. Bu dikdörtgenler de birbirine dik ve paralel caddelerle daha küçük, farklı boyutlarda dikdörtgenlere bölünüyor. Şehrin büyük dikdörtgenlere bölünmüş tarafı insanların yaşam alanı olarak tasarlanmış durumda. Ana caddeye bakan ya da ona paralel olan caddelere bakan evler genelde birkaç katlı olup daha üst sınıfı ağırlarken ana caddeyi dik kesen sokaklara bakan tek katlı evler daha alt sınıftan insanların meskeni oluyor. Şehrin diğer tarafında yer alan küçük dikdörtgenler de ticaret merkezi görevi görüyor. Zanaatkarlar ve tüccarlar, dükkanlar ve pazarlar şehrin bu tarafında yer alıyor. Zira ticaret daha çok dolaşım olması ihtiyacını doğuruyor ve bu bölümün sokaklarla parçalanmış yapısı bunu kolaylaştırıyor. Bu yerleşim şekliyle Richelieu bir yandan hiyerarşik yapıyı sağlamlaştırıyor, dağıtımın ve iletişimin gerektiği yerlerde gerektiği gibi kurulabilmesinde ve gerekmediği yerlerde de kurulmasının engellenmesinde büyük rol oynuyor. Farklılıkların uzam içerinde disipline edilmesine olanak tanıyan Richelieu yapılanması bireyleri belli bir şekilde hareket etmeye ve belli bir hiyerarşik yapıyı takip edip onu yeniden üretmeye zorluyor.
Üçüncü bir şehir örneği de şehirlerin ve şehir planlamasının geliştiği 18. yüzyıldan. Pierre Lelievre'in yaptığı inceleme Nantes'ın yeniden inşa planları hakkında bilgi veriyor. Şehrin yeniden planlanması için ortaya konulan birçok proje arasından Vigné de Vigny'ninki öne çıkıyor. Nantes’ı yeniden tasarlamaya çalışanların karşılaştığı en büyük sorun şehrin kalabalıklığı. Dolayısıyla ortaya konulan projeler de bu soruna çözüm bulmaya çalışıyor. Vigny’nin projesinde birbirini kesen olabildiğince geniş caddeler ön planda. Projedeki geniş caddelerin dört fonksiyonu yerine getirmesine özel önem veriliyor. Bunlardan birincisi hijyen. Caddelerin genişliğinin hava yoluyla bulaşabilecek hastalıkların yayılmasını engelleyeceği düşünülüyor. Bir diğer amaç şehiriçi ticaretin sağlanması, kolaylaştırılması. Üçüncü fonksiyon şehrin sokaklarının şehir dışından gelen yollara bağlanması. Zira bu şekilde dışarıdan gelen malların şehre gelişi kolaylaştırılırken, gümrük kontrolünden kaçış da engellenecek. Sokakların yerleştirilmesinde dikkate alınan son fonksiyon ise gözetimin sağlanabilmesine olanak tanımaları. Ekonominin gelişmesi ile birlikte birçok 18. yüzyıl şehrinin etrafını kuşatan duvarlar yavaş yavaş yok oluyor. Duvarların kaldırılması şehrin içindekilere de dışındakilere de önemli bir hareket kolaylığı sağlarken bir yandan da güvenlik sorununu beraberinde getiriyor. Artık geceleri şehrin kapıları kapatılamıyor ve giren çıkanın kontrolü eskisi kadar kesin bir şekilde sağlanamaz hale geliyor. Bu noktada şehrin sokakları her türlü suçluya, hırsıza, arsıza karşı savunmasızlaşıyor. Caddelerin geniş yapısı şehrin bu savunmasızlığına çare olarak tasarlanmış, amaç sadece dolaşımı sağlamak değil, iyi ve kötünün dolaşımının birbirinden ayrıştırılmasını da sağlanması. Tüm bu düzenlemelerin yanında Vigny'nin planı o döneme dek düşünülmemiş bir noktayı da şehir planlamasına katıyor. Şehrin olası gelişmelere uyum sağlayabilmesi sorunsalı bu dönemde masaya yatırılıyor. Disiplin mekanizmalarının gerektiği şekilde kurulması için sıfırdan tasarlanan uzamlardan bahsediliyorken güvenlik sorusu gündeme geldiğinde tamamen farklı bir uzam algılamasına geçiliyor. Güvenlik, uzamın sıfırdan tasarlanmasını değil, elimizde olan uzamın hiçbir zaman tam olarak tahmin edilemeyecek olasılıklar dahilinde en iyi şekilde dönüştürülmeye uygun tasarlanmasını gerektiriyor.
Tüm bu örnekler gücün okunmasında ya da en azından güç ilişkilerinin yapısında uzamın tam da ne kadar temel bir işlevi olduğunu gösteriyor. Uzamın ele alınmadığı her tür güç analizi eksiktir. Çünkü güç ilişkisinin bekasında uzamın her iki taraf tarafından da nasıl kullanıldığının ve kullanılamadığının büyük, tartışmasız bir etkisi var. Fakat özellikle güvenliğin uzam ile ilişkisi üzerine verilen bu son örneklem bizi politika-uzam ilişkisinde apayrı bir noktaya taşıyor. Başta da belirttiğimiz gibi uzamlar ne kadar belli amaçlarla, belli güç ilişkilerinin sağlamasını yapmak için yaratılmış da olsalar, her baskının aslında kendi direnişinin de başlangıcı olması nedeniyle, uzam bir yandan bir baskı alanı açarken iken diğer yandan da bir direniş mekanizmasının parçası oluyor. İşte bu durumun kendini en bariz hissettirdiği ve dolayısıyla dönüştürdüğü ilişki güvenlik ve uzam arasındaki ilişki. Uzam bir yandan sürekli bir şekilde güvenliğin, egemenin tanımladığı şekliyle, kurulması için yeniden düzenleniyor; diğer yandan da her yeniden düzenleme bu güvenlik yapısında yeni gedikler açacak direnişlerle karşılaşıyor. Ve bu da sürekli devinim ve aynı zamanda büyük bir kısır döngü yaratıyor. Bugün birçok ülkenin içinde olduğu ve bir türlü içinden çıkamadığı sorunsal da bu. Belirli bir uzamın güvenli ilan edilebilmesi için ne kadar güvenlik yeterlidir, özellikle de alınan her güvenlik tedbiri bir noktada yetersiz kalıyorsa?
Bu yazı daha önce http://mekanar.com sitesinde yayınlanmıştır.
Michel Foucault,"Security, Territory, Population: Lectures at the College de France 1977-1978", Palgrave Macmillan New York, 2009.
1 yorum:
malumunuz bu evropa nam kıtada şehirler genellikle son derece düzenlidir.her şehir böyledir manasında değil elbette,ama başat şehirlere bakınca hepsinde bir düzen, bir nizam, ve de hatta intizam görülür.
bakınız paris.düzgün düzgün bir dolu bulvar,bir dolu cadde,geniş geniş avenue'ler,bunları takip ederek erişebildiğimiz taklar,arc de triomphe gibisinden.örnekler elbette çoğaltılabilir.esra'nın metinde zikrettiği şehirler de bu örneklerden.
hani çok genel bir geyik vardır.yurtdışına çıkanlar istanbul'a gelince "aman şekerim çok düzenliler adamlar, şehirleri bile çok düzenli","birader adamlar yapmışlar.cetvelle çizilmiş gibi sokakları bulvarları var,geniş geniş dolaşıyorsun" diye ballandıra ballandıra anlatırlar evropa'yı.
yani bu düzenli olma durumu bizim genel geçer kültürümüzde son derece olumlanan bir durumdur.hatta öykünülen bir durum.
istanbul'la kıyaslayınca,veya türkiye'deki başkaca büyük şehirlerle,bu evropa şehirlerinin düzen harikası oldukları ayan beyan ortaya çıkıyor.
çıkıyor çıkmasına ama neticede bu,tam da esra'nın yazısında dile getirdiği fukosal bir okumayla, gücün insanlar üzerindeki tahakkümünün bir tezahürü aynı zamanda.yani evet paris daha derli toplu düzenli... ama o derece iktidarın gücüne boyun eğmiş bir alan/space/espace.halbuki şehr-i istanbul öyle değil.daha vahşi,daha zabt u rabt altına alınamaz bir tutum takınıyor(menderes ve dalan'ın yaptıklarını büyük oranda aleste tutmak kaydıyla).hani merhum foucault görseydi çok severdi denebilecek bir şehir.
gel gör ki,tam da bu nedenle çok eleştirilen bir şehir.uzatmaya gerek yok,her gün yaşayıp bizatihi müşahede ediyoruz bu eleştirilere mazhar olan hallerini şehrimizin.
tüm post-modernite külliyatına temas etmiş oluyor belki bu tarz geniş bir soru,ama sormadan geçmek istemedim:
hangisi daha makbul bunların? kime göre, neye göre?
bana sorarsanız istanbul, zira daha vahşi bir öz barındırmakta içinde neticede.evropanın kelli felli şehirleri fazlaca uysallaştırılmış,evcilleştirilmişken istanbul meydan okur havasını muhafaza ediyor.
siz ne dersiniz, yoksa soruyu baştan aşağı saçma mı bulursunuz nedir efkar-ı umumi bu konuda?
hamiş:
taa amerikalarda okuyup da hala bir kelam yazmamış şahısları tahrik amacıyla "post-modernitenin ta ecdadını" mı demek lazım bilmiyorum:)
Yorum Gönder