Brooklyn Köprüsü üzerinde Wall Street’i İşgal Edin (Occupy Wall Street) hareketinin 700 üyesinin New York Polisi tarafından tutuklandığı gün Starbucks CEO’su Howard Schultz şirketinin ABD için İstihdam (Create Jobs for USA) programını duyurdu: Şirketin 5 milyon dolar bağışıyla başlatılan program çerçevesinde 1 Kasım itibariyle internet üzerinden ve Starbucks dükkanlarından en az 5$ katkıda bulunanlar üzerinde “indivisible” (bölünmez) yazan bilekliklere sahip olacak. Bu bağışlardan toplanan kaynak ise yerel, küçük ölçekli işletmelere düşük faizli kredi vermekte kullanılacak.
Postmodern kapitalizmin günümüzde nasıl çalıştığının bundan daha iyi bir göstergesi olabilir mi? Acımasız piyasa egemenliğine karşı organize başkaldırının en ufak bir belirtisi ufukta belirdiği anda, bu egemenliğin önde gelen temsilcilerinin ve ondan en büyük çıkarı elde edenlerin bu başkaldırıyı halihazırdaki siyasi ve ekonomik yapının sınırları içerisinde tutmak ve böylece ekonomik sistemin temel yapısını korumak adına attığı “hayırsever” adımlarla karşılaşıyoruz.
Wall Street’teki protestoculardan birisi, Bill Csapo (57), eylemlerinin hedefini şöyle özetliyor: ‘Burada bizim asıl sorunumuz mali sistemle. Öyle kötü bir durumda ki her şeyi yıkıp yeniden kurmak gerekiyor, artık yama yapmakla ayakta kalamaz.’ Sorunun yönetimde değil sistemde olduğunu belirten Csapo ülkenin yeterli kaynaklara sahip olduğunu ancak bunun asıl sahibi olan insanlar tarafından kullanılamadığına vurgu yapıyor. Brooklyn Köprüsü üzerindeki eylemciler ise karşılarındaki polislere sesleniyorlar: ‘gelin, bize katılın! Siz de %99’a dahilsiniz.’ Biz yüzde doksan dokuzuz (We are the 99 percent) hareketinin destekçileri olarak anlatmak istedikleri, polislerin de kendileri gibi Amerikan toplumunun acımasız finansal kapitalizm ve ondan en büyük payı alan yüzde 1’lik zengin kesim tarafından sömürülen çoğunluğuna ait oldukları. İngiliz NewStatesman dergisi yazarı Laurie Penny’nin dediği gibi: ‘Bu oldukça kibar bir şekilde “sınıf savaşı” demek.’ Eylemcilerin toplumun ezilen, sömürülen çoğunluğu arasında kurmaya çalıştıkları “bölünmez” bağ bu. Fakat Starbucks ve benzeri aktörlerin bölünmez olmaktan anladıkları bundan çok farklı.
Bu kelimeyi bağış karşılığı verilen bilekliklerin üzerine koymak ilk olarak göze çarpandan çok daha fazlasını anlatıyor: Geleneksel olarak egemen sistem karşıtı terminolojiye ait olan sloganların köklerinden koparılarak siyasi etkinliğinin zayıflatılması amacını/tehlikesini içeriyor. (Burada Beyonce’un Run the World Girls şarkısı ve klibinde Arap toplumlarındaki ayaklanmaları ve “devrim” terimini nasıl kolayca ‘isyan pornosu’ haline getirdiğini hatırlmakta yarar var.)
Aslında Bill Gates ve George Soros gibi liberal, hayırsever işadamlarının şahsında bu yaklaşımın giderek günümüz kapitalizminin belirleyici tonunu oluşturduğunu söylemek mümkün. Buradaki belirleyici tavır halihazır sosyo-ekonomik yapı içerisinde bir taşla iki kuş vurmanın (having one’s cake and eat it too), yani bir yandan finansal girişimci ve spekülatör olarak sistemin sunduğu imkanlardan sonuna kadar yararlanarak yükselip başkalarının felaketine rağmen (ve bu sebeple) zenginleşirken, diğer yandan da anti-kapitalist sosyal ve ekolojik sorumluluk projelerine destek vermenin mümkün olduğu. “Liberal komünistler” olarak da adlandırılan bu hayırsever kitle Wall Street eylemcilerinin ekonomik adaletsizlik ve sosyal eşitsizlik konularındaki endişelerini paylaşır görünmekle birlikte ‘herşeyi yıkıp yeniden kurmak gerektiği’ görüşüne kesin bir biçimde karşı çıkıyor. Onlara göre yapılması gereken, Afrika’daki kıtlık ya da Güney Amerika’daki susuzluk sorununa insani yardım projelerinde olduğu gibi, önümüzdeki somut probleme yapıcı girişimlerle bir çözüm yolu bulmak.
Pragmatiklikleriyle nam salmış olan liberal komünistler, sınıf vb. “ilkel” kategorilere dayanan doktriner bakışlardan nefret ederler. Onlara göre yapılması gereken bölünmez bir bütün olarak bir araya gelerek hepimizin karşılaştığı bu sorunlara cevap vermek. Bu sebepledir ki son bileklik kampanyası gibi girişimleri, bu liberal komünist hayırseverlerin finansal ve ilişkisel kaynaklarını kullanarak başkaldırı hareketlerine bir şekilde dahil olma, burada bahsedilen bölünmez kitle ile (multitude) neyin kastedildiğine ve bu kitlenin ne yapması gerektiğine kendi anlayışları doğrultusunda etki etme amaçlı çabaları olarak görmek mümkün.
Nihayetinde burada karşılaştığımız, Laclau ve Mouffe’un terimleriyle, biz ve öteki kategorileriyle bu ikisi arasındaki ilişkinin tanımı üzerinde gerçekleşen bir söylemsel savaş (Laclau & Mouffe 1985). Bulunduğumuz koşullar altında hem eylemcilerin hem de liberal komünist hayırseverlerin bu kategorileri neyin ya da kimin oluşturduğuyla ilgili belli bir fikri var gibi görünüyor. Eylemciler için biz:
Kendi evlerimizden atılanlarız. Biz kira ile gıda masrafı arasında seçim yapmaya zorlananlarız. Biz insanı bir sağlık hizmeti kendisinden esirgenenleriz. Biz çevre kirliliğinden zarar görenleriz. Biz düşük ücret karşılığında ve hiç bir hakkımız olmaksızın uzun saatler boyunca çalışanlarız – o da çalışıyorsak ancak. Biz yüzde bir herşeyi alırken elinde hiçbirşey kalmayanlarız. Biz yüzde doksan dokuzuz.
Eylemcilerin söylemi içerisinde biz bulunulan sosyo-ekonomik şartlar altında şu ya da bu şekilde kaybeden konumundaki herkesi kapsarken, öteki aynı sistemin devamını sağlayan ve bundan nemalanan toplumun en zengin yüzde birlik kitlesi. Bu sebepledir ki biz ve öteki arasındaki ilişkinin temelinde ekonomik düşmanlık (antagonism), ya da daha ortodoks terimlerle söylemek gerekirse sınıf çelişkisi yatıyor.
Hayırseverler içinse biz kategorisini oluşturanlar, katkılarının boyutu ne olursa olsun, finansal krizin etkilerini minimize etmeye yardım etmeye gönüllü kişiler. Starbucks CEO’su Schultz’un deyimiyle biz ‘pozitif yönde bir değişim yaratmayı amaçlayan kaygılı vatandaşların’ oluşturduğu bir kitle. Dahil olmak için “iyi niyet” ötesinde başka hiç bir ön şart gerektirmeyen bu kitlede zengin girişimcilerin yanı sıra her türden yardımsever ve ilgili birey de var. Bu sebeple eylemcilerinkine nazaran çok daha geniş bir kategori. Buna paralel olarak öteki de bahsi geçen pozitif değişimi amaçlayan girişimlere katkıda bulunmaya gücü yeten fakat çoğunlukla kısa dönemdeki şahsi çıkarları sebebiyle bunu yapmamayı tercih edenlerden oluşuyor: açgözlü işadamları, partizan siyasetçiler ve her türlü sosyal sorumsuz birey. Bencilliğin gözlerini kör ettiği bu kitle, çevresindekilerin zor koşullar altında çektiği ızdıraba karşı bizim kadar duyarlı değil. Fakat eylemcilerin aksine hayırseverler bu iki grup arasındaki ilişkinin temelinde bir düşmanlığın ya da çelişkinin yattığını düşünmüyorlar. Ayrımın iki grubun sahip olduğu farklı eğilimler ve öncelikler dolayısıyla ortaya çıktığına inanan liberal komünistler, Habermas’ı takiben, bunun üstesinden kitleler arasında doğru ‘iletişim kanallarını’ kurarak gelinebileceğine inanıyorlar (Habermas 1984). Böylece ötekine ulaşıp, ona derdimizi anlatıp bize katılmasını sağlayabiliriz. Zira eninde sonunda onlarda bizim gibi insan ve derinlerde bir yerlerde de olsa bizimle ortak kaygıları paylaşıyor, benzer mantık ilkelerine dayanıyorlar.
Buradaki ikilik aslında toplumu “muhaliflik” (antagonistic) ve “bütünlük” (holistic) üzerinden algılayan anlayışların arasındaki farkın bir yansıması. Chantal Mouffe’un Demokratik Paradox’ta belirttiği üzere bir toplum içerisinde muhalif grupların varlığı, düşmanlık ve çelişki gibi kavramların kabul edilir olması başlı başına siyasetin (politics per se) ön şartı (Mouffe 2000). Toplumun çelişkilerden arınmış bir bütün olarak algılanması ise ancak iki uç örnekte gerçekleşme ihtimali bulunan anti-siyasi bir ütopya: ya toplumu bölen hiç bir çizginin varlığının tasavvur dahi edilmediği totaliterlik, ya da kamuyu ilgilendiren tüm meselelerin olağanüstü teknokratik bir biçimde ele alındığı katıksız idariyet (pure administration) (Laclau 2005).
En geniş kabul gören, kategorik anlayış doğrultusunda ideolojiyi ‘“ne yanlış gitti,” “bundan kim suçlu” ve “durumu tersine çevirmek için ne yapmalı” gibi temel siyasi sorulara cevap vermenin bir yolu’ olarak tanımlarsak eğer (Betz & Johnson 2004), Wall Street’i işgal eden eylemcilerin bir ideolojisinin olduğunu söylemek mümkün. Bulundukları zor durumun ve çektikleri eziyetin sebebinin finansal sistemin halihazır durumu olduğuna, bundan toplumun en zengin yüzde birlik kitlesinin sorumlu olduğuna, ve ekonomik yapının temelden yeniden yapılandırılmasıyla ancak bu durumun tersine çevrilebileceğine inanıyorlar. Bu ideolojinin ismini koymak neredeyse acı verecek derecede kolay. Fakat bunu yapmanın muhtemelen bölünemez olanı böleceğini hesaba kattığımızda, böylesi bir isimlendirme işine kalkışmanın ne gibi bir yararı olacağını söylemek hiç de kolay değil.
Betz, Hans-Georg and Carol Johnson. 2004. "Against the Current - Stemming the Tide: The Nostalgic Ideology of the Contemporary Radical Populist Right," Journal of Political Ideologies. Vol. 9(3). 311-27.
Habermas, Jürgen. 1984. The Theory of Communicative Action. London: Polity.
Laclau, Ernesto. 2005. On Populist Reason. London: Verso.
Laclau, Ernesto and Chantal Mouffe. 1985. Hegemony and Socialist Strategy. London: Verso
Mouffe, Chantal. 2000. Democratic Paradox. London: Verso.
1 yorum:
http://westandwiththe99percent.tumblr.com/ bir de şöyle birşey çıkmış. ilginç gibi durmakta.
Yorum Gönder