Yılsonları geçmişin değerlendirmesi ile taçlandırılır. Bundan mahrum kalmayalım istedim. 2011 biterken şunu söylemek lazım: bu sene işgal senesi oldu. Dünyadan bihaber olmayanlarımız için önce Arap Baharı başladı. Tahrir Meydanı direnişin sembolü haline geldi. Protestocular çadırlarını alıp meydanı işgal ettiler. Sağlık hizmetleri, yiyecek, tuvalet, barınma olanaklarıyla küçük bir yaşam alanı kurdular seslerini duyurdukları meydanda. Sonra Occupy Wall Street (Wall Street İşgali) geldi.
Amerika, ev kredisi balonunun patlaması ve bankaların içinin boşaltılmış olması üzerinden başlayan ve dünyanın birçok yerine sıçrayan finansal krizinin yaralarını bir türlü saramadı. Bankaları kurtarmak için yapılan büyük yardımlar, sosyal hizmetlerden yoksun olan ABD vatandaşlarının büyük kısmını kızdırdı. Halbuki büyük neoliberal projenin anlamı bankaların (ki kendileri sistemin en önemli aygıtıydı) devamında yatmaktaydı ve ABD halkı ödediği vergilerin bankaları kurtarmak için kullanılmasının kendilerine sağlık hizmeti (gibi sosyal zırvaların) sağlanmasından çok daha önemli olduğunu göremeyecek kadar kördü. Neyse, gel zaman git zaman sıradan ABD vatandaşının ‘yersiz’ öfkesi kabardı ve sonunda dünya piyasalarının kalbi olan Wall Street’i işgal etti. Daha önce aktivizm ile alakası olmamış, sıradan ABD’lilerin finans dünyasının göbeğine çıkartma yapması büyük şaşkınlık yarattı, haliyle. Yoksa oyverenler, demokrasi için arada sırada sandık başına gitmenin yeterli olmadığını görmeye mi başlamıştı? Eylül ayında başlayan işgal, New York’tan ABD’nin diğer şehirlerine de yayıldı ve halen devam ediyor.
İşgal tabiki yeni bir durum değil, uzun zamandır kullanılan bir sosyal hareket stratejisi. 2011 yılında başlayan işgal süreci ile ilgili yeni olan şey ise işgal edilen yer ve işgale yüklenen anlam. 2011 işgallerinde sıradan insanlar sokağa çıktı ve haklarını işgal ederek talep ettiler. Arap Baharı başta olmak üzere 2011 işgalleri stratejik bir anlamın yanı sıra büyük birer sembolik hareket halini aldılar. Tahrir’in işgali fiziki olarak göstericilere uygulanan şiddeti durdurmadı, Wall Street’in ve sonrasında ABD’nin diğer birçok şehrinde finans merkezlerinin işgali hükümetin daha sosyal ve eşitlikçi politikalar izlemesine neden olmadı. Diğer yandan, Tahrir olmasaydı Mısır Arap Baharı’nın ve umudun yeni yüzü olmayacaktı. Belki, Mübarek çekilmeyecekti. Wall Street işgal edilmeseydi, ABD’de daha eşitlikçi bir hayat ve sosyal haklar ve güvenceler isteyenlerin sesi duyulmayacaktı. Ekonomik siyaset olarak birbirinden çok da uzakta durmayan iki büyük partinin arasında geçen seçimleriyle meşhur ABD, solun çoktan öldüğü bir yer olarak kabul edilmeye devam edecekti. Ne kadar sol ve nasıl bir sol, gerçekten sol mu gibi soruları ben de soruyor olsam da en azından şunu düşünüyorum: Bugün en azından bir ümit ve dayanışma duygusu var. Arap Baharı ve Wall Street işgalcileri üzerinden konuşursak, iki hareket de ele aldıkları konuyu gündemde tutmak konusunda büyük başarı gösterdiler. Sosyal mücadelelerin bu işi başardıkları ölçüden başarılı addedilmesi lazım. Zira değişim tam da konuyu gündemde tutabilme başarısından geldi, geliyor, gelecek. İşgal fiziksel olduğu kadar sembolik de bir harekettir.
İşgal etmenin bu fizikse/sembolik yüzü dalgalar halinde yayıldı ve bir dalga da İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’te karaya vurdu. Herhangi bir Boğaziçi mezununun veya yakın zamanlarda üniversiteden mezun olmuş birinin veya içinde biryerlerde halen başkaldırmanın getirdiği değişim umudunu taşıyan birisinin Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin yaklaşık bir aydır sürdürmekte oldukları Starbuck’s işgaline kayıtsız kalmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Peki, ‘kayıtsız kalmamak’ tam olarak ne demek? (Son zamanlarda bunu da çok düşünüyorum.)
Boğaziçi’nde öğrenciler ucuz yemek hakkı için, kendilerine ait olması gereken mekanların yönetim tarafından, öğrencilere söz hakkı, karşı çıkma hakkı verilmeden kapitalizme peşkeş çekilmesine karşı seslerini yükseltiyorlar. ODTÜ, Boğaziçi’ne destek olduğunu açıklıyor. (Bu yazıda Boğaziçi, ODTÜ gibi özneler orada okuyan öğrenciler için kullanılmıştır. Ne de olsa üniversitelerin öğrencilere aittir, ait olmalıdır.) Bu uzun zamandır, bu kadar anlamlı şekilde olmamıştı, Türkiye’de üniversiteler dayanışıyor. İşgal, kampüste öğrenciler için değil, onlara rağmen açılan Starbuck’s’in tukakalanması mevuzusunu aştı kısa zamanda. Yersiz şekilde, saçma nedenler öne sürülerek tutuklanan, sesleri bastırılmaya çalışılan öğrenciler, hatta yıkılması gündemde olan Emek Sineması bile işgalcilerin gündemi haline geldi. Boğaziçi işgali birbirine şaşırtıcı ölçüde benzer stratejiler izleyen, görmezden gelen, susturmaya, bastırmaya çalışan bir üniversite yönetimi ve aynı stratejilerin kurdu olmuş bir ülke yönetimine karşıydı. Zaten biri diğerini tetiklemekteydi, birbirlerine destek sağlamaktaydılar.
Dört yılda bir sandık başına gidip oy verdiğimiz parlamenter demokrasinin aslında büyük oranda bir yanılsama olduğunu; bunun bizi yönetimde pek o kadar da söz sahibi yapmadığını; seçtiklerimizin tam olarak onları seçen bireylerin hepsi için değil, bazısı için çalıştığını; siyasal sistemlerin bazılarının semirmesi ve diğerlerinin ezilmesi düstürü ile yol aldığını; kervanların yolda düzüldüğü, olmadı bozulduğu verimli topraklarda hepimiz çoktan öğrendik. Ya da zorla öğretiliyoruz. Burada bir Türkiye yergisi yapmaya çalışmıyorum. Zira hızlı iletişimin bize (siyaseti anlamaya çalışanlara) en büyük kıyağı, kanımca aslında tüm dünyanın benzer şekillerde yönetildiğini göstermesi oldu. Küçükken inandığımız ileri Batı demokrasileri, geri Asya ülkeleri masallları eskide kaldı (ki zaten sonradan anlaşıldı ki en ileri demokrasi Avrasya’da top koşturmaktaymış:) ). 2011 kapanırken ne öğrendik. ABD’de o kadar matah değilmiş, dünyayı yönetiyorlar, ama kendi halklarının yüzde 99’u halinden hiç de memnun değil. Ve geri kalmış, otokrasi meraklısı Araplar bile demokrasi için can verebilirmiş.
Farklı coğrafyalarda gerçekleşen birbirinden etkilenen ve birbirine destek veren işgaller (zira New York’tan Boğaziçi’ne bir destek mektubu geldi bile) bize aslında demokrasinin ne demek olduğunu hatırlatıyor. İsterse dünyanın en güçlü ülkesinde, kapitalizmin kalesinde olun ya da 35 yıllık bir otokrasinin merkezinde olun isterseniz bir üniversite kampüsünde, hak dediğiniz, adalet dediğimiz verilmiyor, alınıyor. Alınamasa bile en azından uğruna mücadele etmek gerekiyor. Mücadelenin kendisinin ne kadar değerli olduğunu anlamak, unutmadığımızı, unutmayacağımızı, susmadığımızı, susmayacağımızı göstermek kazanmak kadar önemli. Çünkü siyaset bir süreç işi, yeteri kadar inat edenler uygun koşullar oluşunca imkansızı başarabiliyor. Sosyal hareketi sonuca ulaşabilip ulaşamaması ile değerlendirmemek lazım. (Kek tarifi değil ki bu.) Başarı yolda kazanılıyor, başarımız birlikte hareket etmemizden, dayanışmamızdan, var olduğumuzu, farkında olduğumuzu dile getirmemizden geçiyor. Sosyal hareketler literatürünün ağababası Sidney Tarrow ulusaşırı sosyal hareketleri amaçladığı değişikliğin gerçekleşip gerçekleşmemesine göre değerlendirmemek gerektiğini söyler. Bu tür hareketler dayanışma yaratabildikleri ve konuyu siyasi gündemde tutmayı başardıkları ölçüde başarılı sayılmalıdırlar. Bu noktada, yukarıda sorduğum soruya geri dönersem bana göre kayıtsız kalmamak, elimizdeki mecralarla ve hatta elimizden gelirse fiziksel katılımımızla tüm bu direniş biçimlerine destek sağlamak demektir. Kayıtsız kalmamak, adaletsizlikler, haksızlıklar ve zuhümler senin evinin kapısına kadar dayanmadan önce harekete geçmek, başkasının hakkını da kendi hakkın gibi savunmak demektir. Bu açıdan Amerikalı orta gelir grubuna, ezilen Araplara ve Boğaziçi üniversitesi’ne aidiyet hissi beslemesen de, orada olmak, en azından aklen ve ruhen orada olduğunu hissettirmektir.
Demokrasi “hakların kendi kendini yönetmesi” değil, çetin bir mücadeledir. Sessiz kaldığımız ölçüde kavramın içini boşaltıyoruz.
HERKESE MUTLU YILLAR!!!
Amerika, ev kredisi balonunun patlaması ve bankaların içinin boşaltılmış olması üzerinden başlayan ve dünyanın birçok yerine sıçrayan finansal krizinin yaralarını bir türlü saramadı. Bankaları kurtarmak için yapılan büyük yardımlar, sosyal hizmetlerden yoksun olan ABD vatandaşlarının büyük kısmını kızdırdı. Halbuki büyük neoliberal projenin anlamı bankaların (ki kendileri sistemin en önemli aygıtıydı) devamında yatmaktaydı ve ABD halkı ödediği vergilerin bankaları kurtarmak için kullanılmasının kendilerine sağlık hizmeti (gibi sosyal zırvaların) sağlanmasından çok daha önemli olduğunu göremeyecek kadar kördü. Neyse, gel zaman git zaman sıradan ABD vatandaşının ‘yersiz’ öfkesi kabardı ve sonunda dünya piyasalarının kalbi olan Wall Street’i işgal etti. Daha önce aktivizm ile alakası olmamış, sıradan ABD’lilerin finans dünyasının göbeğine çıkartma yapması büyük şaşkınlık yarattı, haliyle. Yoksa oyverenler, demokrasi için arada sırada sandık başına gitmenin yeterli olmadığını görmeye mi başlamıştı? Eylül ayında başlayan işgal, New York’tan ABD’nin diğer şehirlerine de yayıldı ve halen devam ediyor.
İşgal tabiki yeni bir durum değil, uzun zamandır kullanılan bir sosyal hareket stratejisi. 2011 yılında başlayan işgal süreci ile ilgili yeni olan şey ise işgal edilen yer ve işgale yüklenen anlam. 2011 işgallerinde sıradan insanlar sokağa çıktı ve haklarını işgal ederek talep ettiler. Arap Baharı başta olmak üzere 2011 işgalleri stratejik bir anlamın yanı sıra büyük birer sembolik hareket halini aldılar. Tahrir’in işgali fiziki olarak göstericilere uygulanan şiddeti durdurmadı, Wall Street’in ve sonrasında ABD’nin diğer birçok şehrinde finans merkezlerinin işgali hükümetin daha sosyal ve eşitlikçi politikalar izlemesine neden olmadı. Diğer yandan, Tahrir olmasaydı Mısır Arap Baharı’nın ve umudun yeni yüzü olmayacaktı. Belki, Mübarek çekilmeyecekti. Wall Street işgal edilmeseydi, ABD’de daha eşitlikçi bir hayat ve sosyal haklar ve güvenceler isteyenlerin sesi duyulmayacaktı. Ekonomik siyaset olarak birbirinden çok da uzakta durmayan iki büyük partinin arasında geçen seçimleriyle meşhur ABD, solun çoktan öldüğü bir yer olarak kabul edilmeye devam edecekti. Ne kadar sol ve nasıl bir sol, gerçekten sol mu gibi soruları ben de soruyor olsam da en azından şunu düşünüyorum: Bugün en azından bir ümit ve dayanışma duygusu var. Arap Baharı ve Wall Street işgalcileri üzerinden konuşursak, iki hareket de ele aldıkları konuyu gündemde tutmak konusunda büyük başarı gösterdiler. Sosyal mücadelelerin bu işi başardıkları ölçüden başarılı addedilmesi lazım. Zira değişim tam da konuyu gündemde tutabilme başarısından geldi, geliyor, gelecek. İşgal fiziksel olduğu kadar sembolik de bir harekettir.
İşgal etmenin bu fizikse/sembolik yüzü dalgalar halinde yayıldı ve bir dalga da İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’te karaya vurdu. Herhangi bir Boğaziçi mezununun veya yakın zamanlarda üniversiteden mezun olmuş birinin veya içinde biryerlerde halen başkaldırmanın getirdiği değişim umudunu taşıyan birisinin Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin yaklaşık bir aydır sürdürmekte oldukları Starbuck’s işgaline kayıtsız kalmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Peki, ‘kayıtsız kalmamak’ tam olarak ne demek? (Son zamanlarda bunu da çok düşünüyorum.)
Boğaziçi’nde öğrenciler ucuz yemek hakkı için, kendilerine ait olması gereken mekanların yönetim tarafından, öğrencilere söz hakkı, karşı çıkma hakkı verilmeden kapitalizme peşkeş çekilmesine karşı seslerini yükseltiyorlar. ODTÜ, Boğaziçi’ne destek olduğunu açıklıyor. (Bu yazıda Boğaziçi, ODTÜ gibi özneler orada okuyan öğrenciler için kullanılmıştır. Ne de olsa üniversitelerin öğrencilere aittir, ait olmalıdır.) Bu uzun zamandır, bu kadar anlamlı şekilde olmamıştı, Türkiye’de üniversiteler dayanışıyor. İşgal, kampüste öğrenciler için değil, onlara rağmen açılan Starbuck’s’in tukakalanması mevuzusunu aştı kısa zamanda. Yersiz şekilde, saçma nedenler öne sürülerek tutuklanan, sesleri bastırılmaya çalışılan öğrenciler, hatta yıkılması gündemde olan Emek Sineması bile işgalcilerin gündemi haline geldi. Boğaziçi işgali birbirine şaşırtıcı ölçüde benzer stratejiler izleyen, görmezden gelen, susturmaya, bastırmaya çalışan bir üniversite yönetimi ve aynı stratejilerin kurdu olmuş bir ülke yönetimine karşıydı. Zaten biri diğerini tetiklemekteydi, birbirlerine destek sağlamaktaydılar.
Dört yılda bir sandık başına gidip oy verdiğimiz parlamenter demokrasinin aslında büyük oranda bir yanılsama olduğunu; bunun bizi yönetimde pek o kadar da söz sahibi yapmadığını; seçtiklerimizin tam olarak onları seçen bireylerin hepsi için değil, bazısı için çalıştığını; siyasal sistemlerin bazılarının semirmesi ve diğerlerinin ezilmesi düstürü ile yol aldığını; kervanların yolda düzüldüğü, olmadı bozulduğu verimli topraklarda hepimiz çoktan öğrendik. Ya da zorla öğretiliyoruz. Burada bir Türkiye yergisi yapmaya çalışmıyorum. Zira hızlı iletişimin bize (siyaseti anlamaya çalışanlara) en büyük kıyağı, kanımca aslında tüm dünyanın benzer şekillerde yönetildiğini göstermesi oldu. Küçükken inandığımız ileri Batı demokrasileri, geri Asya ülkeleri masallları eskide kaldı (ki zaten sonradan anlaşıldı ki en ileri demokrasi Avrasya’da top koşturmaktaymış:) ). 2011 kapanırken ne öğrendik. ABD’de o kadar matah değilmiş, dünyayı yönetiyorlar, ama kendi halklarının yüzde 99’u halinden hiç de memnun değil. Ve geri kalmış, otokrasi meraklısı Araplar bile demokrasi için can verebilirmiş.
Farklı coğrafyalarda gerçekleşen birbirinden etkilenen ve birbirine destek veren işgaller (zira New York’tan Boğaziçi’ne bir destek mektubu geldi bile) bize aslında demokrasinin ne demek olduğunu hatırlatıyor. İsterse dünyanın en güçlü ülkesinde, kapitalizmin kalesinde olun ya da 35 yıllık bir otokrasinin merkezinde olun isterseniz bir üniversite kampüsünde, hak dediğiniz, adalet dediğimiz verilmiyor, alınıyor. Alınamasa bile en azından uğruna mücadele etmek gerekiyor. Mücadelenin kendisinin ne kadar değerli olduğunu anlamak, unutmadığımızı, unutmayacağımızı, susmadığımızı, susmayacağımızı göstermek kazanmak kadar önemli. Çünkü siyaset bir süreç işi, yeteri kadar inat edenler uygun koşullar oluşunca imkansızı başarabiliyor. Sosyal hareketi sonuca ulaşabilip ulaşamaması ile değerlendirmemek lazım. (Kek tarifi değil ki bu.) Başarı yolda kazanılıyor, başarımız birlikte hareket etmemizden, dayanışmamızdan, var olduğumuzu, farkında olduğumuzu dile getirmemizden geçiyor. Sosyal hareketler literatürünün ağababası Sidney Tarrow ulusaşırı sosyal hareketleri amaçladığı değişikliğin gerçekleşip gerçekleşmemesine göre değerlendirmemek gerektiğini söyler. Bu tür hareketler dayanışma yaratabildikleri ve konuyu siyasi gündemde tutmayı başardıkları ölçüde başarılı sayılmalıdırlar. Bu noktada, yukarıda sorduğum soruya geri dönersem bana göre kayıtsız kalmamak, elimizdeki mecralarla ve hatta elimizden gelirse fiziksel katılımımızla tüm bu direniş biçimlerine destek sağlamak demektir. Kayıtsız kalmamak, adaletsizlikler, haksızlıklar ve zuhümler senin evinin kapısına kadar dayanmadan önce harekete geçmek, başkasının hakkını da kendi hakkın gibi savunmak demektir. Bu açıdan Amerikalı orta gelir grubuna, ezilen Araplara ve Boğaziçi üniversitesi’ne aidiyet hissi beslemesen de, orada olmak, en azından aklen ve ruhen orada olduğunu hissettirmektir.
Demokrasi “hakların kendi kendini yönetmesi” değil, çetin bir mücadeledir. Sessiz kaldığımız ölçüde kavramın içini boşaltıyoruz.
HERKESE MUTLU YILLAR!!!
2 yorum:
Şahane bir yazı olmuş, keşke herkes okusa... :)
özlenen yazardan özlenen bi yazı:)
uzun zamandır politik bişiler yazmıyorduk galiba, gene işgalciler üzerine halil'in yazdığı yazı hariç, balık pazarı'nın ve esra'nın bu son yazıları seneyi politik bir biçimde bitirmemizi sağladı/bitirmemize sebebiyet verdi.
Yorum Gönder