Geçen Pazar, yani 6 Eylülde, Galata’daydım. Birkaç zamandır Avrupanın farklı memleketlerinde kutlandığı üzere bizde de eylülün ilk pazarı Avrupa Yahudi Kültürü Günü olarak kutlanıyor. Ben de başlayalı beri katılıyorum bu etkinliğe.
Olay sabahtan başlıyor akşama değin devam ediyor. Birkaç senedir Ramazana denk geldiği için, Musevi cemaati Galata’da bir yerde iftar yemeği veriyor umuma açık bir biçimde. Bu seneki, misal, Beyoğlu Belediye binasındaydı. İftar ve yemekler nasıl geçiyor katılmak kısmet olmadığından bilmiyorum. Katıldığım kadarını ise aktarıyorum sizlere.
Bilenler bilir, şehrimizdeki sinagoglar umuma kapalıdır. Yani ben gezmek istiyorum birader deyip gezemezsiniz. Zaten faal olanların kapısında güvenlikçiler var. 20 sene içinde iki kere sinagogda dua sırasında terörist saldırılara uğrayan bir topluluk için son derece normal bulduğum güvenlik önlemleri. Bir hayli de, sanıyorum faal olandan daha fazla, kullanılmayan kapalı sinagog binası mevcut. İşte bu Avrupa Yahudi günü etkinliklerinden en babası bence Fest Turizm’e paslanan Galata ve Yahudi Kültürü turu. Bu turda profesyonel rehberler katılanları Galata’da dolaştırmakla kalmıyor, normalde kapalı olan sinagoglar da aynı tur için kapılarını açıyor. Bu sayede normalde göremeyeceğiniz yerleri de görmüş oluyorsunuz. Ben bu turlara da şimdiye kadar iştirak edemedim. Ama öğrendiğim kadarıyla o derece yoğun talep oluyormuş ki seneye bile katılmanız imkansız: eğer bu sene yedek listede adınız yoksa. Bir sene evvelinden halletmeniz gerekiyor yani düşünün!
Bu seneki ilk etkinliğim Neve Şalom Sinagogu’ndaki tanıdık simaların konuşmacı olduğu bir söyleşiydi. Edhem Eldem, Binnaz Toprak, Mario Levi ve Kadri Gürsel. Bu sonuncu ismi ömrümde ilk defa duyduğumu da belirteyim. Konuşma beraber yaşama üzerine. Ha bu arada ek bir bilgi: Neve Şalom aslında şehrin kadim sinagoglarından değil. Burası adı Musevi Karma ilkokulu olarak geçen bir okul arsası. Bu okulun bahçesine, yerel ihtiyaçlar dolayısıyla bir sinagog yapılmak isteniyor 1950lerde. Projesi de adı sanı duyulmuş, hatta sanıyorum yabancı bir mimara veriliyor evvela. Sonradan sanıyorum cemaatin söz sahibi üyeleri “ya bizim evlatlarımız da var mimariden anlayan, böyle önemli bir yerin projesini onlara neden vermeyelim” diye düşünerek, projeyi daha dumanı üzerinde yeni mezun bir mimar olan cemaatten birine veriyorlar-cemaatten biri dememin nedeni bu mimar amcanın adını hatırlamamam. Hatta bu mimar amcamız rahmetli Uzay Heparı’nın dedesi oluyor, bunu da geçen seneki sergiden öğrenmiştim. Neyse efendim uzatmayalım, güvenlik önlemlerinden sonra salona geçiliyor. Bu arada atıştırmalıklar da var etrafta, borekitaslar lokumlu kurabiyeler falan gibi. İsteyen ortamdaki sebilden su da içebiliyor elbette. Konuşma başlıyor. Bildiğimiz şeyler olduğu için bu kısmı atlamayı seçiyorum -klavyede takada tukada yazma süremi de kısaltıyor bu seçimim. Soru-cevap kısmında arkalardan bir genç annesinden duyduğu kadarıyla cemaat üyelerinin birbirlerine iş pasladıklarını, sanki bir birliktelik içindeymiş gibi çalıştıklarını söylüyor. Yetmiyor, üzerine bir de cemaat kızlarının cemaat dışından erkeklerle çıkmak istemediklerini söylüyor. Bunun üzerine konuşmacılardan Levi bu konuya girersek çıkamayız diyor –bu noktada zaten panelin bitme zamanının çoktan geçtiğini belirtmeli. Ön sırada oturan bir teyze de “e evladım o olmazsa biteriz biz yok oluruz” diyor. Bir diğer sorucu da bir saptama yaparak bizi bizden alıyor: “bence her şey sevgiyle çözülür.” Evet, gerçekten ve de hakikaten bu lafı eden arkadaşımız ekliyor: “ben adadaydım geçende ve bisikletimle ada turu yapmaktaydım. Fotoğraf çekmek için durduğumda bir konuşmaya kulak misafiri oldum ister istemez. Bir kişi arkadaşından sigara istiyordu ama onda da yoktu. Adanın ücra bir tarafında olduğumuzdan hemen alabilmesine imkân da yoktu. Cebimde bir paket sigara olduğunu hatırladım ve sigara isteyen adama teklif ettim. Adam gözlerine kulaklarına inanamadı. Teşekkürler ederek sigarayı almadı, siz içersiniz sonra diye.” Arkadaş bu anısını anlattıktan sonra yine sevginin evrenselliğine falan değindi, ama ben çoktan bambaşka bir seviyeye yükselmiştim o anda takip edemedim kendisini.
Edhem Hoca konuşmasının bir yerinde bu salonu dolduran konukların bile çoğunun bir yaşın üzerindekiler olduğunu belirtti. Gerçekten aramızda genç yoktu pek. Gelenler benim gibi tek tük meraklı kişilerle orta yaşlı, hadi altmışa kadar da çıkartıyorum, cemaat mensubu teyze ve amcalardı. Edhem Hoca bunu hangi bağlamda söyledi hatırıma gelmedi şimdi, kusura bakmayın.
“Hatırına gelmedi hacım da neden yazdın o zaman” demeyin, bağlantıyı az sonra kuracağım.
Devamen, bir müzik dinletisine seyirttim. İtalyan Sinagogu’nda bir konserdi. Sumru adında, eski senelerde de yine bu gün vesilesiyle konserler veren bir müzisyen. Yanına da klarnetçi, kanuni arkadaşlarını, profesyonel müzisyen olan arkadaşlarını, almış ve dinleyicilere gerek Sefarad gerek Eşkenaz müziğinden örnekler sundu. Güzel bir konserdi zira güzel bir müzik türü olduğunu düşünüyorum Sefarad ezgilerinin. Üstelik de Türk müziğinden tınılar taşıyarak icra edilince, ki burada öyleydi, tadından yenmeyen haller alabiliyor. Burada da atıştırmalıklar vardı ve isteyen istediği gibi de alabiliyordu elbette. Ama ben biraz mütereddid kaldım önce zira ne de olsa dindar erkeklerin kipayla girdikleri bir ibadethaneye giriyorum. Hadi benim başımda kipam yok, Musevi de değilim ama ne de olsa bir tereddüd hali. Ben yine de atıştırmalığımı ibadet edilen yere girmeden halledip içeri öyle girdim. Ama kipalı bu amcalarım yanlarına hanımları falan da olduğu halde borekitasları ellerine alıp içeri öyle girdiler. İçeride de yemeye devam ettiler elbette. Demek ki dedim, dua amacıyla toplanmıyorsak sinagogda sinagog ihtiva ettiği anlamı taşımıyor. Yani kutsallığını yitiriyor bir yerde.
Bununla birlikte şunu da zikretmek gerekir herhalde. Sinagogların en kıymetli kısmı Sefer Tora’ların saklı olduğu ehal adlı bir dolap. Bu dolap normalde kapalı oluyor, ancak ibadet olursa açılıyor kapakları. Ama içeride Sefer Tora olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla içeri giren Museviler elleriyle bu ehal’e dönüp simgesel olarak ona dokunuyorlarmış gibi bir hareket yapıyorlar. Sonra ellerini öpüyorlar, sanırım zihninizde canlandırabilirsiniz bu sahneyi. Ben ilk gördüğümde, geçen sene Neve Şalom sinagogunda icra edilen temsili düğün töreninde, çok Ortadoğu’sal bir davranış olduğunu düşünmüştüm nedense. Neyse, bu kipalı borekitaslı amcalar girer girmez ibadet/konser alanına hemen ehal’e dönüp bu bahsettiğim hareketi de yapmaktan imtina etmediler. Velhasıl çözemedim ben bu işi. Ama çok da yormadım kendimi, ne de olsa buralar Hıristiyanların azizleri anma günlerinde Müslümanların gidip camide namazlar kıldıkları falan bir coğrafya.
Bu arada bu sinagog hakkında da kısa bilgiler. Bu sinagog NŞ’den daha kadim ama o kadar da değil. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında İtalyan Musevileri nezdinde, İtalyanca ayinler vesaireler yapabilmek adına farklı bir sinagog ihtiyacı beliriyor. Bunun üzerine hem farklı bir topluluk oluşturuyorlar, communita israelitico-italiana di Costantinopoli del rito portogese adında, hem de yerel Musevilerin “Kal de los Frankos” dedikleri bir sinagog yapıyorlar. Kal kahal’ın Musevice galatı, Frenklerin ibadethanesi diye çevirtebiliriz herhalde. İmparatoriçe gelince, Napolyon’un hanımı olmalı ama adı sanı bende yok, buraya geliyor falan. Hatta bu olaya dair bir de plaka var galiba binada. Günümüzde çok çok az sayıda kalmasına rağmen İtalyan Musevi cemaati mensupları, sinagogları hala kullanılıyor.
Sırada Tünel’deki 500. Yıl Müzesi’nin önünde gerçekleşen bir konser daha var. Los Paşaros Sefaradis adında, üç arkadaşın kurduğu bir müzik grubu var. Bunlar Sefarad ezgileri söylüyorlar, Türkiye’de ve dünyada festivallere katılıyorlar… Sokak dar bir sokak, Selanik Han ve Küçük Selanik Han’ın sokağı. Ben de yer bulma fikriyle biraz erken damlıyorum, o sırada grup prova yapmakla meşgul ama ortamdakiler şarkılara eşlik ediyorlar elbette. Ortamdakiler derken orta yaşlı Musevileri kastediyorum. Hepsi tanıdık zaten, birbirlerine adıyla hitap ediyorlar. Görüşmeyeli hatırlar soruluyor, oğlan nasıl kız evlenmedi mi hala muhabbetleri dönüyor. Benim etrafımdaki konuşma dili Türkçe, ama yandan soldan falan da elbette Musevice duyulmuyor değil. Giderek kalabalıklaşırken sokak, uzaktan bir adam gelip bana “sen Yahudi misin?” diyor. Ne cevap verilir ki bu soruya. “Sana ne”, örneğin güzel bir cevap olabilir. Bana bir an kal geliyor, ne desem ki diye. Sonrasında adam hemen “kimliğini ver bakayım, ben emniyettenim” deyince ben deminki iddialı ifadeyi kendime saklamayı uygun buluyorum. Emniyetten mi bilemem, ama o amca oranın güvenliğinden sorumlu birisi orasını biliyorum zira müzeyi ziyarete geldiğimde kendisi hep orda bir yerde oluyordu. Amcam kimlikle yetinmedi bir de öğrenci kimliğime baktı. İkna oldu ki benden zarar gelmez. Beni yakın zamanda görenler bilirler, umreye giden Ertuğrul Özkök ile benim şu andaki halimin fotolarını yan yana koysanız ve sokaktan geçen yüz kişiye sorsanız “hangisi umreye gitmiştir” diye sanıyorum ben açık ara önde çıkarım. Sakallarımdan dolayı terörist muamelesi görmemden sonra etraf daha da kalabalıklaşıyor zira başkaca konserlerden çıkanlar da buraya akın ediyorlar. Ama gelenler, benim görebildiklerim, hep orta yaşlı cemaat üyeleri. Nesimler, Klaralar, efendime söyliyim Hayimler, Yusuflar. Hep tanıdık. Ben bir tek ayrık otu misali ortalarında oturuyorum. Konser başlayınca Karen Hanım, solist grubun, Musevice de konuşmaya başladı. Tam vakıf değilsem de Çince de değil neticede anlıyorum bir şeyler. Zaten ne diyecek ki, “haydi hep beraber, haydi sıra sizde…”. Bu arada yine bugün etkinliğine katılmak için Selanik’ten de bir koro geldi, Sefarad Korosu. Onların konserine gitmedim ama onlar benimkine gelmişler: sahnede o koronun üyeleri de mevcut zira ve bildikleri şarkılara eşlik ediyorlar. Tanıdık ezgiler zaten. Ben bile eşlik ediyorum. Una kandelika, dos kandelikas, tres kandelikas… Olayın sonunda Karen Hanım “haydi millet bitiriyoruz, sünnete geç kalacaksınız yoksa” dedi. O ana kadar susup pısan Selanik korosundan bir hanım kızımız yemedi içmedi sahneye fırladı ve Poltiki Kuzini filmindeki Türkçe şarkıyı terennüm etmeye başladı. Tabi aksanla. Aslında takdir edilebilir bir davranış belki de. Ama orası ne yeri ne zamanıydı, üstelik filmden bihaber insanların olduğu bir ortamda o şarkı kelekel alaka olarak kaldı.
Neticede güzel bir Pazar günü geçti. Yukarıda bağlantı kuracağım demiştim sıra ona geldi.
Bağlantı şu, her sene bu olaya aynı insanlar geliyor. Ağırlıklı olarak da cemaatten insanlar. Diyeceksiniz ki “sana ne kim gelirse gelsin”. Haklısınız. Gelsinler gezsinler, görüşmedikleri ahbablarıyla hasbıhal etsinler. Sorun onların gelmesi değil zaten. Sorun -bence tanıtım eksikliğinden- Musevi olmayan insanların olayı kaçırmaları. Ben Şalom’un e-mail listesine üye olduğum için bana haberi geldi, yoksa haberim olmayacaktı bile. Bence işin asıl amacı Musevi olmayanlara bu mekânları, bu tatları, bu ezgileri tanıtmak olmalı. Senede bir gün buna yeter mi, elbette hayır ama bir başlangıç olur şüphesiz.
Geçen sene temsili bir düğün vardı dedim ya, o düğünden çıktık başka bir yere gideceğiz, sokakta bekliyoruz. Yanımızdan Silvio Ovadya geçti, cemaat başkanı. “Yeter artık bu misafirperverlik muhabbetinden, biz bu ülkenin asli vatandaşıyız kardeşim” demeyi başaran cemaat başkanı. Geçerken de şunu dedi: “ya kardeşim her tarafta Yahudiler; sanki hiç düğün görmediniz burada ya!”
Geçen seneki düğünde de bu seneki sünnette de çoğunluk, olayı ve mekânları zaten bilen, Museviler oldu. Gerçi onlar da olmasa bomboş kalacak mekanlar orası da ayrı mesele aslında.
*Fotoğrafta en soldaki renkli elbiseli Karen Gerşon, grubun solisti. Kendisi ayrıca İstanbul Sefarad Kültürü Merkezi'nin de yöneticisi.Beyazlı adam Yunan korosundan bir üye, hemen yanındaki ise Karen Hanım'ın grup arkadaşı Selim Hubeş.Şarkıları beraber söylediler.Onun sağındaki açık mavi gömlekli kişi Naim Güleryüz.İstanbul/Türkiye Musevi tarihi ile araştırmaları var.Müzenin de yöneticisi.Merdivende otururken gördüğünüz kişilerin de çoğu Yunanistan'dan gelen koro üyeleri.