14 Eylül 2009 Pazartesi

Avrupa Yahudi Kültürü Günü


Geçen Pazar, yani 6 Eylülde, Galata’daydım. Birkaç zamandır Avrupanın farklı memleketlerinde kutlandığı üzere bizde de eylülün ilk pazarı Avrupa Yahudi Kültürü Günü olarak kutlanıyor. Ben de başlayalı beri katılıyorum bu etkinliğe.
Olay sabahtan başlıyor akşama değin devam ediyor. Birkaç senedir Ramazana denk geldiği için, Musevi cemaati Galata’da bir yerde iftar yemeği veriyor umuma açık bir biçimde. Bu seneki, misal, Beyoğlu Belediye binasındaydı. İftar ve yemekler nasıl geçiyor katılmak kısmet olmadığından bilmiyorum. Katıldığım kadarını ise aktarıyorum sizlere.


Bilenler bilir, şehrimizdeki sinagoglar umuma kapalıdır. Yani ben gezmek istiyorum birader deyip gezemezsiniz. Zaten faal olanların kapısında güvenlikçiler var. 20 sene içinde iki kere sinagogda dua sırasında terörist saldırılara uğrayan bir topluluk için son derece normal bulduğum güvenlik önlemleri. Bir hayli de, sanıyorum faal olandan daha fazla, kullanılmayan kapalı sinagog binası mevcut. İşte bu Avrupa Yahudi günü etkinliklerinden en babası bence Fest Turizm’e paslanan Galata ve Yahudi Kültürü turu. Bu turda profesyonel rehberler katılanları Galata’da dolaştırmakla kalmıyor, normalde kapalı olan sinagoglar da aynı tur için kapılarını açıyor. Bu sayede normalde göremeyeceğiniz yerleri de görmüş oluyorsunuz. Ben bu turlara da şimdiye kadar iştirak edemedim. Ama öğrendiğim kadarıyla o derece yoğun talep oluyormuş ki seneye bile katılmanız imkansız: eğer bu sene yedek listede adınız yoksa. Bir sene evvelinden halletmeniz gerekiyor yani düşünün!


Bu seneki ilk etkinliğim Neve Şalom Sinagogu’ndaki tanıdık simaların konuşmacı olduğu bir söyleşiydi. Edhem Eldem, Binnaz Toprak, Mario Levi ve Kadri Gürsel. Bu sonuncu ismi ömrümde ilk defa duyduğumu da belirteyim. Konuşma beraber yaşama üzerine. Ha bu arada ek bir bilgi: Neve Şalom aslında şehrin kadim sinagoglarından değil. Burası adı Musevi Karma ilkokulu olarak geçen bir okul arsası. Bu okulun bahçesine, yerel ihtiyaçlar dolayısıyla bir sinagog yapılmak isteniyor 1950lerde. Projesi de adı sanı duyulmuş, hatta sanıyorum yabancı bir mimara veriliyor evvela. Sonradan sanıyorum cemaatin söz sahibi üyeleri “ya bizim evlatlarımız da var mimariden anlayan, böyle önemli bir yerin projesini onlara neden vermeyelim” diye düşünerek, projeyi daha dumanı üzerinde yeni mezun bir mimar olan cemaatten birine veriyorlar-cemaatten biri dememin nedeni bu mimar amcanın adını hatırlamamam. Hatta bu mimar amcamız rahmetli Uzay Heparı’nın dedesi oluyor, bunu da geçen seneki sergiden öğrenmiştim. Neyse efendim uzatmayalım, güvenlik önlemlerinden sonra salona geçiliyor. Bu arada atıştırmalıklar da var etrafta, borekitaslar lokumlu kurabiyeler falan gibi. İsteyen ortamdaki sebilden su da içebiliyor elbette. Konuşma başlıyor. Bildiğimiz şeyler olduğu için bu kısmı atlamayı seçiyorum -klavyede takada tukada yazma süremi de kısaltıyor bu seçimim. Soru-cevap kısmında arkalardan bir genç annesinden duyduğu kadarıyla cemaat üyelerinin birbirlerine iş pasladıklarını, sanki bir birliktelik içindeymiş gibi çalıştıklarını söylüyor. Yetmiyor, üzerine bir de cemaat kızlarının cemaat dışından erkeklerle çıkmak istemediklerini söylüyor. Bunun üzerine konuşmacılardan Levi bu konuya girersek çıkamayız diyor –bu noktada zaten panelin bitme zamanının çoktan geçtiğini belirtmeli. Ön sırada oturan bir teyze de “e evladım o olmazsa biteriz biz yok oluruz” diyor. Bir diğer sorucu da bir saptama yaparak bizi bizden alıyor: “bence her şey sevgiyle çözülür.” Evet, gerçekten ve de hakikaten bu lafı eden arkadaşımız ekliyor: “ben adadaydım geçende ve bisikletimle ada turu yapmaktaydım. Fotoğraf çekmek için durduğumda bir konuşmaya kulak misafiri oldum ister istemez. Bir kişi arkadaşından sigara istiyordu ama onda da yoktu. Adanın ücra bir tarafında olduğumuzdan hemen alabilmesine imkân da yoktu. Cebimde bir paket sigara olduğunu hatırladım ve sigara isteyen adama teklif ettim. Adam gözlerine kulaklarına inanamadı. Teşekkürler ederek sigarayı almadı, siz içersiniz sonra diye.” Arkadaş bu anısını anlattıktan sonra yine sevginin evrenselliğine falan değindi, ama ben çoktan bambaşka bir seviyeye yükselmiştim o anda takip edemedim kendisini.
Edhem Hoca konuşmasının bir yerinde bu salonu dolduran konukların bile çoğunun bir yaşın üzerindekiler olduğunu belirtti. Gerçekten aramızda genç yoktu pek. Gelenler benim gibi tek tük meraklı kişilerle orta yaşlı, hadi altmışa kadar da çıkartıyorum, cemaat mensubu teyze ve amcalardı. Edhem Hoca bunu hangi bağlamda söyledi hatırıma gelmedi şimdi, kusura bakmayın.

“Hatırına gelmedi hacım da neden yazdın o zaman” demeyin, bağlantıyı az sonra kuracağım.


Devamen, bir müzik dinletisine seyirttim. İtalyan Sinagogu’nda bir konserdi. Sumru adında, eski senelerde de yine bu gün vesilesiyle konserler veren bir müzisyen. Yanına da klarnetçi, kanuni arkadaşlarını, profesyonel müzisyen olan arkadaşlarını, almış ve dinleyicilere gerek Sefarad gerek Eşkenaz müziğinden örnekler sundu. Güzel bir konserdi zira güzel bir müzik türü olduğunu düşünüyorum Sefarad ezgilerinin. Üstelik de Türk müziğinden tınılar taşıyarak icra edilince, ki burada öyleydi, tadından yenmeyen haller alabiliyor. Burada da atıştırmalıklar vardı ve isteyen istediği gibi de alabiliyordu elbette. Ama ben biraz mütereddid kaldım önce zira ne de olsa dindar erkeklerin kipayla girdikleri bir ibadethaneye giriyorum. Hadi benim başımda kipam yok, Musevi de değilim ama ne de olsa bir tereddüd hali. Ben yine de atıştırmalığımı ibadet edilen yere girmeden halledip içeri öyle girdim. Ama kipalı bu amcalarım yanlarına hanımları falan da olduğu halde borekitasları ellerine alıp içeri öyle girdiler. İçeride de yemeye devam ettiler elbette. Demek ki dedim, dua amacıyla toplanmıyorsak sinagogda sinagog ihtiva ettiği anlamı taşımıyor. Yani kutsallığını yitiriyor bir yerde.

Bununla birlikte şunu da zikretmek gerekir herhalde. Sinagogların en kıymetli kısmı Sefer Tora’ların saklı olduğu ehal adlı bir dolap. Bu dolap normalde kapalı oluyor, ancak ibadet olursa açılıyor kapakları. Ama içeride Sefer Tora olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla içeri giren Museviler elleriyle bu ehal’e dönüp simgesel olarak ona dokunuyorlarmış gibi bir hareket yapıyorlar. Sonra ellerini öpüyorlar, sanırım zihninizde canlandırabilirsiniz bu sahneyi. Ben ilk gördüğümde, geçen sene Neve Şalom sinagogunda icra edilen temsili düğün töreninde, çok Ortadoğu’sal bir davranış olduğunu düşünmüştüm nedense. Neyse, bu kipalı borekitaslı amcalar girer girmez ibadet/konser alanına hemen ehal’e dönüp bu bahsettiğim hareketi de yapmaktan imtina etmediler. Velhasıl çözemedim ben bu işi. Ama çok da yormadım kendimi, ne de olsa buralar Hıristiyanların azizleri anma günlerinde Müslümanların gidip camide namazlar kıldıkları falan bir coğrafya.

Bu arada bu sinagog hakkında da kısa bilgiler. Bu sinagog NŞ’den daha kadim ama o kadar da değil. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında İtalyan Musevileri nezdinde, İtalyanca ayinler vesaireler yapabilmek adına farklı bir sinagog ihtiyacı beliriyor. Bunun üzerine hem farklı bir topluluk oluşturuyorlar, communita israelitico-italiana di Costantinopoli del rito portogese adında, hem de yerel Musevilerin “Kal de los Frankos” dedikleri bir sinagog yapıyorlar. Kal kahal’ın Musevice galatı, Frenklerin ibadethanesi diye çevirtebiliriz herhalde. İmparatoriçe gelince, Napolyon’un hanımı olmalı ama adı sanı bende yok, buraya geliyor falan. Hatta bu olaya dair bir de plaka var galiba binada. Günümüzde çok çok az sayıda kalmasına rağmen İtalyan Musevi cemaati mensupları, sinagogları hala kullanılıyor.


Sırada Tünel’deki 500. Yıl Müzesi’nin önünde gerçekleşen bir konser daha var. Los Paşaros Sefaradis adında, üç arkadaşın kurduğu bir müzik grubu var. Bunlar Sefarad ezgileri söylüyorlar, Türkiye’de ve dünyada festivallere katılıyorlar… Sokak dar bir sokak, Selanik Han ve Küçük Selanik Han’ın sokağı. Ben de yer bulma fikriyle biraz erken damlıyorum, o sırada grup prova yapmakla meşgul ama ortamdakiler şarkılara eşlik ediyorlar elbette. Ortamdakiler derken orta yaşlı Musevileri kastediyorum. Hepsi tanıdık zaten, birbirlerine adıyla hitap ediyorlar. Görüşmeyeli hatırlar soruluyor, oğlan nasıl kız evlenmedi mi hala muhabbetleri dönüyor. Benim etrafımdaki konuşma dili Türkçe, ama yandan soldan falan da elbette Musevice duyulmuyor değil. Giderek kalabalıklaşırken sokak, uzaktan bir adam gelip bana “sen Yahudi misin?” diyor. Ne cevap verilir ki bu soruya. “Sana ne”, örneğin güzel bir cevap olabilir. Bana bir an kal geliyor, ne desem ki diye. Sonrasında adam hemen “kimliğini ver bakayım, ben emniyettenim” deyince ben deminki iddialı ifadeyi kendime saklamayı uygun buluyorum. Emniyetten mi bilemem, ama o amca oranın güvenliğinden sorumlu birisi orasını biliyorum zira müzeyi ziyarete geldiğimde kendisi hep orda bir yerde oluyordu. Amcam kimlikle yetinmedi bir de öğrenci kimliğime baktı. İkna oldu ki benden zarar gelmez. Beni yakın zamanda görenler bilirler, umreye giden Ertuğrul Özkök ile benim şu andaki halimin fotolarını yan yana koysanız ve sokaktan geçen yüz kişiye sorsanız “hangisi umreye gitmiştir” diye sanıyorum ben açık ara önde çıkarım. Sakallarımdan dolayı terörist muamelesi görmemden sonra etraf daha da kalabalıklaşıyor zira başkaca konserlerden çıkanlar da buraya akın ediyorlar. Ama gelenler, benim görebildiklerim, hep orta yaşlı cemaat üyeleri. Nesimler, Klaralar, efendime söyliyim Hayimler, Yusuflar. Hep tanıdık. Ben bir tek ayrık otu misali ortalarında oturuyorum. Konser başlayınca Karen Hanım, solist grubun, Musevice de konuşmaya başladı. Tam vakıf değilsem de Çince de değil neticede anlıyorum bir şeyler. Zaten ne diyecek ki, “haydi hep beraber, haydi sıra sizde…”. Bu arada yine bugün etkinliğine katılmak için Selanik’ten de bir koro geldi, Sefarad Korosu. Onların konserine gitmedim ama onlar benimkine gelmişler: sahnede o koronun üyeleri de mevcut zira ve bildikleri şarkılara eşlik ediyorlar. Tanıdık ezgiler zaten. Ben bile eşlik ediyorum. Una kandelika, dos kandelikas, tres kandelikas… Olayın sonunda Karen Hanım “haydi millet bitiriyoruz, sünnete geç kalacaksınız yoksa” dedi. O ana kadar susup pısan Selanik korosundan bir hanım kızımız yemedi içmedi sahneye fırladı ve Poltiki Kuzini filmindeki Türkçe şarkıyı terennüm etmeye başladı. Tabi aksanla. Aslında takdir edilebilir bir davranış belki de. Ama orası ne yeri ne zamanıydı, üstelik filmden bihaber insanların olduğu bir ortamda o şarkı kelekel alaka olarak kaldı.


Neticede güzel bir Pazar günü geçti. Yukarıda bağlantı kuracağım demiştim sıra ona geldi.
Bağlantı şu, her sene bu olaya aynı insanlar geliyor. Ağırlıklı olarak da cemaatten insanlar. Diyeceksiniz ki “sana ne kim gelirse gelsin”. Haklısınız. Gelsinler gezsinler, görüşmedikleri ahbablarıyla hasbıhal etsinler. Sorun onların gelmesi değil zaten. Sorun -bence tanıtım eksikliğinden- Musevi olmayan insanların olayı kaçırmaları. Ben Şalom’un e-mail listesine üye olduğum için bana haberi geldi, yoksa haberim olmayacaktı bile. Bence işin asıl amacı Musevi olmayanlara bu mekânları, bu tatları, bu ezgileri tanıtmak olmalı. Senede bir gün buna yeter mi, elbette hayır ama bir başlangıç olur şüphesiz.

Geçen sene temsili bir düğün vardı dedim ya, o düğünden çıktık başka bir yere gideceğiz, sokakta bekliyoruz. Yanımızdan Silvio Ovadya geçti, cemaat başkanı. “Yeter artık bu misafirperverlik muhabbetinden, biz bu ülkenin asli vatandaşıyız kardeşim” demeyi başaran cemaat başkanı. Geçerken de şunu dedi: “ya kardeşim her tarafta Yahudiler; sanki hiç düğün görmediniz burada ya!”
Geçen seneki düğünde de bu seneki sünnette de çoğunluk, olayı ve mekânları zaten bilen, Museviler oldu. Gerçi onlar da olmasa bomboş kalacak mekanlar orası da ayrı mesele aslında.

*Fotoğrafta en soldaki renkli elbiseli Karen Gerşon, grubun solisti. Kendisi ayrıca İstanbul Sefarad Kültürü Merkezi'nin de yöneticisi.Beyazlı adam Yunan korosundan bir üye, hemen yanındaki ise Karen Hanım'ın grup arkadaşı Selim Hubeş.Şarkıları beraber söylediler.Onun sağındaki açık mavi gömlekli kişi Naim Güleryüz.İstanbul/Türkiye Musevi tarihi ile araştırmaları var.Müzenin de yöneticisi.Merdivende otururken gördüğünüz kişilerin de çoğu Yunanistan'dan gelen koro üyeleri.



13 Eylül 2009 Pazar

Karabaş-ı Veli Dergâhı’nda bir akşam…


Bir romanın dört ayda 115 baskı yapmış olması, romanın yazarı Elif Şafak olunca şaşırtıcı gelmese de kulağa, kitap okumayı pek sevmeyen halkımızın neden “Aşk”a bu denli ilgi göstermiş olduğu sorusunu düşündürmüyor değildi bana. Dahası, şu ana kadar hiçbir Elif Şafak kitabı üzerine (Araf hariç) arkadaş çevremde ve yazılarımın çoğunu karaladığım salaş kafelerde bu denli yorum yapıldığını ve kitabın bu denli sevildiğini, sahiplenildiğini hatırlamıyorum. Gerek yazım tekniği, gerek kullanılan dil ve bir kitap eleştirmeninin benden çok daha fazla detaya girerek anlatabileceği tüm özellikleriyle tipik bir Elif Şafak romanı değil miydi karşımızdaki? Öyleyse romanda işlenen konu ve konunun ele alındığı toplumsal ortamı biraz olsun incelemek ve okurların aşka yönelik açlığının ardındaki nedenleri masaya yatırmak lazımdı.

Siyaset bilimi öğrencilerinin sıklıkla düştüğü hatalardan biri, bir tek olgu ya da örneğe dayanarak toplumsal analize kalkışmak, yani sınıf arkadaşlarına siyasetçi kesilmektir. Bir roman üzerinden toplumun dinsel tercihleri ve dine yaklaşımına yönelik önermelerde bulunmamak gerekiyor. Fakat bu önermeyi biraz içgüdü, biraz da gözlemle güçlendirerek Türkiye’de İslam’a yönelik yeni yaklaşımların, siyaset arenası ve elitler arasında olmasa da yerel düzeyde yeniden yeşerdiğini ve belki de İslam’ın yeniden yorumlandığını söyleyebiliriz. Ya da insanların dini tecrübe edişlerinin ve İslam ile yaşayışlarının günümüzde farklılaşmaya başladığını, alternatiflere yöneldiğini savunabiliriz. Buna en güzel örnek son yıllarda yeniden popülaritesini kazanan Mevlana haftası ve Şeb-i Aruz turları olacaktır. Fakat Konya’nın uzakta olduğu, sembolleştiği ve 2007 Dünya Mevlana Yılı’nın da etkisiyle devlet tarafından desteklendiği göz önünde bulundurulursa yeterince “yerel” olmadığı aşikâr. Bense, Konya’yı aklımızın bir kenarında tutalım ve yeniden aktif olan (restore edilen ve bu sayede etkinliklerine başlayan) ufak dergâhlara bir göz atalım istedim.

Bu dergâhlardan bir tanesi Bursa’da 2003 yılında restore edilerek faaliyetlerine başlayan, Kız Lisesi’nin birkaç sokak üzerinde bulunan Karabaş-ı Veli Dergâhı Kültürel Merkezi. Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak hizmete açılan bu kültürel merkez, yasal bağlılıkları haricinde oldukça ilginç ve özerk bir işleyişe sahip. Görevlilerle yapmış olduğum sohbet sonucunda dergâhın nasıl yerel ve özerk bir hüviyete sahip olduğu ve ne şekilde faaliyet verdiğini çok daha iyi anlayabiliyorum. Konya’dan farklı olarak devlete kültürel bir merkez olarak bağlılığı olan dergâhta her şey gönüllülük üzerinden yürüyor ve her şeyden kastım, yılın her günü, her akşam ücretsiz sema gösterileri, ücretsiz çay/kahve/tost servisleri, sohbet toplantıları/söyleşiler, vaazlar, sema ve Kuran öğretileri... Öğretiler, söyleşiler, gösteriler devlet tarafından denetlenmiyor. Devletten tek bir kuruş almadıklarını söyleyen görevliler, bağış konusunda da çok hassaslar ve kesinlikle bağış kabul etmediklerini yineliyorlar. Öyleyse para nereden geliyor diye sorduğumda ise, paranın merkezde gönüllü olarak çalışanlar tarafından karşılandığını belirtiyorlar. Söylem, Mevlana’nın felsefesine de uyuyor, fakat sufizm, kapitalist kültürle ne kadar savaşabilir, koskoca kültürel bir merkez gönüllülerin yardımlarıyla nasıl ayakta durabilir, bu soruların yanıtını vermek gerçekten kolay değil.

Dergâhın finansal çarkının nasıl döndüğü sorusuna aldığım yanıtlar her ne kadar beni tatmin etmemiş olsa da bu hem başka bir yazının konusu, hem de faaliyetlerin ahengini yıpratabilir. Fakat eleştirel tüm sorularımı sabır ve güler yüz ile cevaplandıran görevlilerin devletten özerk olduklarına yönelik vurgularını bir kez daha belirtmem gerek. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tanınan Mevlevihanelerden biri olmayan Karabaş-ı Veli, Mevlevi kültürünün yaşatılmaya çalışıldığı, çalışanlarının (imamları dâhil olmak üzere) gönüllü olarak iş gördüğü, devlet tarafından atanmadığı, “üstat” tarafından kabul edildiği ve eğitildiği bir kültürel merkez.

Dergâhın en etkileyici yanı, ne yeni restore edilmiş harikulade binası ne de gönüllülük prensibi. Dergâhı görkemli kılan şey, katılım. Benzer bir katılımı Perşembe geceleri nargile kafelerde Kurtlar Vadisi gösterilirken görebilirsiniz yalnızca… ya da milli bayramlarda okul bahçelerinde. Sema gösterisi öncesi ve sonrası söyleşiler için ayrılan odalar tıka basa doluyor. Katılım yerel halktan olduğu kadar şehir dışı ve yurtdışından gelen turistlerce sağlanıyor. (Bulunduğum odada, eşlik ettiğim iki Amerikalı profesör haricinde en az on turist saymış olmalıyım. Semanın turistik bir faaliyet olarak algılanması ve turların, turistleri dergâha getirmesi de burada önemli bir faktör.)

Soru şu: Bu katılım bize neyi işaret ediyor? Buraya kesin bir yanıt vermek kolay olmamakla birlikte, insanların sema gösterilerine, Mevlevi kültürüne ve Mevlana’nın öğretilerine yeniden ilgi gösteriyor olması, bize toplumun, yerel düzeyde İslam’a yeni yorumlar aradığını anlatıyor olabilir. Politize olmuş bir İslami anlayıştan bir kaçış olarak yorumlanabilir Karabaş-ı Veli Dergâhının popülerliği. Elbet dergâhın içinde bulunmadan ve dergâh üzerine derinlemesine bir araştırma yapmadan, dergâhın politikanın ne kadar dışında ya da içinde olduğunu söylemek zor. Uludağ’ın eteklerinde yeni bir mistik arayış, ya da yerel düzeyde yeni bir sosyalleşme kültürü, dizilerden ve ekonomik krizden bunalan insanlar için farklı bir alternatif belki de sema ve söyleşiler. Bu konudaki yorumlar çok sesli olabilir fakat yadsınamaz bir gerçek, Karabaş-ı Veli Dergâhı Kültürel Merkezi’nin, yerel düzeyde din üzerinden topluma yeni bir sosyalleşme ve bütünleşme kurumu olarak hizmet ettiğidir.

Dergah hakkında detaylı bilgi için: http://mevlana.org.tr/

"Poşete gerek yok!"

Başlıkta geçen bu cümleyi hayatımın son altı-yedi ayında o kadar çok zikrettim ki artık sıkıcı olmaya başladı. "Alın verin ekonomiye can verin" kampanyası gereğince olmasa da, ki korkunç reklam filmleri dolayısıyla ayrı bir yazıyı hak etmektedir bu kampanya, her gün en azından bakkaldan bir şişe su, fırındanbir tane simit alan bir insanım. Malı aldığım anla parayı verip üstünü aldığım anlar arasında bir noktada da bu cümle ağzımdan çıkıveriyor. Neden? Çünkü Türk insanı her şeyi poşete koyma konusunda manyaklık düzeyinde bir özen gösteriyor ki ben eminim bu özen, bu çaba misal eğitim sistemimiz için harcansa dünyada ne MIT kalırdı ne de Oxford. Bütün dünya evlatları GRE yerine ALES'e girerdi yüksek lisans eğitimleri için.

Neyse konuyu dağıtmayayım. Efendim ben bu poşet çılgınlığını anlayamıyorum. Yani treehugger bir insan değilim, WWF'ye Greenpeace'e falan üyeliklerim de yoktur ama yerlere çöp atmam, kaynak israfını kendimce önlemeye çalışırım, rüzgar güneş gibi enerjilerin kullanımını desteklerim ve tabii ki pandaların ahvalinı doğal sarışınların ahvalinden daha acıklı bulurum. Bütün bu listeye bir de kendimce "gereksiz yere poşet kullanmama" siyasetini ekledim son zamanlarda. Tabii ki mesela Migros'a gidip 10 kiloluk deterjan, beş paket makarna, bir teneke zeytinyağı gibi afet ve kıtlık öncesi alışverişleri yapıyorsam o zaman poşet kullanmamak elde değil. Fakat eczaneden bir kutu aspirin aldıktan sonra da bana kocaman poşet verilmesin. Ha desem ki "elinde mi taşıyacaksın" diye düşünüyor satıcı kişi ve bana iyilik yapmaya çalışıyor. Ancak o da değil. Ben bu alışverişleri yaptığımda çoğunlukla omzumda heybeyle valiz arası boyutlarda bir çanta asılı, ki kendi kafamı soksam belime kadar falan girerim o çantaların içine. Yani sakadan küçük muhabbet kuşundan hafif bir ilaç kutusunun o çantanın yan cebine bile sığacağı aşikar.

İşin daha da enteresan kısmı "Poşete gerek yok!" dediğimde tezgahtarın yüzünde oluşan korkuyla karışık şaşkın ifade: "Ammmann Tanrıııımmmm!!! Bu kadın az önce buradan bir çift penye çorap aldı ve o çoraplar poşete girmeden direkt çantasına koydu. Ya deli, ya uzaylı, ya yabancı, ya da iğrenç bi insan (ki bilemiyorum hangisi o arkadaşın gözünde daha korkunç olabilir). Hemen şaşırmalı ve akabinde bakışlarımla ona kınımkınımkınama tepkisi vererek bizden olmadığını anlatmalıyım!!!"

Hayır, günahım ne onu da anlamıyorum açıkçası. Yani ben poşetler tamamen tedavülden kalksın demiyorum, kimse poşet kullanmasın da demiyorum (ama kumaş ya da kağıt torba ekolüne geçilse hatta pazar filesi günlerine geri dönülse çok sempatik olabilir bence). Sadece en azından o an itibariyle ben poşet kullanmak istemiyorum diyorum. Nedir bu tepki, nedir bu öfke, nedir bu aşağılama, nedir bu dışlama?

Sanıyorum Türk esnafı ve naylon poşet ilişkisini, Türk annesi ve dantel örtü ilişkisi üzerinden anlamaya çalışmak işimizi kolaylaştırabilir. Nasıl ki anneler en azından bir dönem
dünyayı, özellikle de evdeki elektronik aletlerin üstünü dantelle kaplama çabası içindeydiler, Türk esnafı da aynı şekilde her türlü alınır satılır ürünü naylonla kaplamak gibi bir nevi çılgınca çaba içerisinde ki aslına bakılırsa saçma. Her işletmenin günlük/haftalık/aylık poşet harcamaları hesaplansa mesela kim bilir ne kadar maliyeti vardır onun. İBB verilerine göre örneğin İstanbul'da her gün 10.000 adet poşet kullanılıyormuş. Ekonomiden çok anlamıyorum ama maliyetleri düşürmek adına bir nebze olsun akıllıca bir adım gibi görünüyor bana. He tabii petrokimya endüstrisi para kazanmasın mı derseniz onlar da kazansın tabii ki de gitsin başka yerden kazansın, mesela otomobil lastiği yapsın, bizi rahat bıraksın.

"Ben Oyropa gördüm" demek gibi olmasın da bundan bir sekiz sene kadar önce gittiğim Almanya'da marketten ıvır zıvır alırken mal gibi her bir şeyi poşetlere doldurmuş sonrasında fişte poşet için ekstra ücret alındığını gördüğümde bayağı afallamıştım. Şimdi aynı sistemin Türkiye getirilmesi gibi bir çaba söz konusu. Bez torba ve kese kağıdı kullanımını yaygınlaştırma kampanyaları vs. yapılıyor, Migros-Macrocenter doğada daha çabuk yok olan poşetler ürettirerek hiç değilse verilen zararı azaltmaya çalışıyor. Ama bizim küçük esnafımız hala her şeyi poşete koymakta direniyor. Hatta misal bizim köşedeki market gıda maddelerini ayrı poşete, temizlik ürünlerini ayrı poşete koyma politikası dolayısıyla normalde bir poşeti bile doldurmayan 5 parça şey için iki ayrı poşet kullanabiliyor.

Bu yazıyı yazarken aklıma takıldı ne zaman gelmiş Türkiye'ye naylon poşetler diye bir araştırdım. Dünya'da ilk kez 1982'de kullanılmış bize 80'lerin sonunda gelmiş bu çirkin şeyler ve 1980'lerin sonunda gelen çirkinliklerin pek çoğu gibi modernliğin sembolü, batılı olmanın gereği görüldüklerinden kalmışlar gidememişler. Aşağıdaki linkler ilginç geldi bana, bilmediğim ama
öyle olması gerektiğini hissettiğim konular hakkında yeni şeyler öğrendim:

http://www.bybello.com/main/pages/cevre-bilinci/naylon-poset-kullanmayalim.php
http://www.bybello.com/main/pages/cevre-bilinci/duenya-naylon-posete-savas-acti.php
http://www.bybello.com/main/pages/cevre-bilinci/suepermarketlerin-ambalaj-arayisi.php
http://www.hurriyet.com.tr/saglik/9023713.asp?m=1
http://www.ntvmsnbc.com/id/24954131/

(İlk üç link bu aktivizmden para kazanan bir kuruma ait ama yine de dünyadaki uygulamaları göstermesi açısından ilginç.)

Vallahi kendi derdimi anlatayım içimi dökeyim diye yazdığım bu yazı biraz fazla uzadı, Türkiye'de modernite ve çevre dersine dönüştü. Ama ne demek istediğimi de anlatabildim sanıyorum. Müşteriye poşet kullanımını dayatan esnaf istemiyoruz kardeşim, İS-TE-Mİ-YO-RUZ!!!