22 Mart 2010 Pazartesi

Esmeray’ın Işıl Işıl Gözleri

Cuma akşamı çok özel bir kadınla tanıştım. Aslında onunla gözlerimiz daha önce, arkadaşlarla sürekli gittiğimiz bir kafede karşılaşmıştı. Fakat ışıltılı gözlerinin hikayesiyle ancak o akşam izlediğim, kendi hayatından yola çıkarak hazırladığı oyunla tanışabildim.
Esmeray bir transseksüel. Kars’ın bir köyünde doğmuş. Bir Kürt. Daha küçük bir erkek çocuğuyken köyde kadın elbiseleriyle dolaşan Arvat Metin fısıldamış kulağına özüne dönmesi gerektiğini. Fakat bu sözlerin ne anlama geldiğini biraz zaman geçince anlayacakmış.
Futboldan hazzetmezmiş. Dövüşten hiç. Kız çocuklarına anlatılan her ne varsa Esmeray’ın hayallerindeymiş: hamarat olmak, biçki dikiş bilmek, yakışıklı bir adama gelin gitmek ve gerdeğe girmek…
Devamını anlatmayayım, yazık olur yoksa onca emeğine. Gidin ve o size anlatsın.
Esmeray tek kişilik stand-up gösterisinde bir dünya kuruyor. O dünya acımasızlığı ve iki yüzlülüğüyle tamamen gerçek. İki saat boyunca eksilmeyen enerjisi ve parıldayan gözleriyle kendi hikayesini anlatıyor. Ne bir duygusal sömürü, ne de belden aşağı espriye ihtiyaç duyuyor. Erkek egemen toplumun tüm çelişkilerini bir bir sıralıyor. Öyle naif, öyle zeki bir kadın Esmeray. Hem Kürt, hem transseksüel, hem de feminist. Doğuştan politik bir kadın aslında. Feminist atölyeleri saymazsak aldığı bir eğitim de yok, ama benim diyen entelektüelden daha açık bir zihni var.
Esmeray, oyundan sonra gerçekleştirilen söyleşide çok değerli şeyler söylüyor.
Erkek egemen toplumda kadınlık durumunun kendisinin politik bir anlam taşıdığını, sırf bu yüzden tüm kadınların dayanışması gerektiğini vurguluyor.
Bir başörtülünün bir eşcinseli, bir eşcinselin bir çingeneyi anlaması gerektiğini belirtiyor.
Tüm bunları yürekten, taa içinden söylüyor Esmeray.
İşte bu yüzden ışıl ışıl Esmeray’ın gözleri.
O kara gözler hepimize bir davet…




Not: Esmeray Cadının Bohçası adlı gösterisiyle 2, 16 ve 30 Nisan’da Beyoğlu’nda Reng Ahenk Sanatevi’nde. Randevusuz gitmeyiniz.

16 Mart 2010 Salı

TÜNEL'DEKİ KADIN PARTİSİNİN ARDINDAN: Sindrella Sokağa Çıktı, Gece 12’den Sonra Büyü Bozulmadı!


Kızıl Emma'nın "Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir!" sözünü, yalnızca okurken ya da düşünürken değil, dans ederken de anlamayı denedik mi hiç? 8 Mart gecesi Tünel Meydanı'nda, saatlerce dans eden kadınların zihninde belki de Emma'ya ait olan bu cümleler dolanıyordu. Bütün gece sokakta dans ederek sokağın tekinsizliğine meydan okuyan kadınlar, Emma Goldman'a 100 yıl önce bu sözleri söyleten öfkeyi daha iyi anladılar. Çünkü kadınlar bu sene, geceleri, sokakları, meydanları terk etmediler, 12'den sonra büyünün bozulduğu masalları altüst eden, yeni bir masalı yaşadılar.

İstanbul'un tüm kadınlarını Tünel Meydanı'na çağıran ses, sokakların tekinsizliğinden usanmış bir kadının, her kadının sesiydi. Bu ses, "Meydan okuyorum, meydandayım, meydan okuduklarıma maruz kalmamak için geldim buraya... Yerleştiğim kente bağlanıyor, gecenin ve sokağın tekinsiz kalbinde şarkılar söylüyorum" diyordu. Gerçekten de öyle oldu. Kadınlar, yürüyerek başladıkları 8 Mart şenliğine, şarkılar söyleyerek, içki içerek, dans ederek, sokakta devam ettiler. O geceyi, tekinsiz olanın tekinsiz kalmayacağına dair bir meydan okumaya dönüştürdüler. Korkularını yatıştırmak için ceplerinden telefonlarını aramadılar, 'erkek gibi' yürümeye çalışmadılar, kendilerine çevrilen bakışlardan kaçmadılar, ıssız köşelerden sakınmadılar, görünmez olmaya çabalamadılar, giydiklerine aldırmadılar, seslerini kısmadılar, 'temkinli ve ölçülü' olmadılar. Her birimizin 'tekil' olarak yaşadığı kıstırılmışlığa, 'çoğul' bir özgürlük alanı yaratarak cevap verdiler. Üstelik, bunu 'eğlenerek' yaptılar.

Belli ki, 2010, kadın mücadelesinin sesini yükselttiği bir yıl olacak. Bu yıl, 6 Mart'ta Kadıköy'de yapılan 8 Mart mitingi ve 8 Mart Pazartesi akşamı, Taksim Meydanı'ndan Galatasaray'a kadar yapılan geleneksel feminist gece yürüyüşü, hiç olmadığı kadar coşkuluydu. Çünkü geçtiğimiz yıl içinde, Tekel direnişindeki kadınlardan, Barış İçin Kadın Girişimi'nin etkinlik ve eylemlerine, "Kadın cinayetleri politiktir!" sloganıyla bütün davaları baştan sona takip eden feministlere kadar, kadın mücadelesinin onlarca alanda farklı biçimlerde biriktirdikleri, alanlara ve sokaklara taştı.

Evet; erkekler yılda en az 200 kadın öldürüyor.

Evet; erkekler, tacize, tecavüze, cinsel sömürünün her çeşidine devam ediyor. Evet; birileri hâlâ 'namus' diyor. Evet; birileri hâlâ işyerlerinde bizi 'ucuz emek' olarak görüyor. Evet; ev içi emeğimiz görünmez kılınıyor. Evet; güzel, çirkin, zayıf, şişman, açık, kapalı kategorileriyle bedenlerimiz ve cinselliklerimiz nesneleştiriliyor. Evet; evlenilecek veya eğlenilecek kadınlar oluyoruz, ruhumuz tahakküm altına alınıyor. Evet; "Çocuk da yaparım, kariyer de" propagandasıyla, 'süper kadın'lar olmaya itiliyoruz. Evet; daimi bir erkek bakışının nesnesi, hemcinslerimizin rakibi, 'yuva'mızın görünmez hamalı, çocuklarımızın fedakâr annesi, ailelerimizin uslu kızları olmaya zorlanıyoruz.

Ama kadınlığımız, mağduriyetlerimizden ibaret değil. Bunu en çok, bir araya geldiğimizde, sözümüzü birlikte haykırdığımızda, birlikte kol kola yürüdüğümüzde görüyoruz. Bu yıl bir de, sokakta birlikte dans ederken gördük. Yıllardır dilimizden düşürmediğimiz özgürlük talebi, bir söylem olmakla kalmayıp, bedenlerimize, yüzlerimize, birbirimize bakışlarımıza yansıdığında, yani yaşanan, hissedilen bir şey olduğunda, hiç olmadığı kadar umutla haykırdık sloganımızı: "Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa!"

O gece gördük ki; yalnızken, sokakta ancak kaşlarımızı çatıp omuzlarımızı düşürererek, bedenlerimizi bir kalkana dönüştürüp çabuk adımlarla yürüyerek var olabilmemizin müsebbibi olan 'erkeklik', biz birlikteyken, birlikte eğlenirken, alanımıza girmeye cüret bile edemiyor. Bu yıl, Tünel Meydanı'nda "Sokaklar bizimdir, hesap sorulmaz; 12'den sonra büyü bozulmaz!" dedik. Önümüzdeki yıl, 12'den sonra büyüyü bozan, prensin öpücüğüyle prensesi uyandıran, sınırlarını aşan kırmızı başlıklı kızı kurtlara yediren bütün erkeklik masallarına "Karnımız tok!" diyeceğiz.

Anna Maria Aslanoğlu & Hazal Halavut
Fotoğraf: Bawer Çakır

http://www.bianet.org/bianet/siyaset/120646-sindrella-sokaga-cikti-gece-12-den-sonra-buyu-bozulmadi

3 Mart 2010 Çarşamba

(500) Days of Summer (üzerine çok kısa ve asabi bir deneme)


(Sabah 10’daki derse bir gece önce oturup, sabahlayıp “response” yetiştirmeye çalıştığım günlerin sıkıntısını taşıyan bir yazı oldu bu. Hem ki o günler konuşup fikir danışabileceğim insanlar da olurdu etrafımda, bu sefer onlar da olmayınca daha bir kapandım içime. Filmin akışı ve sonlanışını beklemediğimden midir, yoksa yediremediğimden midir nedir, pek de sinirlenmiş olmalıyım gecenin bu saati. Spoilerı minimum tutarak çıktı bir şeyler ortaya. Her şeye rağmen izlemenizi tavsiye ederim, sonuçta vermek istediği mesajı, beğenin ya da beğenmeyin, pek güzel iletiyor izleyicisine)

İyi aile çocuğu, annesinin pek sevdiği uzun fakat dağınık saçları, dirseklere kadar sıvanmış streç gömlekleri, vazgeçemediği (pek de bir yakışıyordu) devetüyü süveterleri, rengârenk kravatları, haki khakileri ve pek beğendiğim yan çantasıyla oğlumuz, bakımlı elleri, yırtıcı mavi gözleri, kömür karası saçları ve öğretmenleri andıran kıyafetleriyle kızımıza aşık olur. Tabi biz onların aşkını tanımadan, önce Regina Spektor sonra ise Morrisey’in büyülü sesi eşliğinde art arda dizilmiş sahneleriyle filme çoktan aşık olmuşuzdur.

Fakat film ilerleyip müzikler değil de hikâye baskın çıkmaya başladıkça, yani bizi hayallerimizle baş başa bırakan sesler bütünlüğü, yerini kağıt ve mürekkebin siyah ve beyaz, melankolik ve gerçek dünyasına bıraktıkça, idealizm estetizmin esiri oldukça o ilk görüşte aşk, ya da aşk sandığımız yanılsama, yepyeni sürprizler çıkartabiliyor karşımıza… Sonbaharda çiçek açan ağaçlar mesela…

Film hakkında yazacak çok ama çok şey vardı… hatta filmin ilk yarım saat, bilemediniz kırk beş dakikasında aldığım notların haddi hesabı yok… karaoke mi dersiniz, banyodaki Çinli aile mi, Sabina’nın (Kundera göndermesi) siyah şapkası mı, PAC-MAN masası başında geçen sohbetler mi, balık dolu denizler mi… Düşündürücü olduğu kadar öğretici temalarla bezenmiş bir ilk yarı… örneğin elimize, kolumuza kütüphanede araştırdığımız kitapların referans numaralarından başka şeyler de yazılabileceğini gördük, öğrendik.

Fakat, hayır hayır… Belki yanlış yerde, yanlış zamanda geldiği için karşıma bu kadar olumsuzluğa bürünüyor yazdıklarım. (yanlış yer ve zaman yaratmak gibi güzel bir meziyetim de olabilir) Belki değil. Belki film öncesi Jeff Buckley’nin dozu biraz fazla kaçtı, ya da Fante’nin etkisinde fazla kaldım. Hepsi bir yana, neden Oscar Wilde? Pek severim Wilde’ı, kimse kusura bakmasın, fakat film üzerine getirdiğim tüm çıkarsamaları ve planlarımı alt üst etti… Evet, kullanım açısından kusursuz; senaryoyu tamamlıyor; fakat… Bu fakatların sonu yok işte bu filmde; oysa ki film sona erip üzerine biraz düşününce, daha başından bazı sonuçların tahmin edilebileceği ortada. Belki de o pek dikkatli dinlemediğim(iz) kızıl saçlı kadının aldığı küçücük role sığdırdığı sözler, bu film için kilit rolü taşıyor.

Kendimi ikinci bir Eternal Sunshine’a (ve elbet beraberinde getirdiği yaratıcı yıkıma) hazırlamışken… ne oldu da mevsim döndü. Bazı hikayeler, bazı insanlar tarafından kazanılır ancak bazı tesadüfler var ki, galiba tüm kazanılan ve kazanılmayı bekleyen hikayeleri ortadan bölüveriyor.

Ahh Zooey Deschanel. Batsın hedonizmin!

Not: Bir Carrie Bradshaw sorusuyla bitirmeli bu yazıyı ki yorumlara gebe kalsın: Hedonizm şehrin kadınları için kolay bir kaçış yolu mu, yoksa kaçışı kolaylaştırmak yolunda kullanılan bir yalan mı?

1 Mart 2010 Pazartesi

Kan çıkacak! There Will Be Blood, bir kapitalizm destanı...



Alper YAĞCI

There Will Be Blood, karakterlerinin derinliğini toplumculuğuna kurban etmez. Bir sınıf filmi hiç değildir: Kapitalist sınıf çelişkisi yerine kapitalist insanın iç çelişkisini konu edinir. Filmin draması, maddi çıkarları çatışan insan kümeleri arasında değil; güdüleri, hırsları, değerleri birbiriyle çatışan bireyin içinde cereyan eder, karşısına çıkan rakip değerler karşısında aldığı tavırda kendini gösterir...


There Will Be Blood klasik doğan bir film. Bir eleştiri denemesi için buyrun buradan yakın... 

Tarih nedir?


Tarih nedir sorusunun bolca cevabı var sanıyorum. Hani aşk nedir sorusuna da bir dolu cevap verilebilir denir ya, biraz o misal. Ben bu noktada sözlüklerden yararlanayım en iyisi, sağlam temellere oturtmak adına bu meseleyi. TDK sözlüğü tarih'i şu biçimde tanımlamakta:
Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bilim.


Bu tanım buram buram rahmetli Leopold von Ranke (resimdeki) kokan bir tanım. Bizim okulun tarihçilerinin elinden geçenler bilir ki tarih dediğimiz bundan daha kapsamlı, daha başka bir şeydir. Veya en azından tarih’i TDK minvalinde tanımlamayanlar da var. Bu gibilere uluslar arası örnekler vermek gerekirse birkaç akademisyen sayabiliriz. Rahmetli Michel de Certeau, ömrünün uzun olmasını dileyeceğimiz Simon Schama, The Cheese and the Worms’un yazarı Carlo Ginzburg, Le Retour de Martin Guerre’in yazarı Natalie Zemon Davis. Bu isimler tarih denen şeyin bir tür bilim mi yoksa bir tür bilgi kulvarı mı olduğu yönünde kafa patlatıp, neticede bilim değil de daha ziyade edebiyatla bilim arasında kendine mahsus bir yerde olduğunu savunurlar, en kaba biçimde özetlemek gerekirse.