21 Mart 2012 Çarşamba

Türkiye’de sol siyaset imkanı ve imkansızlığı




Türk siyasetinin geçmişine dair bildiklerimiz ve geleceğine dair öngörebildiklerimiz ışığında, sol siyaset nereye gitmekte? Solun parti düzeyinde kurumsallaşması, kitlelerce benimsenmesi, anlamlı politikalar üretip siyasete yürütme makamından katılması mümkün görünüyor mu? Ben burada görece olumsuz bir yanıt veriyorum, ve bunun yakın dönemdeki başlıca nedeni olarak da Kürt sorununa odaklanıyorum.
  1. Türk(iye) solu Kürtlerden uzak durduğu ölçüde yoksullardan uzak duruyor. Çünkü yoksulluk, başka hiçbir toplumsal kümenin (coğrafi, mezhepsel, mesleki) olmadığı kadar Kürtlerin yakasına yapışmış bir lanet... Açıktır ki yoksullara hitap edemeyen bir sol siyasetin toplumsal tabanı oldukça güdük kalacaktır.
  2. Buna paralel biçimde, Kürtler Türk solundan uzaklaşıp siyasi umutlarını etnik-milliyetçi bir silahlı harekete bağladıkları ölçüde Kürtlükleri yoksulluklarının önüne geçiyor, gerek kendilerinin gerek dışarıdan bakanların algılarında onların kimliğini belirleyen başlıca unsur oluyor. Bu algı, etnik ayrımları önemsiz kılabilecek sınıf içi veya sınıflar arası koalisyon imkanlarından Kürtleri dışlıyor.
  3. Aynı zamanda, Kürtler Türk(iye) solundan uzaklaşıp siyasi umutlarını etnik-milliyetçi bir silahlı harekete bağladıkları ölçüde; Kürt meselesini bir asayiş sorununa tercüme etmek  milliyetçi-muhafazakar seçkinler için daha kolay ve kamuoyu karşısında savunulabilir bir politika haline geliyor. Bu asayiş sorunu ile baş etmek için iç güvenlik odaklı bir asayiş aygıtını her daim tetikte ve operasyonel tutmak icab ediyor.
  4. Sonuç olarak, asayiş aygıtının serbest ve etkin biçimde hareket edebilmesi için oluşturulan siyasal-yasal ortamda her türlü toplumsal muhalefet hareketini Kürt meselesinin yarattığı asayiş sorunu ile ilişkilendirerek gayrımeşru ilan etmek ve zor kullanarak susturmak milliyetçi-muhafazakar seçkinler için mümkün oluyor. Genel kamuoyu, yapılan işten rahatsızlık duymak bir yana, alkışlıyor. Böyle bir ortamda anaakım sol, asayiş aygıtının bu saldırılarını üzerine alınıp tepki gösteremiyor. Bu tepkisizlik, solu Kürtlere uzak kılıyor, genel toplumsal muhalefet imkanlarına yapılan baskı neticesinde de sol siyasetin örgütlenme yeteneği ayrıca bir darbe yemiş oluyor.
  5. Tüm bu dinamikler birbirlerini pekiştirerek, uluslararası gelişmelerden kaynaklanabilecek veya yukarıda sayılan toplumsal/siyasi aktörlerden birinin ani bir strateji değişikliğine gitmesi ile tetiklenebilecek büyük ölçekli bir değişiklik olmadan çözülemeyen bir nedensellik yumağı oluşturuyor. Her bir dinamik bir diğerinin devam nedeni oluyor.

Türk(iye) solunun içinde değilim. Yayınlarını okumam, tartışmalarını takip etmem. Kaldı ki iki buçuk yıldır yurtdışında yaşıyorum. O bakımdan, bu yazıyı dışarıdan ve uzaktan yapılan bir gözlem olarak değerlendirebilirsiniz. Zaten buradaki niyetim konuyu çok genel hatlarıyla ele alıp günlük siyasetin ötesine geçen bir tarihsel bağlama oturtmak. Türk siyasetinin geçmişine dair bildiklerimiz ve geleceğine dair öngörebildiklerimiz ışığında, sol siyaset nereye gitmekte? Solun parti düzeyinde kurumsallaşması, kitlelerce benimsenmesi, anlamlı politikalar üretip siyasete yürütme makamından katılması mümkün görünüyor mu? Ben burada görece olumsuz bir yanıt veriyorum, ve bunun yakın dönemdeki başlıca nedeni olarak da Kürt sorununa odaklanıyorum.

Yazı iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım Türkiye’deki akıbetini yokladığım sol siyasetin ne olduğunu ne olmadığını, dünyada nereden gelip nereye gittiğini ele alıyor. Tarihsel olarak solcu projelerin Türkiye’de kök salmasına zorluk çıkarmış coğrafi-ekonomik, jeopolitik ve kültürel faktörleri tartışıyor. İkinci kısım ise Kürt meselesinin yakın dönemde Türk solunun kitlesel bir başarıya ulaşmasının önündeki en büyük engel haline geldiğini ileri sürüyor. Uzunca bir yazı olduğu için, okurlar doğrudan ikinci kısma atlayarak okumayı da tercih edebilirler.

1. Kısım: Dünyada ve Türkiye’de Sol Siyaset

Gecikmeden belirteyim: Bu bir ‘ne olacak CHP’nin hali’ tartışması değil. CHP’yi Türk solunu temsil eden başlıca aktör olarak ele alıp CHP nasıl kitlesel başarıya ulaşır sorusunu yanıtlamaya çalışmıyorum. Öncelikle, mevcut CHP’nin (1966-1980 CHP’sinin aksine) bir sol parti olup olmadığı bana çok aşikar görünmüyor. Baykal döneminde bu sıfattan uzaklaşarak küçük (ve ekonomik anlamda üst-orta sınıf) bir toplumsal zümrenin statü endişelerini gidermeye odaklanan partinin Kılıçdaroğlu döneminde sola yaklaşması parti teşkilatında iç çekişmelere yol açtı. Kılıçdaroğlu’nun kurultaydan zaferle çıkması şimdilik CHP’nin içinde solu güçlendirdi diyebiliriz. Bu gelişmeler bir yana, ben burada sol siyaseti soyut bir ilke olarak alıyorum ve bunu aşağıda temel bileşenleriyle tanımıyorum. CHP’nin veya başka bir partinin bu ilkeyi benimseyerek seçmenin karşısına çıkması ve bu kimlikle başarı kazanması mümkün görünüyor mu, onu anlamaya çalışıyorum.
  • Kurumsallaşmış toplumsal eşitsizlikleri (ki bu eşitsizlikler meşruiyetlerini ister gelenek, ister serbest girişim, ister cinsel ve kalıtsal farklılıklar vb diğer nedenlere atıfla sağlamış olsunlar) gidermek adına çaba sarfetmek.
  • Ekonomik büyümeyi hakkaniyetli bölüşüm ve sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde tasarlamak.
  • Soy milliyetçi, ırkçı, ve köktendinci ideolojilere karşı evrensel insan hakları normlarını, demokratik kurumları ve laikliği savunmak.
Bu, temel itibariyle 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa sosyal demokrasisini model alan bir tanım. Türkiye gibi geri kalmış/kalkınmakta olan/’Güneyli’ bir ‘çevre’ ülkesi için dördüncü bir unsuru da eklememiz de gerekebilir.
  • Az sayıdaki ‘merkez’ ülkesinde üstlenmiş olan ulusötesi sermayenin çıkarlarına karşı yoksul halkların haklarını ve çıkarlarını gözetmek -ki tüm insanlığı tek toplum olarak ele aldığımız vakit yukarıdaki ilk iki ilkenin doğuracağı bir sonuç olacaktır bu. 
İçinde bulunduğumuz tarihsel dönemde solu tanımlama adına yapılan her girişim bir ölçüde keyfi ve eksik kalacak elbette. Solun ne olduğu, nereden gelip nereye gittiği, yalnızca Türk siyasetine özgü bir tartışma değil. Malum; sol tüm dünyada bir kimlik ve varoluş krizi içinde. Piyasa mekanizmasıyla barış yapmış bir solun liberal veya muhafazakar partiler karşısında anlamlı ekonomik alternatifler üretebilmesi ne derece mümkün, ulusal çerçeveli sol siyasetin küreselleşme döneminde bir kıymeti var mı, başta İngiltere olmak üzere çeşitli coğrafyalarda boy veren ‘üçüncü yol’ hareketleri sol siyasetin yeni biçimi midir, yoksa bitimi midir, vb soruların yanıtları en azından 1990’lardan beri aktif biçimde tartışılıyor. Sol partilerin 2000’li yıllar boyunca Latin Amerika’da önemli zaferler elde ederek yönetime ortak olması solcular için her yerde yeni bir umut kaynağı oldu. Fakat bu yeni Latin Amerika vakalarının da ekonomik büyümenin meyvelerini yoksullarla paylaşmaya hazır bir liberal merkez siyaseti (Brezilya’da Lula ve Şili’de Bachelet), klasik popülizm (Arjantin’de Kirschner) ya da otoriter eğilimler (Venezuela’da Chavez) ile arasına yeterince mesafe koyamaması, özellikle radikal veya sosyalist bir sola meraklı olanlar için bir ölçüde hayalkırıklığı yarattı. Daha da önemlisi, Chavez ve (Bolivya’da) Morales gibi görece radikal sol liderlerin tavırlarını uluslararası sermaye ve ABD’nin husumetine karşı ancak petrol ve doğalgaz istihsaline dayalı bir rant ekonomisi sayesinde koruyabildiklerini gözlemlemek mümkün. Bu son noktayla ilgili olarak şunu da belirtmekte fayda var: Sınayi kalkınmanın yarattığı ekolojik tahribat yüzünden insan ırkı olarak karşı karşıya olduğumuz büyük sorunlara dair sol siyaset içinde geliştirilmiş bir çözüm önerisi henüz ortada yok (çok soyut düzeyde yapılan kapitalizmin ekolojik eleştirilerini saymıyorum), ve bu gibi gezegensel boyuttaki sorunların çözümü muhtemelen bildiğimiz anlamda sağ ve solun ötesinde geçen yeni bir ‘sanayi-sonrası’ siyasetle mümkün olacak. Fakat bu denemenin konusu o değil. Konumuz, bir Latin Amerika solu kadar olabilir mi Türk solu, bunu anlamak. Bir Lula da bizden çıkar mı?

Türkiye’de bir sol vardı. Evet, ama sol siyasetin eli kolu Türkiye’de hep kısa kaldı. Kabaca 1960-1980 arasında vuku bulan parlama, mesela Avrupa’daki sosyal demokrat ve sosyalist/komünist hareketlerin etkinliğiyle kıyaslandığında cılız kalıyor. Ben dört temel neden görüyorum. Bunları en genel, yapısal olandan en özel, olumsal olana doğru sıralayacağım (kabaca bu nedenlerin ortaya çıkışlarının kronolojik bir sıralamasına da tekabül ediyor):

a) Coğrafi-ekonomik yapısal nedenler:

Modern ekonomik gelişme, üç temel üretim faktörüne dayanır: Emek, toprak ve sermaye. Bu faktörlerin hangilerinin görece kıt olduğu, ve kıt kaynakların toplumsal gruplar arasındaki dağılımı bir toplumdaki siyasi ihtimalleri şekillendirmede rol oynar. Avrupa’da kapitalist gelişmenin hız kazandığı ve sosyalizm dahil modern siyasi ideolojilerin şekillenmeye başladığı 19. yüzyıl başından beri Türkiye coğrafyasına baktığımızda, sermayenin (para, hayvan, araç gereç, yol, sulama kanalları vs.) kıt olmasının yanı sıra, nüfus yoğunluğunun düşük (ve yirminci yüzyıl ortalarına kadar kayda değer ölçüde artmayan), bu yüzden emeğin kıt, ekilebilir toprağın görece bol olduğu bir coğrafya ile karşılaşıyoruz. Yoksulluk çeken nüfusun, bulunduğu yerdeki varlıklı sınıflara karşı bir bölüşüm kavgası vermek yerine toprağın veya sermayenin daha bol olduğu (yani emeğin görece kıt olduğu ve bu yüzden daha yüksek bir ücret talep edebildiği) alanlara hareket ettiğini görüyoruz. Alt sınıfların ekseriyetine baktığımızda, proleterleşmiş, mülksüz bir sınıf değil, ektikleri toprağın (yasal olarak) kullanım haklarına veya (pratikte) mülkiyetine sahip küçük köylüler buluyoruz. Üstelik geniş topraklar üzerinde hakimiyet kurmaya ve köylüleri bir biçimde kendine bağlamaya çalışan derebeylerin merkezi iktidar tarafından siyasi tehdit kabul edilip tasfiye edildiğine şahit oluyoruz. Çok genel hatlarıyla çizdiğim bu resmin, bazı dönemler ve özel coğrafyalar (örneğin feodalizmin güçlü olduğu Güneydoğu Anadolu, kapitalist çiftçiliğin erken geliştiği bazı kıyı ovaları) haricinde geçerliliğini koruduğunu söylemek her halde yanlış olmaz.[1]

Mülkün bu şekilde geniş bir tabanda paylaşıldığı, fakat sermaye kıtlığından ötürü mülkün yeterince değer yaratmadığı, ‘para etmediği’ böyle bir ortamda, temel kavganın mülk sahipleriyle mülksüzler arasında olmadığını ileri süren ve bölüşüme odaklanmak yerine sermaye birikimini hızlandıracak kurumsal çözümleri önceliklendiren siyasi projeler (yani solcu olmayan projeler) daha kolay toplumsal destek bulacaktır. Güçlü bir siyasi otoritenin, düzen ve istikrar sağlayarak, ekonomik gelişme önündeki engelleri gidermesi ve toplumun toplam sermaye stokunu artırmasının (dış tehditleri savuşturarak, yol açarak, bataklıkları kurutarak, sulama kanalları inşa ederek, sanayileşmeyi tesis ve teşvik ederek) yolu gözlenecektir. Eşitsizliğin yüksek olduğu ve emeğiyle geçinen sınıfın sermayeye ve toprağa erişimi önünde kurumsal bariyerler olan coğrafyalar (mesela sınıf farklarının uzun süre ırk ayrımları üzerinden kurumsallaştığı Latin Amerika ülkeleri) veya eşitsizliğin istatistiki anlamda belki o kadar yüksek olmadığı fakat nüfus yoğunluğunun üretim faktörleri üzerinde baskıya ve yoksulluğa yol açtığı coğrafyalara (Güney Asya ve Çin) kıyasla, sınıf mücadelesi fikrine dayanan sol bir siyasetin kabul görmesinin Türkiye’de yapısal olarak daha zor olduğunu bundan ötürü ileri sürebiliriz.

b) Din, kültür, ve siyasetin dili:

Bu konu hakkında çok yazılıp çizildiği için ben burada kısaca değinmekle yetineceğim. Özet olarak ifade edecek olursak, Türkiye’de sol, avama erişmekte zorlandı, çünkü dini hassasiyeti kuvvetli avam kitleler için sol; yabancı, Batılı, ve elit bir oluşumu temsil ediyordu. Bu kaçınılmaz bir durum değildi belki, ancak kültürel devrim meraklısı Jöntürk’lerin (İttihat-Terakki ve Kemalistler dahil olmak üzere) devrimciliğinden ötürü sahiplendikleri sol siyasetin Türkiye’deki doğal taşıyıcısı konumuna geçmeleri, onlara karşı kültürel bir mesafede duran alt sınıfların sol ile de aralarına aynı mesafeyi koymalarına yol açtı. Şerif Mardin’in tarif ettiği kültürel ‘merkez-çevre’ kavgası, ekonomik bölüşüm meseleleri etrafında şekillenecek bir kavganın yerine geçerek, Türkiye’ye özgü bir dil geliştiremeyen sol hareketlerin ülkenin temel siyasi münakaşalarına münasebetsiz kalmasına yol açtı. Yoksul kitlelere emperyalizm karşıtlığı öğretmeye çalışan solcular; yerel bir dil geliştiremeyen, Müslüman bir tını yakalayamayan herhangi bir Batı kaynaklı ideolojinin bu kitlelerin gözünde bizatihi kültürel emperyalizm anlamına geldiğini fark edemedi. Bir Müslüman Gramsci çıkmadı ki öğretsin bunları. Ziya Gökalp biraz sosyalizme meraklı olsa belki her şey çok farklı  olabilirdi (!).

c) Soğuk Savaş ve jeopolitik:

Bu konu da, burada uzun uzadıya ele almaya gerek bırakmayacak kadar basit. NATO’nun ileri karakolu olan bir ülkede kapitalizmle arası limoni bir sol hareketin yeşermesine ABD izin veremezdi, vermemek için de elinden geleni yaptı. Dış tehditlere karşı askeri güvence sağladı, sağ hükümetlere ekonomik ve siyasi destek göstererek başarılarını pekiştirdi, sol parti ve hareketleri zayıflatmak ya da militanlaştırarak siyasetin merkezinden uzaklaştırmak üzere yapılan psikolojik savaş ve kontragerilla operasyonlarının gerçekleştirilmesine türlü biçimlerde  kolaylık sağladı. 1980 darbesinin hazırlanmasına katkıda bulundu, sonrasında askeri rejime yardım etti.

ABD bunu yalnızca Türkiye’de yapmadı elbette. Benzer politikalar ve örtük operasyonlar, Soğuk Savaş boyunca kimi coğrafyalarda (Latin Amerika, İtalya, Yunanistan) var olan sosyalist parti ve hareketlerin gücünü törpülemeyi, kimi coğrafyalarda (örneğin Güney Kore ve Tayvan) ise bu hareketlerin ortaya çıkmasını önlemeyi başardı.

d) Kürt meselesi:

Kanımca bu mesele, Türk solunun 1980 sonrası akıbetini ve yakın-orta vadedeki olası istikametini belirleyen en önemli unsur. Bunun ayrıntılı incelemesi yazının ikinci kısmını oluşturuyor.

2. Kısım: Kürt Sorunu ve Türkiye Solu

İleri sürdüğüm görüşü basitçe özetleyeyim. Sol, hakkaniyetli ekonomik bölüşüm ve sosyal adalet aradığı ölçüde toplumun görece yoksul kesimine hitap etmeye çalışan siyasi projelere verilen bir sıfat, oysa ki:
  1. Türk(iye) solu Kürtlerden uzak durduğu ölçüde yoksullardan uzak duruyor. Çünkü yoksulluk, başka hiçbir toplumsal kümenin (coğrafi, mezhepsel, mesleki) olmadığı kadar Kürtlerin yakasına yapışmış bir lanet... Açıktır ki yoksullara hitap edemeyen bir sol siyasetin toplumsal tabanı oldukça güdük kalacaktır.
  2. Buna paralel biçimde, Kürtler Türk solundan uzaklaşıp siyasi umutlarını etnik-milliyetçi bir silahlı harekete bağladıkları ölçüde Kürtlükleri yoksulluklarının önüne geçiyor, gerek kendilerinin gerek dışarıdan bakanların algılarında onların kimliğini belirleyen başlıca unsur oluyor. Bu algı, etnik ayrımları önemsiz kılabilecek sınıf içi veya sınıflar arası koalisyon imkanlarından Kürtleri dışlıyor.
  3. Aynı zamanda, Kürtler Türk(iye) solundan uzaklaşıp siyasi umutlarını etnik-milliyetçi bir silahlı harekete bağladıkları ölçüde; Kürt meselesini bir asayiş sorununa tercüme etmek  milliyetçi-muhafazakar seçkinler için daha kolay ve kamuoyu karşısında savunulabilir bir politika haline geliyor. Bu asayiş sorunu ile baş etmek için iç güvenlik odaklı bir asayiş aygıtını her daim tetikte ve operasyonel tutmak icab ediyor.
  4. Sonuç olarak, asayiş aygıtının serbest ve etkin biçimde hareket edebilmesi için oluşturulan siyasal-yasal ortamda her türlü toplumsal muhalefet hareketini Kürt meselesinin yarattığı asayiş sorunu ile ilişkilendirerek gayrımeşru ilan etmek ve zor kullanarak susturmak milliyetçi-muhafazakar seçkinler için mümkün oluyor. Genel kamuoyu, yapılan işten rahatsızlık duymak bir yana, alkışlıyor. Böyle bir ortamda anaakım sol, asayiş aygıtının bu saldırılarını üzerine alınıp tepki gösteremiyor. Bu tepkisizlik, solu Kürtlere uzak kılıyor, genel toplumsal muhalefet imkanlarına yapılan baskı neticesinde de sol siyasetin örgütlenme yeteneği ayrıca bir darbe yemiş oluyor.
  5. Tüm bu dinamikler birbirlerini pekiştirerek, uluslararası gelişmelerden kaynaklanabilecek veya yukarıda sayılan toplumsal/siyasi aktörlerden birinin ani bir strateji değişikliğine gitmesi ile tetiklenebilecek büyük ölçekli bir değişiklik olmadan çözülemeyen bir nedensellik yumağı oluşturuyor. Her bir dinamik bir diğerinin devam nedeni oluyor.
Son noktayı vurgulayarak tekrarlamama müsaade edin: burada saydığım dinamiklerden hangisinin diğerinden önce geldiği, ‘ilk günahın’ kime ait olduğu beni ilgilendirmiyor. Bu soruyla iştigal ederek meseleye yapıcı bir yorum getirilebileceğini zannetmiyorum. Önemli olan husus, gelinen noktada tüm bu dinamiklerin birbirlerinden beslenerek bir ortak sendrom oluşturmuş olmaları.

Gelinen noktada, her tür toplumsal muhalefet hareketi, Kürt hareketi ile ilişkilendirerek onun temsil ettiği asayiş sorununun bir parçası haline getirilebiliyor. Kantindeki yüksek fiyatları protesto eden lise öğrencilerinden, doğal kaynakların özelleştirilebilmesi için reva görülen çevre tahribatını protesto eden yerel hareketlere; kentsel dönüşüm adına yerlerinden edilen kent yoksullarından, birtakım bürokratların yolsuz işlerini protesto eden yerel gazetecilere; Türkiye’nin ABD ve İsrail ile ilişkilerini protesto eden ulusalcılardan, hükümetin ekonomi politikalarını veya çalıştıkları işletmelerin koşullarını protesto eden işçilere, köylülere, memurlara kadar herkes; hiperaktif asayiş aygıtının hedef tahtasında. Her an terörist yaftası yiyerek meşruiyetlerini yitirebilir ve kolluk kuvveti marifetiyle susturulabilirler. Maruz kaldıkları fiziksel ve hukuki şiddetin hesabını sormaya niyetlenenler, haklarındaki terörist algısının daha da pekişmesi ve kendilerine reva görülecek yasal ve yasadışı yaptırımların ağırlaşması riski ile karşı karşıya. Sonuç olarak, gücünü mevcut düzenden tatmin olmadıkları için muhalefet olanakları arayan kesimlerden alması gereken sol siyaset, bu muhalefet olanaklarının zorla ortadan kaldırıldığı bir ortamda örgütlenme yeteneğinden mahrum bırakılıyor. ‘Örgüt’ sözcüğünün ne kadar netameli, neredeyse gayrımeşru bir tını kazandığına dikkat ediniz! Bireylerin ‘organize’ olmalarına müsaade var. ‘Teşkilatlanmaları’ tercih sebebi. Tabi bu aralar en makbulu ‘cemaatleşmek’... Fakat ‘örgütlenmek,’ ülkesini ve halkını seven (sağ ağızla söyleyecek olursak, ‘vatana millete faydalı’), ve bu uğurda siyasete yapıcı biçimde dahil olmak isteyen makbul bir vatandaşın asla eylememesi gereken, çirkef bir eylem! ‘Örgüt’ sözcüğünü fişleyen bu yeni siyasi dil; aynı minvalde protesto, pankart, yürüyüş, basın açıklaması gibi başka sözcükleri de aldı solun elinden ve onları meşru siyaset alanının ötesinde uzanan bir savaş meydanına gömdü – şimdi bir mayın kadar tehlikeli olduklarını ilan ederek güvenliğimiz için onlardan uzak durmaya çağırıyor bizi. Koca bir dağarcığın, bir siyaset yapma biçiminin unutturulması söz konusu. İronik olan, bu gelişmelerin ‘ileri demokrasi’ vaatleriyle çakışan zamanlaması. Düşüncelerimizi koşullayan, arzularımıza biz henüz davranmaya niyetlenmeden ket vuran bir tür  newspeak ile karşı karşıyayız, Orwell’in deyimiyle. Durumun en açık ve basit özetini aslında zamanın gözde ve cevval polisi Cerrah yapmıştı, bir protesto gösterisine niyetlenen üniversiteli gençlerin ahali tarafından linç edilmesinden dolayı duyduğu gurur ve minneti ifade ederken: Bu tipteki kişilere büyük tepki var”.[2]

Cerrah, kısacık demecini açıklama gereği hissetmiyor, çünkü sözü edilen ‘tip’ten kimin kast edildiğini herkes biliyor: gidişattan memnun olmadığı için otorite karşısında sesini protesto amaçlı yükseltmeye cesaret eden, ve bunu başında birtakım devletçe onaylı makbul ‘ağabeyler’ olmadan yapmaya teşebbüs eden birey. Protestonun konusu çoktan unutuldu, önemli değil. Ne Cerrah için, ne ahali için. Önemli olan bir var oluş, bir eyleme biçiminin zapt u rapt altına alınması. Önemli olan bu tipteki kişilerin ne söylemek isterlerse istesinler susturulması. Bu tipte bir kişiyseniz, terörist olmanız bir ihtimal hesabı. Ve o ihtimal, sözün daha söylenmeden susturulmasını haklı çıkarıyor. Bu anlamda, PKK şiddeti, milliyetçi-muhazakar seçkinler için ülkeyi yönetmeyi kolaylaştıran bir işlev üstlenmiş durumda. Her türlü muhalif aktöre bulaştırılabilen bir çirkef, her derde deva bir idare enstrumanı. Devlet PKK’yı kullanıyor mu sorusunu, komplo teorilerine hiç girmeden bu şekilde yanıtlamak mümkün aslına bakarsanız.

Muhafazakar-milliyetçi siyasi seçkinlerin kuşaktan kuşağa devredilen bir devletlü refleksle benimseyip uyguladıkları ve parti siyaseti düzleminde sağ partilerin işine gelen bu durumu analiz ederken, öte yandaki iki toplumsal kümeye de eleştirel bir bakışla ve kalın bir çuvaldızla yaklaşmamız gerekiyor. Bunlardan ilki kendini solcu belleyen seçmen. Haydi, bu kümenin adını mevcut konjonktürde CHP seçmeni olarak koyalım. Ekonomik anlamda bir üst-orta sınıf oluşturmakla birlikte bunun farkına varmamayı maharet addeden, öte yandan sosyo-kültürel sahadaki üstün statülerini korumaya sıra gelince şımarık bir çocuk kadar hırçınlaşabilen bu kümenin, tahyyüllerindeki erdemli ‘biz’den Kürtleri dışlamaya (tıpkı dini muhafazakarları dışladıkları gibi) dünden razı olduklarını kim inkar edebilir? PKK umacısı ile özdeşleştirilen Kürt, bu toplumsal kümenin mensupları için kendi kıymetlerini kendilerine hatırlatarak statü ayrıcalıklarını haklı çıkarmaya yarayan bir zıt kutub görevi görüyor. Konumuz açısından önem taşıyan husus şu: Aydın, ilerici, hatta belli anlamda eşitlikçi bir rolü kendisine yakıştıran, onun diline sahip çıkan bir toplumsal küme, toplumun en yoksullarından kendisini bu sayede gönül rahatlığıyla uzaklaştırıyor. Kürt’ün toplumsal konumunu yoksulluk değil de Türk devleti ile arasına koyduğu mesafe tanımlar olunca, yoksulluğu belli eden haller de etnik gruplar arası bir rekabetin sahnelerine tercüme edilip bu minvalde yargılanıyor. Yoksulluk hallerinin yerine böylece geçirdiğimiz tipler hepinize tanıdık gelecektir: ‘kaçak elektrik kullanan Kürt’, ‘vergisini vermeyen Kürt’, ‘kamu arazisini gecekondusuyla işgal eden Kürt’, hatta ‘başında durmazsan işini iyi yapmayan (mesela yerleri ovarak silmeyen!) Kürt’... Kısacası, yoksulluğa yönelik tavrımızın başlıca muhatabı devletin/Türklerin seferber ettiği onca ekonomik imkana karşı minnet duymak yerine başkaldıran ‘nankör Kürt’. Bu durumda, yoksulları yoksul oldukları için horgörmek aydın orta sınıf Türklere yakışmaz, ancak Kürt oldukları için yargılayıp suçlamak -PKK’nın kılıcı başımızda sallandığı sürece- mümkün. Bölgesel geri kalmışlığı ve yoksulluğu gidermeye yönelik projelere, “ya o kaynaklar PKK’ya aktarılırsa” korkusuyla burun kıvırmak, veya asayiş sorununun artık var olmayacağı bir muhayyel zamana ötelemek imkanı doğuyor. 

Bu anlamda Türkiye’nin sınıfsal yapısı ABD’ninkine benzer bir görünüm kazandı, diye düşünüyorum. ABD’de sosyalist veya sosyal demokratik hareketlerin neden bir türlü filizlenmediğini analiz eden sosyal bilimcilerin vurguladıkları bir husus var: Nispeten etnik yeknesaklık gösteren Avrupa ülkelerinin aksine, göçmenler ülkesi ABD çeşitli etnik gruplardan mürekkep; ve dar gelirlilerin büyük çoğunluğu ‘beyaz’ değil, siyah veya Hispanik. Bu yüzden, beyaz orta ve üst sınıflar, Amerikan toplumundaki keskin ekonomik eşitsizliklerin farkında bile değil, hem farkına varsalar dahi bunu umursamıyorlar; zira yoksulları yoksullukları için suçlamak, bu kişilerle aranızda bir ırk duvarı varsa çok daha kolay. Bu durumda alt sınıfların sosyo-ekonomik olanaklarını geliştirmeyi öneren sosyalist/sosyal demokrat projeler orta sınıf desteği alamıyor, hatta gayrımeşru addediliyor. Bu ırksal dinamiğin Türkiye’deki sınıf siyaseti için de bir ölçüde geçerli olduğunu, ve PKK sorunu içinden çıkılmaz hale geldikçe bu dinamiğin de giderek güçlenmekte olduğunu zannediyorum. (Düşünün: ABD’de ırk ayrımları en çok ten rengi ile ayırdediliyor. Benzer derecede bariz bir fenotipik gösterge olmadığı için Türk ve Kürt’ü ayırt eden başlıca işaretler siyasi! Örgütün adına PKK mı diyorsun PKK mi? Militanlarına ‘terörist’ mi diyorsun, ‘gerilla’ mı, vs.). Her şey bir yana, CHP’lilerin ekonomik meselelere pek meraklı olmamalarının önemli bir nedeni yoksulluk ile aralarında var olan bu mesafe olsa gerek.

Son olarak Kürtlerin tüm bu süreçler karşısında edilgen bir kurban olmaktan ziyade, sendromun içinden çıkılmaz bir hal almasında rol oynayan oyunculardan biri olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın: Kürt milliyetçi hareketini yargılayan her çözümlemenin, devletin baskıcı politikalarını; toplumun ayrımcı ve başkalarına yapılan adaletsizlikleri umursamaz tavırlarını anarak başlaması gerekiyor –ki bu yazıda ben de böyle yapmaya çalıştım. Yani, ortada Kürtleri aşırı ve çatışmacı tepkiler vermeye iten bir tarihsel belirlenim (determinizm) söz konusu. Vurgulamak istediğim nokta şu ki, bu belirlenimin yönünü değiştirecek, onu tersyüz edecek, ona yapıcı bir siyasi karşılık verecek türden bir yaratıcılık Kürt toplumunun içinden çıkamadı.[3] Maalesef, bugüne kadar Türkiye Kürtlerini temsil etmeye soyunan hareketler, karşısında mücadele ettiklerini iddia ettikleri güçler ile aynı zihin dünyasının ürünü olduklarını, vizyonları ve yöntemleriyle fazlasıyla gösterdiler. Gelinen noktada, Türkiye siyaseti içinde kendisine yapıcı bir rol arayarak ülkeyi herkes için daha özgür, güvenli ve müreffeh hale getirecek projelerin önünü açmak yerine resmi Türk milliyetçiliğinin (ulu önderiyle, şehitleriyle, Sümerlileri de Kürt ilan eden aydınlarıyla) bir kopyasını da Kürtler için inşa etmeye meraklı gruplar, etnik kimliklerini umursayan Kürtlerin kaderine el koymuş durumda. Müzakere ve uzlaşma imkanlarını maksimalist taleplerle ve içi boş sloganlarla yokuşa süren, Kürt siyaseti içindeki aykırı sesleri bile silah zoruyla susturan ve  her şeyden önce kendi bekası için savaşan PKK’nın ‘devrimci şiddetinin,’ neden egemen devletin ‘Hobbes’cu şiddetinden’ daha meşru ve makbul olduğunun açıklamasını bize borçlular, bu gruplara gözü kapalı destek verenler. Konumuz için önemli olan nokta şu: Kürtlerin yaptıkları bu siyasi tercihler, Türkiye siyasetinin onları içermeye yönelik (zaten çok cılız olan) çabalarının karşısında aktif bir inat halini almış durumda.

Kürt meselesinin almış olduğu hal zaten başlı başına bir felaket, ve ülkeyi tehlikeli sulara sürüklüyor. Ben bu yazıda, bu durumun sol partiler adına ne anlam taşıdığı ile ilgiliyim. Kendimi pek solcu addetmesem de, Türkiye’de sol siyasetin bunca kısırlaşması beni şu yüzden kaygılandırıyor: Sol siyaset yapabilme özgürlüğünün durumu, bir ülkedeki yurttaş özgürlüklerinin durumunun iyi bir göstergesidir. Solun örgütlenme olanaklarının elinden alınması için yapılanlar ile; basın, düşünce, ifade ve genel anlamda örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması için yapılanlar büyük oranda örtüşür. Şu an Türkiye’de olan biten bu, ve olan bitene karşı çıkmak Kürt sorununun vaziyeti yüzünden daha zor hale geliyor. Yazının anlatmaya çalıştığı budur. Sendromun temelinde yatan bir ‘en önemli neden’ tespit etmiş değilim. Çözümsüzlük yumağının farklı unsurları arasındaki bağlantıları gösterebildim yalnızca. 



[1] Bu makro-tarihsel anlatı, temel itibariyle Şevket Pamuk, Çağlar Keyder ve Huricihan İslamoğlu'nun yorumlarına dayanıyor. Ancak örneğin bir Oya Köymen bu anlatıya karşı çıkacaktır.
[2] Vatan Caddesi’nde düzenlenen 30 Ağustos 2006 kutlama töreninde Lübnan’a asker gönderilmesini protesto etmek için “İsrail askeri olmayacağız” yazılı pankart açan Öğrenci Kolektifleri üyesi dört üniversiteli, PKK militanı oldukları gerekçesiyle linç edilmek istenmiş ve polisin de şiddetine maruz kalmıştı. Olay yerine gelen dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah şu açıklamayı yaptı: “Bu tipteki kişilere büyük tepki var. Eylemciler biri bayan, üçü erkek ve üniversitede okuyorlar. Üniversite gençliğinden. Birtakım şeyler konuşmuşlar, vatandaşlarımız da müdahale ediyor. Polis de vatandaşın müdahalesinden korumak için bunları aldı. Vatandaş pankartı açtırmamış. Bunlar maalesef üniversite öğrencisi. Vatandaşımız da gerekli olan tepkiyi gösterdi. Güzel bir tepki vatandaşımızın tepkisi”.
[3] Diyebilirsiniz ki, böyle bir durumdan başka türlü bir siyaset çıkarabilmek bir tür mucize olurdu. Doğru. Fakat, Mahatma Ghandi, Vaclav Havel, Nelson Mandela, Che Guevara, Meksika zapatistleri bugün bu tarz ‘mucizeleri’ gerçekleştirmiş liderler/kadrolar olarak anılıyor. Açıktır ki, Kürt olmayanlarda da saygı ve sempati yaratacak, onların siyasi mücadeleleri için de ilham kaynağı olabilecek bir lider kadrosu Türkiye Kürtleri arasından çıkmadı.




1 yorum:

adsumcu dedi ki...

http://siyaset.milliyet.com.tr/erdogan-chp-nin-basina-gecse-/siyaset/siyasetdetay/25.03.2012/1519790/default.htm
ilginç bir yazı. özellikle de içindeki anket bilgisiyle