1 Mart 2010 Pazartesi

Tarih nedir?


Tarih nedir sorusunun bolca cevabı var sanıyorum. Hani aşk nedir sorusuna da bir dolu cevap verilebilir denir ya, biraz o misal. Ben bu noktada sözlüklerden yararlanayım en iyisi, sağlam temellere oturtmak adına bu meseleyi. TDK sözlüğü tarih'i şu biçimde tanımlamakta:
Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bilim.


Bu tanım buram buram rahmetli Leopold von Ranke (resimdeki) kokan bir tanım. Bizim okulun tarihçilerinin elinden geçenler bilir ki tarih dediğimiz bundan daha kapsamlı, daha başka bir şeydir. Veya en azından tarih’i TDK minvalinde tanımlamayanlar da var. Bu gibilere uluslar arası örnekler vermek gerekirse birkaç akademisyen sayabiliriz. Rahmetli Michel de Certeau, ömrünün uzun olmasını dileyeceğimiz Simon Schama, The Cheese and the Worms’un yazarı Carlo Ginzburg, Le Retour de Martin Guerre’in yazarı Natalie Zemon Davis. Bu isimler tarih denen şeyin bir tür bilim mi yoksa bir tür bilgi kulvarı mı olduğu yönünde kafa patlatıp, neticede bilim değil de daha ziyade edebiyatla bilim arasında kendine mahsus bir yerde olduğunu savunurlar, en kaba biçimde özetlemek gerekirse.



Tarih denen şey tam da bu özelliklerinden dolayı, kimi post-modern akademisyenlerin savunduğu -ve onlar sayesinde bizim de öğrendiğimiz ve/veya savunduğumuz- rule of expert, yani “uzman/mütehassıs tahakkümü” konusuna aslında mesafelidir. Bu kavramı ilk ekonomi alanından bir örnekle öğrenmiştik biz hatırladığım kadarıyla. Kısaca, yanılıyorsam düzeltin polscular, bir konunun uzmanlarının uzman olmayanlar üzerinde edindikleri bilgileri kullanarak yarattığı tahakküm. Örneğin, bir ekonomistin çıkıp hükümete ve halka “siz anlamazsınız biz ekonomistler anlarız, o nedenle biz ne diyorsak, nasıl politikalar öneriyorsak, onları uygulamak zorundasınız” demesi. Burda ekonominin karmaşık ve sadece bazı uzmanlarca anlaşılabilir bir bilim olduğu gerçeğine vurgu yapılıyor. Bu sayede bu “uzman”lar diğer insanlar üzerinde tahmin edilemez bir güç kullanabilir hale geliyorlar. Bu durum elbette daha teknik bilimlere doğru ilerledikçe ivmeyle artan bir hal alıyor. Tam bu nedenle, örneğin, domuz gribi hakkında doktorlar ne dediyse ona itimat edip, onların dediklerine göre davranmak zorunda kaldık zira onlar “siz anlamazsınız biz doktorlar anlarız, o nedenle biz ne diyorsak, nasıl politikalar öneriyorsak, onları uygulamak zorundasınız” dediler. Ne var ki sonradan bu gribin aslında doktorların ve ilaç firmalarının ürettiği bir panik dalgası olduğu iddia edildi. Bu, “rule of expert”ün çok cuk oturduğu bir örneğiydi gibime geliyor.

Sosyal bilimlerdeyse bu durumun tersi bir durum var. Burda “ağzı olan konuşabiliyor”, o kadar ki kimi zaman ortaya atacak bir fikri olmasa da konuşabiliyor. Bu esasen tüm sosyal bilimler için geçerli bir durum elbette. Hepimiz vapurda, otobüste, dolmuşta, ofiste, kantinde… etraftaki insanların konuşmalarına kulak verince duyarız: herkes ya memleketi yönetir, ya yöneticilere akıl verir, onları eleştirir, kendince toplumun kemikleşmiş sorunlarına çözümler üretir, “sallandıracaksın birkaç tanesini…” diye başlar, “aslında bana yetki vereceksin abi, ben bunları…” diye devam eder. Aslında bunu yaparken de farkında olmaksızın sosyolojiden, psikolojiden, toplumsal psikolojiden, antropolojiden vesaireden alıntılar yapar, bu sosyal bilimlerden yararlanır.

Buna mukabil, bu sosyal bilimler topluma hem adsal hem içerik olarak yabancı kaldığından “amca ya sosyolojik bir analizini yapsana bana şu Balyoz olayının?” sorusuna o amca cevap veremeyebilir. Soruyu farklı kurgulayıp sosyoloji kelimesini dışarıda tutarsanız amca bulunduğu yerden Balyoz hadisesine dair yorumlarda bulunur. Örnekleri artırabilirsiniz elbette.

Tarih ise yukarıdaki sosyal bilimlerden daha farklı bir konumda. Aynı amcaya “amca anlatsana şu İstanbul’un fethinin tarihini” diye sorarsanız size dili döndüğünce bir anlatı sunacaktır. Meşrebine, aldığı eğitime, mesleğine falan bağlı olmakla beraber size içinde “Bizanslılar, Fatih Sultan Mehmet, 1453, Ulubatlı Hasan” öğelerinin muhakkak geçeceği, “Katolik başlığındansa Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz, İtalya’ya gidip Rönesans’ı başlattılar, Yeni Çağ açılmış oldu” gibi cümlelerin de bir ihtimal geçebileceği bir şey anlatacaktır. Zira tarih esasen “eskiden olanın bitenin anlatılmasıdır” insanların gözünde ve bundan ötürü herkesin hakkında atıp tuttuğu bir bilgi alanıdır. Hele ki milli eğitim neticesinde herkesin üç aşağı beş yukarı aynı tarihî anlatıyı aynı biçimde ve aynı usulle öğrendiğini düşünürsek amcadan dinlediğimiz şeyin benzerini toplumdaki çoğu insandan dinleyebileceğimizi düşünebiliriz.

Söz konusu tarih olunca herkes uzman kesilebiliyor bundan ötürü. Zira herkes bildiğini sanmaktadır; herkese herşeyi bildiği öğretilmektedir tarih denen o tanımlanamaz şey söz konusu olduğunda. Bizim topraklarda elbette Osmanlı tarihi üzerine rastlanabilecek bir durum bu birincil olarak: Osmanlı hoşgörüsü, Tanzimat, Ermeni olayları, 1915, Kurtuluş Savaşı...Tam da bu nedenle kitapçılarımızın rafları envai çeşit kişinin kaleme aldığı envai çeşit tarih kitabıyla doludur. Tam da bu nedenle Osmanlı demokrasisinden bahsedebilen, kimisi akademisyenlerce, yayınlanmış çok sayıda kitap mevcut. Söz gelimi mütedeyyin bir yayınevinin yayınladığı “Osmanlı Demokrasisinden Türkiye Cumhuriyetine” adlı kitabın tanıtımında bakın neler denmekte Osmanlı Devleti hakkında:

Osmanlı devlet sistemi, insanı merkez alan ve insana değer veren, bugünkü anlayışa yatkın demokratik bir yapıya sahipti.
Padişahlar zaman zaman kıyafet değiştirip halkın içine karışmakta, talep ve değerlendirmeleri birinci elden almaya özen göstermekteydiler.
Bu kitabı okurken Osmanlının kurduğu, hâkim kıldığı ve uyguladığı demokrasi havasını
derin derin teneffüs edeceksiniz.


Elbette bu kitabın yazarının ve yayınevinin derdi cumhuriyet dönemini eleştirmek/kötülemek, bunu yaparken de kafalarında kurguladıkları Osmanlı Devleti’ni bir nirengi noktası olarak kullanıyorlar. Bu noktada şu eleştiri getirilebilir: “e tarih zaten kurgu değil midir bir yerde?”
Benim bu soruya cevabım “evet, tarih kesinlikle kurgudur.” Bununla beraber, bu kitap ve benzerlerinin yazarları açısından tarih bir kurgu değildir, yazdıkları şey zaten gerçek tarihtir, eskiden yaşananları olduğu gibi bize aktarmaktadırlar sadece. Dolayısıyla işin sorun yaratan kısmı tam da burası. Yalnızca bir kurgu, bir iddia olan tarih’i “geçmiş gerçekliği tüm gerçekliğiyle aktarmak” olarak görmek ve göstermek.

Yukarıda bahsettiğim rule of expert/uzman gücü’nün en etkisiz olduğu bilim dalı olarak tarih’i göstermemin ardındaki sebeb budur. Zira durduk yere kimsenin tıpla, astronomiyle, genetikle, sosyolojiyle ilgili yazı-çizi içinde olduğunu duymayız da görmeyiz de. Ama iş tarihe gelince ev hanımından emekli albayına kadar herkes eline kalemi alıp istediğini yazma konusunda kendisini çok rahat hissetmekte.

Bu, aslında tarih biliminin tabanının genişlemesi olarak okunursa sevindirici bir gelişme olarak bile addedilebilir. Ne var ki bence olayın vahameti söz konusu olan durumun bu taban meselesi olmadığını gösterecek kadar berrak.

5 yorum:

adsumcu dedi ki...

Şimdiden belirtmekte fayda var.

Konu, bu kısa yazıda anlatılamayacak kadar çetrefil.Daha kapsamlı bir yazıyı hak ediyor kesinlikle.Benden atak davranıp konuya dair kalem oynatan meslek erbabına örnek olarak R.G.Colingwood, Edward Hallett Carr, Jack Goody vb. anılabilir.

adsumcu dedi ki...

Aklıma sonradan geldi, evvelki yazılarımdan birisinde Osmanlıyı ululayıp Cumhuriyet'i kötüleyen taife hakkında da bir şeyler karalamıştım.Süreklilik üzerine olan yazıma bir örnek de teşkil edebilir bu yazıda bahsettim Osmanlı Demokrasisi adlı kitap.

http://fikirmahsulleriofisi.blogspot.com/2009/05/cift-taraftan-kskac-altndaki-bir-mefhum.html

adsumcu dedi ki...

kendi yazısına en çok yorum yazan blogger oscar'ına doğru ilerliyorum emin adımlarla galiba ama bunu da yamadan edemedim.
yukarıda tarihin amatörler tarafından yazıldığında rastlayabildiğimiz bazı durumlardam dem vururken, bu sefer size prof.dr yusuf halaçoğlu'ndan bir alıntı yapma gereği duydum.
Teketek programında Nişanyan vs. Halaçoğlu, Halaçoğlu sazı eline alır ve der ki:

Ermeniler'in Türkiye'nin devlet politikası olarak aşağılandığını iddia eden Nişanyan'a cevap veren Halaçoğlu, "Ermeni toplumunun Türkler tarafından tanınmaması ya da aşağılanması diye bir şey hiç olmamıştır. Osmanlı'da ne Ermeniler, ne Rumlar ne de diğer gayrimüslimler azınlık statüsünde değildir" şeklinde konuştu.

Salomon Trismosin dedi ki...

Yazarın, amatörlerin tarih konusunda bilgiden yoksun fikir atmaları eleştirisine gönülden katılıyorum.

Bunun ünlü örneklerinden biri, Taner Akçam. Tarih okumuş olmasa da, veya tarihin konularında biri üzerine yazıları olmasa da, sadece Ermeni Soykırımı üzerine yazılar yazmayı tercih ediyor. Aslında beklenecek olan, kendi konusu olan ekonomi üzerine yazılar yazması, veya eğer tarih üzerin yoğunlaşmayı tercih ettiyse, sadece Ermeni Soykırımı üzerine değil, Osmanlı Tarihi'nin değişik dönemleri, veya 19.yy tarihinin değişik konuları üzerine yazı yazması olurdu.

Tarih yazımı üzerine çok ilginç bir kitap, geçenlerde yayınlanan "Tarih-lenk". Anlatımı biraz alaycı, üstelik akıcılıktan uzak, ancak içeriğini çok güçlü buluyorum. Kesinlikle tavsiye ederim.

Aynı şekilde, bu problemin Batı dünyasında da yaygın olduğunu görebiliriz. Yine aynı konuda, Ermeni Soykırımı üzerine yazılan yazılar, genelde "Ermeni Soykırımı'nın bütün akademik dünya tarafından kabul edildiği" iddiası ile başlar. Oysa, Ermeni Soykırımı üzerine bolca yayın yapan akademik ekip, International Association of Genocide Scholars isminde bir gruptur. Bu grup da, sosyologlar ve ekonomistlerden oluşur - aralarında tarihçi bulunmuyor.

Yukarıdaki Halaçoğlu örneği de çok güzel bir örnek: Nişanyan, Osmanlı tarihi üzerinde yoğun bir bilgiye sahip olmadığı için kritik bir hata yapıyor. Osmanlı arşivlerinde, Ermeniler'in hiç bir zaman "azınlık" diye anılmadıklarının farkında değil - modern Türkiye'nin verdiği ismi ve algılamayı geçmişe yansıtarak, amatör tarihçinin çok sık yaptığı "anakronizm" hatasını tekrarlıyor. Eğer bilseydi, klasik dönemde kullanılmış olan "millet" tabirini, veya 19.yy'da kullanılmış olan "unsur" ifadesini kullanabilirdi.

adsumcu dedi ki...

Blogun ataletini üzerinden atmasına yardımcı olan yorumcularımıza buradan teşekkürler sunuyorum evvela.Onlar da olmasa blogu kapatmak gerekecek neredeyse -mübalağa içermektedir efendim, yakın zamanda yazı yazan blogggerler üzerinize alınmayınız.

Taner Akçam'ın yazdıklarını okumak kısmet olmadı açıkçası şimdiye kadar.Sadece tahmin ve etraftan duyduklarıma binaen bir fikrim var kendisine dair.O nedenle yazıları konusunda doğrudan eleştiri getiremiyorum.
Ama "madem tarih alanını seçti diğer dönemlere dair de yazılar yazsın" görüşüne de katılmıyorum.
T.Akçam hangi konu ilgisini çekiyorsa o konu hakkında bilimsel yayın yapmak hususunda özgürdür.Ona getireceğimiz eleştiriler "neden başka dönemler/bağlamlar üzerinde yazmıyorsun" olmamalı naçizane kanımca.Bilim alanında, özellikle de tarihte, en kolay ve en sığ eleştiri "bu neden yok" eleştirisidir.Olmayanın çok önemli olduğu bazı halleri bu önermenin dışında tutmak gerekli elbette.

Olmayandan ziyade olanı eleştirirsek, daha verimli bir tartışmanın kapısını açabiliriz gibime geliyor.

Halen ve istikbalen yazmaya çabaladığım tez için,YÖK sitesinde yazılan tezlere bakıyorum bir süredir.Neler var neler yok diye.Gördüklerimden edindiğim izlenim, ülkede ciddi manada hazırlanan akademik çalışmanın sayısının yıllık bazda bir elin parmağını geçmeyeceği yönünde.Yine, bu önermem tarih alanındaki tezleri kapsamaktadır.Mühendislik, kimya... alanları hakkında malumatım ve fikrim yok.Demem o ki, tarih yazımını "bırakmak" gerektiğini düşündüğüm akademyanın durumu da çok parlak değil maalesef.