12 Eylül 2010 Pazar

12 Eylül Sol İçin Ne Getiriyor?

Tarihi bir ikinci 12 Eylül’ün heyecanını yaşadığımız şu günlerde, anayasa tartışmalarının özellikle sol cenah tarafından yorumlanışı, Türkiye’de sol hareketin içine düştüğü çıkmazı ve kuramsal anlaşmazlıklarını bir kez daha tüm karmaşıklığı ile gözler önüne seriyor. Her ne kadar bu yazının amacı, Türkiye’de sol akımın analizini sunmak olmasa da (bu analizi bekleyenlerin tarihsel perspektif için Mete Tunçay’a, yakın tarihsel açılım için ise Murat Gültekin’in editörlüğündeki Türkiye’de sol ansiklopedisine göz atmasını öneririz), referandum tartışmaları üzerinden Türkiye’de sol akım ve sınıfsal söylem üzerine farklı yorumları paylaşabileceğimizi düşünüyoruz.

AKP’nin 12 Eylül referandumuna yaklaşımı, hiç kuşku yok ki oldukça iddialı: Referandum ile birlikte 12 Eylül Anayasası’nın da yeniden oylamaya sunulacağını ima eden başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP milletvekillerinin bu yaklaşımını, bu yazının kapsamında ele alacak ve yazıyı sonlandırmadan önce AKP üzerine bir çıkarsamada bulunacağız. Öncesinde ise şu soruya cevap arıyoruz: 12 Eylül referandumu, 12 Eylül Anayasası ile katledilen sınıf-tabanlı söylemi geri getirebilir mi; yoksa farklı açılımlarla renklenen bu anayasa, sol hareket için yeni bir ölüm fermanı mıdır? Bizce sol akımın kimi temsilcilerinin iyimserlikle yaklaştığı referandum, Türkiye’de sınıfsal çok-sesliliği yaratma adına oldukça atıl kalıyor ve 24 Ocak kararları ile pekişen neoliberal yapıyı daha da güçlü ve alternatifsiz kılıyor.

Öncelikle, Türkiye’de özellikle 1980 sonrasında yekpare hareket örneği sergile(ye)memiş sol hareketin, referandum öncesi de çok parçalı ve birbiriyle çatışan bir tutumda olduğunu belirterek yazıya başlamalıyız – ki bu tutum, yakın zamanda sol örgütlerin başkanları tarafından yapılan demeçlerle yeniden doğrulanıyor. “Hayır”cı fraksiyonu oluşturan ÖDP, TKP ve EMEP, “emek ve demokrasi düşmanı AKP”ye ders verme amacı ile referandum sonucu şekillenecek yeni anayasaya, toplu sözleşmenin içeriğini boşalttığı, piyasa ekonomisini meşru kıldığı ve sermaye egemenliğini güçlü kıldığını savlayarak karşı çıkarken, EDP başkanı Salman Kaya, yakın zamanda bir gazeteye verdiği demeçte, “12 Eylül’e hayır diyecek solcuları anlamadığını” belirterek cevap veriyordu. MEMUR-SEN Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu da Kaya’da yana tavır alarak sendikasının “Evet”çi pozisyonunun altını çizerken, Türkiye KAMU-SEN’in de içinde bulunduğu yaklaşık 70 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türk Dayanışma Konseyi, “Hayır” yönünde oy kullanacağını kamuoyuna duyurdu.“Evet”çi kesim, darbe anayasasının kabul edilemez olduğunu belirtip, milli iradenin belirlediği bir anayasaya ihtiyacı dile getirirken, “Hayır”cı kesim ise, yeni anayasa ile oluşturulacağını öne sürdüğü yeni dikta rejimine karşı çıkacağını, ulusalcı sayılabilecek bir tona sahip basın açıklaması ile halka duyurdu.

Hiç kuşku yok ki her iki kesimin temsilcilerinin de argümanları yadsınamaz doğrular içeriyor. Mevcut anayasa değişikliği, Türkiye’de demokrasi adına geç kalınmış bir değişikliktir; fakat geç kalınmakla birlikte, AKP’nin genel seçimler öncesi tabanını sağlamlaştırmak adına içinde bulunduğu aceleci tutum, beraberinde elzem eksikleri de getirmektedir. Mevcut değişiklikler dahilinde şekillenecek anayasa, sınıfsal perspektiften ele alındığında, 12 Eylül anayasasından herhangi bir farklılık göstermemektedir: sınıfsal çok-sesliliği yok etme, sendikal örgütlenmeyi sınırlandırma ve sınıf-üstü bir söylem geliştirme yönündeki kafa yapısı aynıdır, 24 Ocak (1980) kararları ile birlikte güçlenen neoliberal ekonomi politikalarına bağlılığı ve teknotratik düşünce ve düzenin devamlılığını içerir, üreticiyi ve emekçiyi desteklemez. Mevcut anayasa, memurlara grev hakkı getirmemekle birlikte, tanınan toplu sözleşme hakkı, bir haktan çok, uzlaştırma kurulu tarafından çözülmesi öngörülen bir lütuftan ileri gitmemektedir.

Bütün bu süreç bize AKP adına bir çıkarsama yapma şansını da tanıyor. AKP, kendisini köşeye sıkıştıran sorunları, en büyüğü askerî vesayet olmakla birlikte, kamusal tartışmaya taşıyarak, politikanın alanını genişleterek çözme iradesini göstermektedir. Bu tutumu ile AKP, pragmatik bir “demokratlık açılım” peşindedir ve bu açılım zaman zaman hayırlı sonuçlar doğurabilmekle beraber, AKP’nin alternatifsiz olarak konumlanmasıyla da sonuçlanmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, kimi sol örgütlerin AKP’den yana tavır alması daha anlaşılır kılınıyor. Zira bugün sahih anlamda sosyal demokrat bir siyasal örgütlenmenin yokluğunda, sol-liberal aydınların AKP'ye verdiği desteğin arkasında olası bir CHP-MHP koalisyonu gibi bir mecraya yönelimin yarattığı korku ve AKP'nin Kürt açılımında istikrarsız bir politika izliyor olsa da ortaya koymuş olduğu bir “duruş” vardır. Dolayısıyla, AKP'nin liberal-reformist yüzü bazı sol fragmantasyonun partiye angaje edilmesiyle sonuçlanıyor.

Fakat, yine aynı perspektiften bakılarak, solun referandumda vereceği hayır oyunu da anlamlandırmak mümkün. AKP’de “iyi” pragmatizm, “kötü” pragmatizmle iç içe geçmiş durumdadır ve bu durum, partinin, politik alanın “davetsiz” misafirlerine karşı kolayca tahammülsüzleşmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylelikle AKP, öne çıkarma çabasında olduğu demokratik ve uzlaşmacı kimliğine ters düşecek bir üslup takınmakta, parlamento dışı aktörlere, solculara, işçilere ve Kürt siyasetçilere, modası geçmiş Soğuk Savaş diliyle saldırabilmektedir.

Bu tutumun, AKP’nin aslında gizli bir büyük sağ koalisyon olmasıyla ve Türk sağının geleneksel reflekslerini sürdürmesiyle de ilgisi vardır. Son tahlilde AKP, “yeni merkez sağı” temsil etmektedir; AKP, beynelmilel muhafazakâr-liberal siyasetin Türkiyelisidir. Ayrıca AKP’nin, egemen sınıflar içinde yeni, daha muhafazakar bir elit fraksiyona dayandığını da hiç unutmamak gerekiyor.

Referandumda verilecek oy, gerek eksiklerine rağmen evet, gerekse eksik olduğu için hayır olsun, referandum üzerine özellikle sol cenahta sürmekte olan tartışmaların ortaya koyduğu başlıca bulgu, sol hareketin ruhuna uygun söylemsel bir eksik olduğudur. Sungur Savran’ın tanımlaması ile Türkiye’de sol, bir “referandum güzellemesi”nden çok daha fazlasını yapmalı, soyut bir demokrasi peşinde koşmak yerine sınıf mücadelesini ve belki de bir “sınıf açılımı”nı söylemine taşımalıdır. Avrupa ülkelerinin aksine sınıf mücadelesini anayasasına taşıyamamış bir ülke, farklı hegemonik projeleri (AKP, IMF ve ABD) tartışmaya dahi açmadan benimsemeye mecbur kalacaktır.