28 Mart 2012 Çarşamba

Halk Kütüphanesinde Bir Amerikalı - Kısm-ı Evvel

Yüksek lisans tezimi yazarken mahallemizde bulunan eski bir halk kütüphanesine devam etmeye başladım. Hem sessiz sakin bir mekandı haliyle, neticede bir kütüphane, hem kablosuz internet bağlantısı sağlıyordu. Hem de geniş bir mekanda hizmet veriyordu okurlarına. Kütüphaneyle tanışmam bu şekilde oldu, Caddebostan Muhtar Özkaya Halk Kütüphanesi. Kütüphanenin eski halini biliyordum aslında. Daha ilkokula giderken arada sırada da olsa yararlandığım bir mekandı, malumunuz ne internet var ne başka bir kaynak. Kitap yegane bilgi kaynağı o zamanlar. Özel TV kanalları bile daha çok taze bir "icat" memlekette. O zamanki halini hatırlıyorum: izbe, her tarafı toz içinde bir mekan. Kitapların bir düzeni yok, altalta üstüste... Yeni hali ise bambaşka. Yazının sonunda kütüphaneye dair bilgiler de yer alacak. 

Askerden geldikten sonra da bu kütüphanede çalışmaya devam ettim, başkaca akademik işler için. Günlerden bir gün bir masada kallavi bir Osmanlıca sözlük ve pek de kolay olmayan Osmanlıca bir metin gördüm. Alışık olmadığım bir durum olduğu için, sahibiyle tanışmak istedim ve gördüm ki sahibi Amerikalı bir Osmanlıca sevdalısı. Hikayesini aşağıda okuyacaksınız zaten o nedenle daha fazla ayrıntıya girmiyorum. Sonrasında kütüphanede rastlaştık, haftada bir iki kere kahve sohbetleri yaptık kendi kendimize. Elbette, gene aşağıda göreceğiniz kitap ve içeriğinden de bahsettik ve sonra aklıma geldi böyle bir yazı hazırlamak. 


Soruları Türkçe yolladım ve Jack Snowden İngilizce cevapladı. Çevirisini ben yaptım, kendisi de gözden geçirdi metni. Yani metin benim çevirim aslında. Zamandan tasarruf için bu yola girdik, Türkçesinin de son derece akıcı ve güzel olduğunu söylemek boynumun borcu. 

Buyrun efendim Jack Snowden ile yaptığımız söyleşinin ilk kısmına. 


1. Bize kısaca hayatınızdan bahsederek başlayabilirsiniz.

New York’ta doğdum, 1950'ler ve 1960'larda da orada yaşadım. Ailemiz benden, babamdan, annemden, dört ablamdan ve 1966'da, annem 47 yaşındayken, dünyaya gelen erkek kardeşimden oluşuyordu. Evimizin bulunduğu semt çok içine kapanık bir semtti. Daha ziyade İtalyan ve İrlanda kökenlilerin otururdu, onların evleri arasında bazı Yahudi aileler de görülebilirdi. Şehirde ufak bir zenci topluluğu da vardı, Bayside adındaki bu semt film yıldızlarının orada yaşadığı dönemden (1920'lerin Hollywood’u veya Beverly Hills’i gibi) kalma bir semtti. Ailemin kökenleri daha ziyade İrlanda’ya dayanıyor aslında ama soyadım Snowden, Galler kökenli bir soyisimdir.

Üniversiteye kadar hep Katolik okullarına gittim, fakat sonunda ateist olup çıktım. 1974’te Amerikan Hava Kuvvetleri, US Air Force’a, sadece bir işim olsun diyerek katıldım. O sırada Vietnam’da savaş sona ermişti, dolayısıyla oraya gönderilme tehlikesi yoktu. Hava Kuvvetleri’nde bir gazeteci olmak istedim aslına bakarsan ama onun yerine Türkçe öğreneyim diye beni California’ya bir dil okuluna yolladılar. Kıbrıs’taki sorun nedeniyle Türkiye ile ilişkilerimiz çok kötüydü. Bundan ötürü Türkiye’ye gelemedim ve eğitimini aldığım Türkçeyi kullanma fırsatım olmadı. Sabırla Hava Kuvvetleri’nden terhis olmayı bekledim ve 1978’de Ankara’daki Amerikan büyükelçiliğinde, Savunma Bakanlığı ataşeliğinde iş buldum. Orada ilk karımla tanıştım ve darbeden sadece bir ay önce evlendik.

Türkiye’den sonra Urduca ve Hintçe öğrenmek üzere yeniden dil okuluna gittim. 1982’den 1987’ye kadar Pakistan’da kaldım. Bunun üç yılını İslamabad’da, iki yılını ise Karaçi’de geçirdim. Bu süre zarfında, iki kızım oldu: Bahar ve Renan. Pakistan’ın nükleer sorunu konusunda uzman sayılabilecek derecede bilgi sahibi olmuştum. Dışişleri Bakanlığı’nda bu konu hakkında çalışmak üzere 1987’de Washington’a gittim. Bundan sonraki on yıl boyunca daha çok nükleer silahsızlanma üzerinde yoğunlaştım. Ayrıca, birer yıl Amerikan Senatosu’nda ve CIA’de çalıştım. 1997 yılında profesyonel anlamda genel olarak Orta Asya'ya, daha özel olarak ise Türkmenistan'a odaklanmaya karar verdim. Türkmence öğrenmek için bir hayli uğraştım ve Aşkabat’ı birkaç defa ziyaret ettim.  

2001’de Ankara’daki büyükelçilikteki bir Savunma Bakanlığı dairesini yönetmek üzere seçildim: Teknik İlişkiler Dairesi - The Technical Liaison Office. 2005’e kadar bu görevde kaldım. Bush yönetiminin Irak’ı işgal etme kararına katılmadığım için erken emekli olma zamanımın geldiğini düşündüm. 2005 ve 2006 yıllarını Washington’da geçirdim. Bu süre zarfında eşimden ayrıldım, oradaki evimizi sattım ve Savunma Bakanlığı’ndan emekli oldum.

Bu sırada, kızlarımın ikisi de üniversiteden mezun olmuştu ve çalışmaya başlamıştı. Ankara’ya dönüp Osmanlıca öğrenmeye karar verdim. Bir iki dersin ardından, daha fazla ilgilenmeye başladım ve İstanbul’a taşınmaya karar verdim. Burada Tarih Vakfı’ndaki Osmanlıca dersleri sırasında eşim Müge ile tanıştım, kendisi İstanbul Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışıyor. Bugünlerde Erenköy-Caddebostan’da bulunan evimizde balkonla bahçe arasında bir hayat süren kedimiz Zıpzıp ile birlikte yaşıyoruz.

2. Türkiye’ye 1970'lerde geldiğinizi hatta görev gereği burada birkaç yıl kaldığınızı anlatmıştınız bana, o döneme dair gözlemlerinizden bahsedebilirsiniz.

1970’lerde Türkiye çok daha farklı bir yerdi. Bir telefon hattı alabilmek on yıl sürerdi. Kahve, içki veya sigara yoktu, vardıysa da sokakta veya çarşıda kolayca bulunamıyordu. Bu nedenle insanlar bunları bizden almaya çalışırlardı. Amerikan üssünde bunları satın alabildiğimiz bir dükkan vardı çünkü. Benim Ankara’da bulunduğum 1978 ve 1980 seneleri arası ortam hep gergindi, solcular ve sağcılar meselesi. Biz elçilikte bu gerginliği doğrudan pek hissetmezdik, göstericilerin “Kahrolsun Amerika” diye bağırarak elçiliğe girmeye çalışacakları olası gösteriler hariç. Bir keresinde Alanya’dayken benzin almak için bir istasyonun önünde durdum, çok ama çok uzun bir kuyruk vardı. Hükümet, yabancı turistlerin sıraya girmeksizin benzin almasına izin veren bir düzenleme getirmişti. Ben de öyle yaptım. Şaşırtıcı bir biçimde, sırada bekleyenlerin hiçbirisi buna itiraz etmedi.

3. 2000'lerde gene burada yaşıyorsunuz, hatta 11 Eylül’de New York’ta olan biteni Ankara’da araba sürüyorken haber aldığınızı anlatmıştınız.
2001’in temmuzunda buraya geri geldiğim zaman Türkiye’de yirmi senede (1980-2001) görülen değişimler çok şaşırtıcıydı. Ama son on yılda [2001-2011] görülen değişimler onlardan daha da dikkat çekici, özellikle ordunun siyasetteki rolünün azalması. İstanbul’un kalabalığı New York gibi artık. Bazen çok büyük baskı yaratabiliyor. Şansımız var ki “adalar yakındır.” [bu Türkçe ifade, İngilizce metinde bu haliyle yer alıyor]    



3 yorum:

llorona dedi ki...

ilginç bi adammış. bu kadar mıydı söyleşiniz. devamı gelicek mi.

SE7IN dedi ki...

'kısm-ı sani'yi de bekliyoruz adsumcu.

ben bir de osmanlıca öğrenmesine ilham olan şeyi merak ettim. yanı "ankara'ya dönüp osmanlıca öğrenmeye karar verdim" demiş ama sırf böyle linguafil bi insan olduğu için mi yoksa bi ajandası mı varmış onu sorsaydın keşke bi de :)

adsumcu dedi ki...

söyleşi bitmedi, "mabadı var."
bu soruyu da yönelticem kendisine.