16 Mart 2015 Pazartesi

Okumaya devam..

2015 yılı okuma serüvenim devam ediyor.


İhsan Oktay Anar’ın kitaplarının ardından Adalet Ağaoğlu’nun Yüksek Gerilim adlı öykü kitabını okudum. Aslında yeniden okudum demek gerekir çünkü kitabı lisede bir ders için almış ve okumuştum: ilk öykünün son sayfasını 23 Eylül 2000 diye imzalamışım. Kitaplığımı derleyip toparlarken gözüme çarpınca yeniden okumaya karar verdim. Bendeki kitap, Oğlak Yayınları tarafından 1996 yılında basılmış. İnsan yaşlandığını kitaplığındaki kitapların baskı yıllarından da takip edebiliyor sanıyorum :) 

İlk öykü olan Yüksek Gerilim, kitaba adını da veriyor. Çukurova’da geçen ve baş rolünde işçilerin olduğu trajik bir hikayeyi anlatıyor. Adi Suçlu isimli öyküde ise bir hastane odasında karşılıklı yatan iki kadın üzerinden 12 Mart döneminde siyasi mahkum ve mahpuslara yapılan işkenceler anlatılıyor. İçeridekiler/dışarıdakiler ayrımı ile dönemin havasını iyi yansıtan bir öykü olduğunu düşünüyorum. Sen de Sor adlı öyküde dönem yine aynı dönem ve bu sefer olay kahramanı bir işçi. İnsanların dönem nedeniyle yaşadıkları tedirginlik, toplumun baskısı ve bu baskı sonucunda insanların yaşamlarının nasıl da değişebildiği gibi noktalara değiniliyor. Yasemin İşçileri isimli öyküde ise anlatı, iki çocuğun ağzından aktarılıyor: hapishane görüş gününde babalarını ziyarete getirilen çocukların gözünden.

Kitapta en sevdiğim öykü ise Bileyici isimli öykü oldu. Bu öykünün İstanbul’un tarumar edildiği günümüzde de çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ağaoğlu, İstanbul’un yüzyıllık değişimini evler üzerinden, evlerle ilintili değişim üzerinden anlatıyor. Burada öykünün tamamını aktarma şansım yok elbette ama yine de bazı yerlerini aktarmak istiyorum.

Arnavut kaldırımları üstündeki ev, bitişik komşularıyla uyumlu ve onlarla birlikte düğünler, sünnetler kutladı. Cenazeler çıkardı. Küçük odalarında gelinler ağladı ve sevişti. Çocuklar doğdu. Oğlanlar ve damatlar dedelerden, ninelerden gizli, mutfak aralıklarında rakı sofraları kurdular. Karılarını ve kız kardeşlerini dövdüler. Onlara bayramlıklar aldılar ve küçük beslemelerle yattılar.” (s. 152)
Bu paragraf ve devam eden paragrafta geçmiş zamanda hayatın nasıl olduğu evler ve evlerdeki yaşayış ile anlatılmış. Sonra değişim işin içine giriyor.

Eski sahipleri attar, baharatçı ve bakırcı olan üç evin oğulları da önceleri yine attar, baharatçı ve bakırcı oldular. Sonraları, onların oğullarının oğulları toptancılık, eczacılık ya da antikacılık ettiler. Bu dönemde aileler küçüldü. Evlerinde büyük oğullar ve onların karılarıyla çocukları yaşadılar. Toptancılık, eczacılık ya da antika eşya satıcılığı edenlerin oğulları, bir süre sonra artık memur, doktor ve antika eşya kaçakçısı oldular.” (s.153)
Bu paragraf ile birlikte geçmiş zamandaki durumda değişikliklerin başladığını görüyoruz. Sonraki kuşaklardaki bireylerin meslek tercihleri zamana göre değişmeye başlıyor. Aileler küçülüyor. 

Ben öykünün tamamının çok güzel olduğunu düşündüğüm için devam eden bütün paragrafların da okunmasından yanayım ama ağzınıza bir parmak bal çalmak adına yine bir paragraf alıntılamakla yetiniyorum.

Pencereleri örten kafesler önceleri yarımşara inmişti. Oğullar memur, doktor ya da antika eşya kaçakçısı olmadan önce ise kafesler yerlerini çoktan ‘kendinden desenli’ naylon tül perdelere bırakmıştı. Bu perdeler, artık evlerin kararmış olan tahtaları, yosun tutup göğermiş kiremitleriyle uyumsuz; küçük, dar pencerelerden kendini yeterince gösterememenin hırçınlığıyla bir süre, telaşlı kırıtıp durdu.” (s.153)  

Daha önceki paragrafta bahsedilen değişimin evlerin kendileri üzerinde de yansıması oluyor elbette. Bu nedenle hemen yukarıdaki paragrafta görüldüğü gibi kafesler önce ufalıyor sonra yerlerini tamamen modern zaman icatlarına bırakıyor: naylon tül perdelere. Ağaoğlu’nun okur için çizdiği “yeni”, eskiye göre çok sorunlu ve olumsuz bir biçimde resmediliyor.

İlerleyen sayfalarda, toplumdaki eski sosyoekonomik farklılıkların modern zamanda da aynen muhafaza edildiğinden bahsediliyor. Dolayısıyla aslında yukarı doğru hareketin mümkün olduğu sosyal mobiliteden bahsetmenin ne denli abes olduğunu da aktarmış oluyor. “Oymalı ve aynalı sandıkları tek tek yapanların … oğulları ise, oğulları memur, doktor olanların evlerindeki ‘takım eşya’ özlemlerini gidermek, her gün daha hızlı ve daha çok gidermek için, günde üst üste beş bin büfe kapağı kesebilen … formika eşya fabrikalarında motor ustası, tutkalcı ya da kalıpçı olmuşlardı.” (s.154) Kapitalist sistem eşitsizliği devamlı olarak yeniden üretiyor. Bu nedenle eskiden sandık üretenlerin oğulları da ekonominin ancak üretim safhasında yer alabiliyor. 

Ağaoğlu, öykünün devamında mahallelerdeki genel dönüşümü yine evler üzerinden anlatmaya devam ediyor. Eski evlerin yıkılıp yeni yeni evlerin inşa edilip sosyolojik ve topografik olarak büyük bir dönüşümün yaşandığı şu günlerde, bu metnin daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Şu anda yaşadığımız değişimin aslında daha uzun bir sürecin parçası olduğunu göstermesi açısından okunmaya değer.  

Yazar, kitaptaki öykülerin tamamında toplumcu gerçekçi kalemini okurlara sunuyor. Modern sonrası romanları, metinleri okuduğumuz filmleri izlediğimiz şu günlerde ayakları yere daha sağlam basan, hayatın ta kendisinden beslenen ve hayatın ta kendisini yansıtan bir şeyler okumak isterseniz bu kitabı öneriyorum. Öyküler genel olarak hoşuma gittiği için yıl içinde okumak istediğim kitapların arasına bir tane de Adalet Ağaoğlu kitabı ekledim: Yazsonu. Onu da okuduğum zaman izlenimlerimi buradan paylaşmayı umuyorum. 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

şu an o kitap üstünde çalışıyorken sayfanıza rast geldim... iyi okumalar...