Buradaki yazıların sıklığı da kitap okuma sıklığıma paralel oldu. Son zamanlarda kitap okumayı, dolayısıyla burayı da, biraz boşladım. Boşlama zamanı geçti diyelim ve kitaplara sırayla devam edeyim.
Kitaba geçmeden önce İtiraflar... Normalde okuduğum romanların neredeyse hepsi 2000'lerden önce yazılmış ve yayınlanmış romanlardan oluşuyor. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim İhsan Oktay Anar ve Murat Uyurkulak gibi bir kaç istisna dışında, genel durumun bu olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle şöyle bir cehalet içindeydim: kafamda "yeni edebiyat" diye bir şey yaratmıştım, kitapçıları gezerken gördüğüm tüm yeni isimleri bu şekilde sınıflandırıyordum. Yani Emras Serbes ile Hakan Bıçakçı veya Hakan Günday arasında bir fark olduğunu düşünemiyordum. Bu dar görüşlülüğün sonucunda saydığım isimlerin de dahil olduğu -benim için- yeni kuşak edebiyatçılara hep uzak duruyordum.
Nedendir bilinmez, kitapçıyı gezip okuyacak bir şeyler ararken bu yeni edebiyatçıları da okumak gerekir diye düşündüm ve o sırada önümde olan kitapların arasından Emrah Serbes'in Deliduman kitabını aldım. Ancak kitabı aldıktan sonra Serbes'in Behzat komiserimin yaratıcısı olduğunu fark ettim, bu da yine benim cehaletim olmalı :)
Yukarıda da yazdığım gibi, okuduğum kitaplar genellikle 2000'li yıllardan önce yazıldığı için kendi dönemlerini yansıtan eserler. Dolayısıyla kitabın daha ilk sayfalarında Migros, GittiGidiyor, KİPA, Markafoni gibi isimleri görünce garipsedim. Bir romanda bu gibi gündelik şeylerin yer alması ilk başta bana garip geldi. Ama sonra edebiyatın yazıldığı dönemi yansıtan bir şey olduğunu düşününce bu son derece olağan gelmeye başladı. Öyle ya, romandaki olayın kendisi 2013'te geçiyorken yazarın tutup da Servet-i Fünun Dergisi'nden bahsetmesi beklenemez. Okumaya devam edince bu durumun sadece olayın 2013'te geçmesinden de kaynaklanmadığını, aynı zamanda hikaye anlatıcısının kimliğiyle de ilgili olduğunu düşünmeye başladım.
Kitap siyasi bir hikaye anlatmıyor gibi durabilir, en nihayetinde taşradan bir hikaye anlatıyor Serbes, gerçi Bursa ne derece taşra olarak görülebilir ayrı bir soru. Bununla birlikte, kitabın yazıldığı döneme bakınca kitabın tam da Gezi olayları sonrasında kaleme alındığını görüyoruz. Bundan da güç alarak, belki de tam anlamıyla siyasetten bahseden bir anlatı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yazar, aslında anlatmak istediği şey olan siyaseti böyle bir hikayenin gerisinde bize sunmak istemiş olabilir. (Not: Kitaba dair yazarla yapılan söyleşiler vs vardır muhtemelen, ve yazar bu mecralarda bu konulara değinmiş olabilir. Buna dair hiçbir araştırma yapmadığımı belirtmek isterim.) Metnin farklı yerlerinde siyasetle olan ilişki daha elle tutulur bir hal alıyor. Örneğin, siyasi partilerin isimlerinde: DKEP (Dedemi Kanser Eden Parti), YKVMBP (Ya Kime Vereceksiniz Mecbur Bize Partisi), KİAP (Kimsenin İplemediği Atlar Partisi). Kitabı henüz okumayanlar bile bu ifadelerin aslında hangi partilere karşılık geldiğini az çok tahmin edebilir sanıyorum.
Siyaset sadece parti isimlerinde kendisini belli etmiyor. DKEP'den Kıyıdere belediye başkanı olan dayının konuşmalarında partinin vekilini veya il başkanı gibi partili kişileri, dayının hangi partili olduğunu anladınız herhalde, devamlı öne çıkardığını görüyoruz. Partizanlığın, adam kayırmacılığın ve memleketin hasbelkader idare edilmesinin (Demirel'in veciz ifadesiyle, "Bu ülke yönetilmez ancak idare edilir") farklı hallerini sayfa 196-201 arasındaki dalgıç sahnesinin çok iyi bir biçimde aktardığını düşünüyorum. Aslında teknik alet ve edevatla yapılması gereken bir dalma işinin daha ucuza gelsin diye kuzeni ve aynı zamanda bir belediye çalışanı olan Ayı Tufan Ağbi'ye yaptırıldığı bu sahneler, ufak bir belediyede bile işlerin nasıl yürüdüğünü göstermesi açısından önemli. Benzer bir durum: Çağlar'ın annesi, dayısının bir işini halledebilmek için aslında atmaması gereken bir imza atmak zorunda kalıyor, ve bu nedenle kadının zaten sorunlu olan psikolojisi daha fazla yara alıyor. Ahbap çavuş ilişkisi diye özetleyebileceğimiz bu türden ilişkilerin sisteme nasıl egemen olduğunu ve ufak yerlerde bile "sistemin aynı şekilde işlediğini" bilmek insana huzur (!) veriyor.
Bunları ve benzer sahneleri okurken aklıma Vavien filmi geldi. İzleyenler bilirler, orada da Sevilay'ın (Binnur Kaya) "vekilim" diye seslendiği ve gerçek adını bilmediğimiz Serra Yılmaz, kasabada ufak çaplı bir "kişisel ekonomik yarar bölgesi" oluşturuyordu. Belediyede yapılması gereken elektrik tesisatı işlerini, evinde kendisine yardımcı olan Sevilay'ın kocası olan Celal'e (Engin Günaydın) veriyordu. Kasabanın ekonomik politiği.
Kitabı okurken dikkatimi çeken bir diğer nokta da güzel eski günler motifinin hep yer adlarıyla karşımıza çıkması oldu. Çağlar'ın bahsettiği güzel zamanlar hep eskide kalmış ve mutluluk diyebileceğimiz duygu, hep eski mekanlarla özdeşleşmiş durumda. Güzel zamanlar eskide kaldı, tam da bu nedenle "Eski Bankacılar Lokali, Eski Atacan, Eski Ergun Düğün Salonu..." gibi mekanlar anlatıda eskiye duyulan özlemin birer nişanesi haline geliveriyor.
Yazar, Gezi olaylarının bir hayli içinde yer aldığını yaptığı tasvirlerle belli ediyor. Birbirleriyle ilgisiz görünen grupların parktaki tutumları ve pozisyonlarına yönelik olarak -aynı parti isimlerinde olduğu gibi- yine farklı adlar kullanıyor: Erkek Erkeğe Kadın Kadına Her Çeşit Öpüşme Hakkı Derneği, İnsanı Paradan Soğutan Müslümanlar, Oralara Basmayın Kooperatifi gibi. Çağlar'ın park ve etrafında yaşadıkları da en azından bir kısmıyla yazarın deneyim ve gözlemlerini yansıtıyor. Turizm işletmeciliği günlerinin hatırasını mayonez kıvamı tutturmaya çalışan Çağlar ve Mikrop'ta yansıttığı gibi.
Kitapta bunlardan başka dikkat çeken konular da var elbette: Çağlar'ın kız kardeşiyle olan garip ilişkisi, kız kardeşinin kendi görünüşünden utanması, Kıyıdereli gençler, Çağlar'ın kızlarla olan ilişkisi, babası ve annesiyle olan ilişkisi... Tüm bunlara burada yer vermek yazıyı fazlasıyla uzatmak olacağından bir yerde kesmem gerektiğini hissediyorum. Sistemin ve toplumun geldiği noktayı özetleyen Çağlar'ın cümleleriyle bitirmek istiyorum yazıyı:
"Kıyamet yakın mı diyorsun? İyi de bizim kıyamete ihtiyacımız yok ki canım Allahım! Temelinden sarsılıp yıkılmamış neyimiz kaldı ki bugün elimizde, daha başımıza neyi yıkacaksın? En azından bizim için, Türkiye açısından söylüyorum yani, çerçeveyi biraz daraltırsak, fakir kalmış ruhların ülkesi. Bizim için kopardığın kıyametle Danimarka'da kopardığın kıyamet aynı mı olacak şimdi? Bu mu ilahi adaletin! Tamam, ahlak da onlarda kalsın teknik de, ama böyle de çok güçlü olmadılar mı? Bize de ruh takviyesi yap o zaman."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder