Geçtiğimiz hafta 32. Gün programında yaşananlar, yalnızca “İslamcı” ve “laik” medyadan temsilcilerin Türkan Saylan üzerinden münakaşaya girmesi olarak okunur ve çağdaşlaşma üzerine farklı yorumların “aydınlar” nezdinde yansıması yönüyle ele alınırsa, çok önemli bir nüans unutulur: Türkiye’de eleştiri-eleştirel düşünce- kültürü, kanaat önderleri özelinde ve temsil ettikleri toplum genelinde tehlike sinyalleri vermektedir. Bu kültür monofobiktir, yalnız kalmaktan korkar, çünkü yalnızlık, geçmiş hatalarla yüzleşmeyi beraberinde getirir. Bu yüzden Türkiye’de eleştiri, ötekileştirici bir karaktere sahiptir; ötekisini yaratamamanın korkusuyla motive olur. Özeleştiriye müsaade etmeyen bu yaklaşım, kendini öteki olarak gördüğü üzerinden tanımlar, ahlak çerçevesini bu tanıma oturtur. Bu yaklaşım doğrultusunda “benlik”, kendine bir bayrak taşıyıcı seçer ve tartışmayı onun üzerinden yürütür. Öteki de aynı şekilde, seçilmiş bayrak taşıyıcıyı ahlaki açıdan yıkıntıya uğratma amacını güder. Peki ya o bayrak taşıyıcı gözden kaybolunca ne olur? Yerine bir yenisi konur, tartışma aynı çerçeveden sürdürülür. Fakat bu yeni temsilci seçilene kadar toplum ve “aydınlar”, bir boşluğa düşer. İşte bu boşluktur ki bizi yalnız bırakır, ahlaksız kılar.
Geçtiğimiz hafta televizyon ekranında, yalnızlığıyla yüzleşen insanların tartışmasını izledik. Bir anlamda yarattığı öteki ile yarattığı benliği kaybeden yalnızların çatışmasıydı bu. Anlamlandırılamayan yalnızlığın kimsesiz kalmış çocukları, yaslanacağı ahlaki çerçeveden yoksun, sözün bittiği, anlamın yittiği o anın içine sıkışıp karşımızda belirdi küfürleriyle. Ekranın solunda Vakit Gazetesi yazarı Sedat Arseven, sağında Cumhuriyet gazetesi yazarı Ümit Zileli ve Mehmet Faraç. Konuştukları şeyin bir kelimesini dahi anlamak güçtü. Birkaç tam cümle kurma denemesinin ardından, anlam tamamen kayboldu; uyumsuz kelimelerden oluşan, buyurgan ve saldırgan bir anlamsızlığa dönüştü.
“Aslında kaygımız, yalnızlığımızı çoktan bir yana itmiş, ondan artık kurtulmuş olduğumuzu sanmaktan ileri gelmiştir” der Octavio Paz Yalnızlık Dolambacı’nda. Haklıdır da; hayatın her evresinde yalnızlığımızı bastırmanın yollarını arar, bir yara gibi saklarız onu. Saklarız çünkü yalnızlık, insanın hatalarını bir başkasında arayamadığı, söz ve eylemin asıl sahibi olduğu ve dolayısıyla sorumluluğunu taşıdığı o andır. Ondan böylece kurtulduğumuzu sanırız fakat yara içten içe kaşınır, kaşıdıkça da kanar. Ahlak kabuğuyla kapanmış yalnızlık yarası, her kaşınmada biraz daha açılır ve altında insan, ahlaktan yoksun doğasıyla karşılaşır.
Toplumsal yaşam, bireyin yalnızlığına tahammülsüzdür çünkü yalnızlığa terk edilmiş birey, kendiyle yüzleşir. Anlamlar dünyasını toplumsalın gölgesinde değil, bireyselin ışığında oluşturma yoluna gider. Yalnız birey ötekisinden de mahrum kalır: ne dayanabileceği bir toplum, ne de akıl danışacağı bir buyruk vardır ahlak sistemini tamamlayan. Çevresi, bireylerden oluşan bir kitle tarafından sarılmıştır. Anın durağanlığında sıkışıp kalmıştır; ne içe dönebilir, ne dışa çıkabilir; ne paylaşımdır, ne de ayrılık. Yalnızlık diyalektiğidir bu Paz’a göre. Bu davranış uzun sürmez, izin verilmez, çünkü kitleleşen toplumun nazarında anarşiktir, reddedilir, cezalandırılır.
Bazen de kırılmalar olur. Ahlakı belirleyen doğruluk ve yanlışlıklar bütünlüğünün oluşturduğu normlarda sembolleşen bir şahıs artık yoktur. İnşa edilen ahlaki değerlerin temeli bir anda sarsılır, yara kaşınır, kabuk açılır. Sanki merhum, ölümüyle sadece bedenini değil de, bu dünyaya bırakmak istediği değerleri ve temsil ettiği fikirleri de almış, götürmüştür beraberinde. Kitleselliğin yapaylığında yoğrulan anlamlar yiter, harç tutmaz olur. Toplulukları bir arada tutan bağ, yalnızlığını anlamlandırmaya çalışan insanlarca sorgulanır. Hem de tüm ahlaksızlığı ile.
Yalnız kalma korkusudur kendimize ve ötekine anlam kazandıran. “Yalnızlık dolambacında yalnız başına çırpınıp duran, aynı zamanda birleşme ve bütünleşmeye çabalayan kişidir yalnız insan” Paz’ın sözleriyle. Yalnızlık dolambacında sıkışmış anın durağanlığında dans edip durmak ürkütür bizleri. Biz, maskeli balonun davetlileri, yalnızlığını farklı renk ve desenlerle süslenmiş maskelerle saklamaya alış(tırıl)mış insanlar. Sadece taktığı maskelerle siyasallaşabilen, doğalı dışlayan bir dünyada, maskesizliğin getireceklerinden korkarak yaşayanlar. O maskeler düştüğünde ise, sözcüklerimizin anlamsızlığını, peşinden koştuğumuz düşüncelerin ve bu düşünceleri gerçekleştirmek için yarattığımız ahlak sisteminin yanlışlıklarını görürüz. O maske düştüğünde, hepimiz altında yatan yalnız insanın farkına varırız.
Bu farkındalık ölesiye acıdır; çünkü kurgulamış farklılıkları ortadan kaldırır. Yalnızlık anında benliği ötekinden ayıran o yapay ayrım kaybolur. Bu sebeple televizyon ekranında Sedat Arseven de, Ümit Zileli de, Mehmet Faraç da birdir benim gözümde. Bir hiçliği temsil ederler. Maskesiz kalmış bireylerdir ve küfürleriyle yeni maskeler edinmeye çalışırlar. Fakat nafile. Yalnızlık ahlaksızdır ve ahlaksız olan güzeldir. Küfürlerdir ahlaksız ve güzel olan; yalnız başına çırpınıp duran o yalnız insanın bütünleşme, birleşme çabasını beraberinde taşıyan. Küfürlerle farkına varır insan, ötekisinden yoksun yalnız bireyin fikirlerini savunmadaki acizliğini. Ve küfürlerdir boşluğa savrulan, sonra dönüp tekrar sahibini bulan. Kavganın tarafları birbirlerini “ahlaksızlık” ile suçlayadursun, düşünmek lazım: ortada savunulacak bir ahlaki bütünlük kaldı mı ki bu “ahlaksız” suçlamalar yerini bulsun?