24 Temmuz 2010 Cumartesi

(Blogger) Sansürün(ün) Düşündürdükleri...


Bu yazı 2008’in bir Ekim akşamında blogger’a uygulanan erişim yasağı ile keyfim epeyce kaçmış bir halde kaleme alınmıştı. Bugün, 2010 yılının bir Temmuz gecesinde benzer tartışmaların yapıldığını görüyor olmak içimi sızlatıyor. Fakat bir yandan da iyimserliğimi korumak istiyorum: fikir özgürlüğünü savunmak için bunun gibi yüzlerce yazının kaleme alındığını, duyarlı insanların sokakları doldurarak protesto gösterilerinde bulunduğunu biliyorum. Demek ki söz ve eylem ile bir şeyleri değiştirebileceğimize dair inancı henüz kaybetmemişiz… Demek ki, umudumuz henüz sansürlenmemiş… Aşağıda yer alan eleştirel ve karamsar paragrafları, belki de biraz daha optimist bir gözle okumaya ihtiyacımız var, zaman zaman.




(Blogger) Sansürün(ün) Düşündürdükleri...

Önce pornomuzu elimizden aldılar...

Sandılar ki bireyin cinsel organıyla olan yakınlaşmasının önüne geçerek devlet dediğimiz, ne amaca hizmet ettiği muğlak bir avuç elitin toplum üzerindeki tahakkümünü sağlamlaştıracaklar. Cinsel kısıtlamalarla zihinsel iktidarsızlık yaratıldığı dünya üzerinde nerede görülmüş?

Oysa ki birkaç porno sitesinin kapatılmasıyla insanlar seksi daha az düşünür olmadı. Aksine, penislere ve vajinalara konulan sansür beyinlerin yeşermesi olarak geri tepti: Yasağı aşmanın yeni yöntemleri geliştirildi. Toplumun her kesimi bu sayede birer bilgisayar (ve İnternet) uzmanı kesildi. Daha önce bilgisayarın hiç bilinmeyen dosyalarına girildi, internet seçenekleri değiştirildi.

Bunun sonucunda Türkiye'de en çok ziyaret edilen İnternet sitelerinden biri olan YouPorn, hala ziyaret edilen başlıca sitelerden biri olarak yerini korudu.

Sonuç: Freud'a göre insanların çocukluğundan itibaren düşündüğü cinsellik, türlü engeli aştı. İnsanlar, iyimserliklerini korudu. İnsanın düşünme yetisine birkaç yasakla ket vurulamayacağı pekiştirilmiş oldu.

Fakat bu sonuçtan siyasi erkler gerekli dersleri çıkaramadı, çünkü sonuç, beklenenden çok farklıydı. Devletin gözünde toplum, üzerinde çeşitli deneylerin gerçekleştirilebileceği sosyolojik bir olguydu, birey ise bu olguyu oluşturan itaatkar parçalardan her biri. İkinci deney aynı platformun farklı bir alanında tekrarlandı. Bu sefer fikir alışverişinin yapıldığı sitelere erişimi engellediler. Wordpress gitti, Youtube gitti. Cinsellik, yerini Türkiye'de konuşulması ve tartışılması pek hoş karşılanmayan iki konuya bıraktı: Atatürkçülük ve din. Yasaklar bu iki konunun “hassasiyeti” gerekçelendirerek meşrulaştırılmaya çalışıldı. Kısaca belirtmek gerekirse, Atatürk'e ve İslam'a (ve “İslam'ın 21. yüzyıl temsilcisi” modern peygamber Harun Yahya'ya) hakaret ettiği gerekçesiyle her iki siteye de erişim engellendi. İşin trajikomik tarafı ise, pek çok kişinin bu hakaret içeren videoların ve yazıların varlığından bile haberdar olmamasıydı.

Devlet, bir nevi kendi yarattığı “tehdit unsurlarını” sebep göstererek insanların neyi izleyip neyi izleyemeyeceğine, ne konularda yorumda bulunup bulunamayacağına karar veriyordu.

Sonuç: Sansürlerin ikinci kademesinde sonuçlar gitgide somutlaşmaya başladı. Öncelikle devlet, pornografik sitelere uyguladığı erişim yasağının seviyesini biraz daha artırarak, alternatif yöntemlerle girişi biraz daha zorlaştırdı. Bu, topluma, devletin her zaman “mutlak güç” olduğunu hatırlatmaya yönelik bir mesaj olabilir. Aynı şekilde, erişim yasağının “yasal olmayan” yöntemlerle kısa süre içerisinde yeniden delinmesi sonucu, gücün aslında ne kadar muğlak olduğunun bir örneği olarak da görülebilir. Fakat şu bir gerçek ki Youtube, Wordpress vb. sitelerle gelen ikinci dalga sansür sonucu devlet, aslında sansür konusunda ne kadar inatçı olduğu ve olacağının sinyallerini pekala vermiş oldu.

Ve 24 Ekim 2008. Sansürlerin son ayağı, Türkiye'de ve dünyada erişimin en geniş olduğu bir günlük (blog) sitesinin yasaklanmasıyla geldi. Neden? Bu sorunun yanıtını kimse bilmiyor çünkü herhangi bir blog sitesine girerseniz, büyük harflerle yazılı “BU SİTEYE ERİŞİM MAHKEME KARARI İLE ENGELLENMİŞTİR” ibaresi dışında bir açıklama görmüyorsunuz. Devletimiz, artık bir açıklamayı bile biz itaatkar kullarına çok görüyor.

Toplumun bir kesimi haykırıyor fakat kimse duymuyor, ya da duymamazlıktan geliyor: Kim Atatürk'e ne laf etmiş bilelim, bu lafları neden sarf etmiş öğrenelim. Harun Yahya ile Richard Dawkins'in alıp veremediği neymiş, bu garezi yaratan konunun temelinde hangi savlar yer alıyormuş araştıralım ve tartışalım. Öğrenelim ki duymak istemediğimiz şeyleri susturma yoluna gitmek ve böylece problemleri hasır altı etmek yerine, onlara karşı argümanlar geliştirmeyi bilelim.
Aksi takdirde münazara yeteneğinden yoksun bir toplum kendi içindeki sorunları çözmek için kendi susturma yöntemlerini uygulamaya sokacaktır. Belki de amaçlanan türden bir toplum, tam da bu eylemi yerine getirmeye yönelik programlanmış bir robottan farksızdır.

Kulaktan kulağa dolaşan yeni haberlere göre sansürün arkasında aslında pek de şaşırtıcı olmayan yeni bir güç peydahlanmış durumdadır. Buna ister medya deyin, ister büyük sermaye... ikisi de aynı kapıya çıkıyor, çünkü her ikisi de, insanın, aynı ilk iki sansür dalgasında olduğu gibi, düşünen birey olarak değil, birer meta olarak değerlendiriyor ve insanla olan ilişkisini bu yargıya göre belirliyor.

Şu an geriye dönüp baktığımızda, düşüncelerimizi kısıtlamaya ve eylemlerimizi kontrol altına almaya çalışan devletin, gerek üretilmiş korkular, gerek yıkıl(a)maz tabular ve gerekse, büyük sermaye ve/ya medyanın istekleri doğrultusunda kararlı adımlar attığını görüyoruz.

Ve bu henüz başlangıç.

Sonuç/suz: Yakında sansüre de sansür gelecek. Sansürün ne demek olduğunu, ne amaca (ya da amaçsızlığa) hizmet ettiğini yavaş yavaş unutacağız. O zaman, bazı düşünceleri sadece kulaktan kulağa, ya da asansör boşluğunda aktarmak bize pek normal gelecek. Aydınlanma sonrası kırmaya çalıştığımız pek çok tabu, yeniden karşımızda yükselecek. Otorite, sivri dişli, tek başlı fakat çok uzuvlu bir canavar olarak belirecek... öyle ki onu sevmeyi öğrenmek mecburiyetiyle yaşayacağız. Tabuları argümanlarla kıramadığımız bir ortamda sistemi oluşturan bazı değerleri -örneğin güç odakları ve hak talepleri- yeniden tanımlamaya başlayacağız. İlkinden altımıza işetircesine korkacağız, ikincisinin ise ne demek olduğunu unutacağız. Ve korkum şu ki, literatürümüze giren yeni terimler, bize yeni bir Aydınlanma sunmayacak... çünkü temelinde hak talebi yatmayan haykırışların her biri cevapsız kalacak. Oluşturulmaya başlanan ve ana besini korku olan yeni toplumda birey, özgünlüğünü kaybedecek. Özgünlüğünü kaybeden birey ise önce özgürlüğünün, sonra ise bireyselliğinin anlamını unutacak. Ve o an gelecek, Arendt'in bundan yarım asır önce belirttiği gibi insanı insan yapan ve eyleme gücünde saklı olan öngörülemezliği, yeganeliği ve doğallığı tamamıyla kaybedeceğiz. Ali Ahmet, Ahmet Yusuf, Yusuf Oğuz olacak, onları birbirinden ayıran tek farklılık dış görünüşleri kalacak.

Bunun gibi pek çok yazı inanıyorum ki eşzamanlı olarak kaleme alınıyor... birkaçı bir yerlerde yayınlanma şansı edinip binlere, yüz binlere ve belki de milyonlara ulaşıyor.

Söz uçar, yazı kalır deniyor... fakat bu ülkede yazı da uçuyor, hem de bazıları mıh gibi akıllarda kalması gerekirken. Düşünüyorum da bu ve bunun benzeri yazılar belki de yazılmamalı çünkü bu ülkede kalemler kılıç işlevi görmüyor.

Bu ülkedeki kurşun kalemlerin ucu teker teker kırılıyor... tükenmezlerin mürekkebi biteli ise çok oluyor.

1 yorum:

Okan Yüksel dedi ki...

İnternetin sunduğu özgür ortam her geçen gün biraz daha yara alıyor. Ne yazık ki yüzlerce siteye erişim engellenmekte. Daha da kötüsü bu sayı her geçen gün katlanarak artıyor. Yapılan yasal düzenlemeler, sansürün önüne geçmek bir yana, sansürün önünü daha da açıyor.