14 Kasım 2010 Pazar

Kitap Eleştirisi: Antropoloji Tarihi


Antropoloji Tarihi
Thomas Hylland Eriksen ve Finn Sivert Nielsen
İletişim Yayınları, 2010, 296 sayfa
Çeviren: Aksu Bora

Antropoloji bilimi nedir; neyi araştırır, nasıl şekillenmiş ve günümüzdeki konumuna gelmiştir? Antropoloji, bugünün halklarını anlamak adına bize ne gibi kuramsal perspektifler kazandırmıştır ve bu perspektifler, farklı disiplinlerin etkisinde, ne gibi dönüşümler geçirmiştir? Kabaca özetlemek gerekirse, elimizdeki kitap bu sorulara yanıt arıyor.



Her bilimin temelinin, derin bir dürtü olan merak sonucu atıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nasıl ki insan vücudunu kavrama merakı tıbbı, bir yaratıcı peşinde koşma merakı felsefeyi, yıldızların konumu ve hareketi astronomiyi, toplumsal dinamiklerin anlamı sosyolojiyi tetiklemişse, kabileler halinde yaşayan insanların yalnız olmadığı düşüncesi, henüz 1500’lü yıllarda ve hatta ilk yazılı kaynaklara da bakılırsa, çok daha öncesinde araştırmacısının beyninde filizleniyor ve böylelikle birbirlerine bazı yönleri ile benzeyen, pek çok yönüyle ise birbirinden farklılaşan o “uzaktaki insanların”, yani komşularının varlığını keşfetme sevdası, antropoloji biliminin temellerini oluşturuyor. Bu merak uğruna pek çok maceraperest araştırmacı, kraliyet fonlarını ve araştırma burslarını, uzun soluklu gözlemlere ayırıyor – “farklı” toplumların sistemini çözümlemeye girişiyor ve bir anlamda, “farklılığın” nelerden kaynaklandığını ve etkileşimlerin dinamiğini irdeliyordu.

Elbet antropolojinin çıkışı ve gelişiminin, salt masumane bir meraktan kaynaklandığını savunmak, naif bir yaklaşımın ürünü olacaktır. Çünkü araştırmalar bir yandan bilime hizmet ederken, diğer yandan, kolonileri daha yakından tanıma ve zaman zaman da yeni kolonizasyon yöntemleri geliştirme imkanı tanıyor. Özneyi daha iyi anlama çabası, kimi araştırmalardaki hermenötik önyargılar sonucu öznenin nesnelleşmesine dek varabiliyor. Post-modern çağın yapı-bozumsal çözümlemeleri de tam olarak bu sürecin aydınlatılmasına hizmet ediyor. Yani, bilimsel bulguların yorumlanışı sonucu üretilen bilginin dahi ardında belirli bir güç ve iktidar ilişkisini sakladığını ve bu ilişkiyi sürdürdüğünü ortaya atıyor. İşte bu eleştiri, antropologların dayanabileceği tüm kaideleri, yani her türlü “Arşimed noktası”nı, yerle bir ediyor, antropologun bulgularını her zaman bir yönüyle eksik ve eleştiriye açık kılıyor. Bu öz eleştirel yaklaşımın ise, antropoloji bilimini garip bir çıkmazın içine sürüklediği söylenebilir. Bir yönüyle bu çıkmaz, bilimin eleştirelliğini koruması ve tartışmalar üzerinden kendini devam ettirmesine ve hatta ileri taşımasına olanak tanırken, diğer yönüyle ise araştırmacıya yüklenen ahlaki sorumluluk, her bulguya eleştirel ve kimi zaman yıkıcı bir tutum ile yaklaşılmasını zorunlu kılıyor. Bu çelişki göz önünde bulundurulduğunda, akademisyenler arasında en kırıcı kavgaların neden antropologlar arasında yaşandığı daha iyi anlaşılabilir.

Bir bilim olarak antropolojiden söz etmemiz ise, bir başka tartışmanın odak noktasında yer alıyor. Her ne kadar geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılda antropolojinin bir bilim olarak kategorizasyonu halen tartışılıyor olsa da (bu tartışmalar, günümüzde de devam etmektedir) ve bir disiplin olarak antropoloji, inter-disipliner araştırmaların revaçta olduğu günümüzde epistemolojik kırılmalara maruz kalsa da bugün, sosyal/kültürel, arkeolojik, linguistik/dil bilimsel ve biyolojik dalların bir araya getirdiği “tartışmalı” bir bütün olarak antropoloji adı altında bir bilimden söz edebiliyoruz. Toplum, kültür, insan ve işlevleri üzerine farklı yorumlamalar devam ettiği müddetçe sürmesi olası tartışmalar, antropoloji bilimine farklı yaklaşımlara içkin kırılmaları beraberinde getiriyor. Antropoloji de sosyoloji ve siyaset bilimine benzer bir biçimde farklı “okulların” ve bu okulları temsil eden ülkelerin çatışması üzerinden ilerliyor: bu çatışmalara örnek olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinde difüzyonist, evrimci ve yapısal işlevciler, ortasında formalist ve öznelciler, ikinci yarısında ise ekolojistler, modernistler, ekonomistler ve post-modernistler arasındaki fikir ayrılıkları gösterilebilir.

Eriksen ve Nielsen’in literatüre yapmış olduğu bu değerli katkı, Aydınlanma öncesi dönemden Keşifler Çağı’na ve “ Dört Kurucu Baba”dan (Boas, Malinowski, Radcliff-Brown, Mauss) bugüne kadar antropolojide bilimselleşme yolunda atılan adımları, içerdiği tüm fikir ayrılıkları ile birlikte oldukça kapsamlı bir biçimde okurlarla paylaşıyor. Antropolojiye yaklaşımları, entelektüel bir kaotizm penceresinden bizlere aktaran yazarların bu yaklaşımı kanımca kitabı, tarihsel bir okumanın yanında, faydalı bir beyin egzersizine dönüştürüyor; kolaya kaçarak yapılabilecek özcü okumalara alternatifler sunuyor. Her ne kadar kitapta sunulan materyal damıtılmış bir biçimde okura sunulsa da yazarların, belirli bir tarihsel çerçeve içerisine yerleştirdiği anlatımları kendi içerisinde akıcılığı barındırıyor. Bu açıdan elimizdeki kitaba salt bir tarihsel anlatı olarak değil, aynı zamanda insan biliminin eleştirel bir anlatımı olarak bakabiliriz.

Kitabı okuduktan sonra, giriş paragrafında yöneltilen sorulara tek bir yanıt almadığımızı da söyleyebiliriz. Aksine, ilk antropolojik gözlemler olarak adlandırılabilecek Heredot’un aktarımlarından Vespucci’nin anlatımlarına ve bugünün kültürel, post-yapısalcı ve biyolojik tartışmalarına kadar geçen yaklaşık bin beş yüz yıllık süre zarfında araştırmacıların insan, toplum ve kültür kavramlarını farklı yöntemler sonucu tanımlaması ile birlikte bir bilim olarak antropolojinin sınırlarını belirlemek kolay değil. Dahası, antropologların Weber ve Durkheim ile hayatlarının farklı evrelerinde değişken ve yer yer kaprisli bir ruh hali ile flörtleşmesi sonucu, yaklaşımların da zamanla değişkenlik gösterdiğini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Gözlemlerini holistik bir çerçevede değerlendirmek isteyen ve bütünsellik arayışındaki araştırmacı, kimi zaman Durkheim’ın yapısal işlevselciliğine yakınlaşsa da, analizlerini yapısal bir perspektife indirgemek istemeyen araştırmacı, kültürel görececi bir eğilim ile Boas’ın tarihsel tikelci kategorisinde kendine yer bulabiliyor. Bu anlamda pek çok antropolog, antropolojiyi bütünsel bir bilim olarak görse ve toplumlara irdelenmesi gereken sistemler (değerler bütünlüğü) olarak yaklaşsa da farklı tarihçi, filozof, psikolog, dil bilimci ve sosyologların teorileri ile etkileşim içerisinde bulunarak yeni kuramsal yollara öncülük ettiler, din, dil, mit ve ritüeller, semboller vb. kavramları yeni tanımsal pencerelerden yorumladılar. Yazarların kitabın önsözünde de belirttiği gibi, sorulan sorular aynı olsa da bilgi çağına doğru hareket ettikçe konular, bir dizi dönüşümden geçti.

Kitap her ne kadar antropoloji hakkında temel bilgileri barındırıyor olsa da, tarihselliği içerisinde yer bulan eleştiriler, özellikle Türkiye’deki toplumsal ve siyasal dinamiklere vakıf okurlar için zihin açıcı olabilir. Türkiye’de lisans seviyesinde dokuz, lisansüstü seviyesinde ise sadece beş üniversitede antropoloji eğitiminin veriliyor olmasından yola çıkarak, antropolojinin henüz yeterince benimsenmemiş ve keşfedilmemiş bir alan olduğunu savunabiliriz. Fakat farklı dil ve dinin farklılaşan biçimlerde sahnelendiği bir coğrafyada, henüz gerçekleşmeyen keşiflerden söz etmek, sorunu kolaya indirgemek olarak da yorumlanabilir. Türkiye’de özellikle son dönemde önem kazandığını söyleyebileceğimiz sosyolojik araştırmaların, antropolojik analizlerden ne denli beslendiğini görmek açısından, Eriksen ve Nielsen’in kitabı, iyi bir referans olarak gösterilebilir. Kitabın konjonktürel bir biçimde ele aldığı antropolojinin dönüşümü ve yükselişinin, bu dönüşüme sebep olan sorular ön plana çıkartılarak okunduğu takdirde, içinde yaşadığımız topluma da ışık tutacağını düşünüyorum. Milenyumları devirmiş ve farklı biçimlerde cevaplanmış antropolojinin temelini oluşturan soruları bugün, biraz olsun cevaplama çabamızın, çok kültürlü bir toplumu daha iyi anlamamız adına faydalı bir çalışım sunacağına inanıyorum. Elimizdeki kitap ise, bu soruların farklı bağlamlarda nasıl sorulduğunu ve cevaplandığını görmemiz adına referans bir metin oluşturacaktır.