12 Ağustos 2011 Cuma

Babil Kulesi’nde dilsiz kalmak: Elif Şafak’ın İskender’inde dil ve üslup sorunu


Alper H. Yağcı

Yapay bir dille karşı karşıyayız. Soyu sopu ve göndergeleri farklı dil parçaları, zaten herbiri bir melezliğin veya göçmenliğin ürünü olan karakterlerin ağızlarına neredeyse rastgele serpiştirilmiş. Bir cümlede Kürtçe ünlemlerle bezeli bir taşra ağzıyla konuşan karakter, aynı diyaloğun bir sonraki cümlesinde sanki Gossip Girl oluveriyor. Üst üste konulan diller, kendilerine yüklenmek isteyen anlamı taşıyamamış da birbirlerinin üzerine çökmüş sanki. Bir çokdillilik beklerken dilsizlik buluyoruz. Araf romanındaki gibi, kendini evinde hissettiği bir dünyadan bahsederken inandırıcı olabiliyordu Şafak’ın dil oyunları. İskender’de evinden çok uzağa düşmüş, dilini kaybetmiş. Tüm bu üslup sorunları, aklınızda kalacak imgelere, teşbihlere, belki birkaç yıl kulağınıza küpe olacak özdeyişlere hiç rastlamayacaksınız anlamına gelmiyor. Ülkenin en popüler yazarı Elif Şafak’tan bu kadarını da bekliyoruz zaten. Ben daha fazlasını bekliyordum, hayal kırıklığına uğradım.


Elif Şafak’ın İskender romanı (Doğan Kitap, 2011) blog’umuzda daha önce Zadie Smith’in White Teeth ('İnci Gibi Dişler') romanına benzerliği bağlamında ele alındı. Burada İskender’i o meseleye değinmeden kısaca incelemeye çalışacağım.

İskender, Urfa kırsalındaki bir Kürt köyünden İstanbul’a ve Londra’ya sürüklenen bir ailenin hikayesi. Öncelikle, şimdiye kadar hep olumsuz yargılarla anılan romanın belki gözden kaçan önemli bir katkısına dikkat çekmek gerekiyor: Kitap, Kürt kahramanlarının yoksulluklarını, yersiz yurtsuzluklarını, dilsizliklerini geniş bir anaakım okur kitlesiyle paylaşıyor. Türkiye kamuoyuna Kürt bir kahramana sempati duyma, onunla empati kurma fırsatını sunuyor. Bu anlamda ilerici bir siyasi rol oynamaya soyunmuş. İçinden geçtiğimiz savaşkan ve netameli günlerde bunu sevinçle karşılamalı. Kitabın konusu doğrudan doğruya Kürt sorunu olmadığı, aksine Kürt olmayanların da kolayca özdeşlik kurabileceği bir ‘Avrupa’ya göç etme ve ayrımcılığa, ırkçılığa, kimliksizleşmeye maruz kalma’ hikayesi olduğu için, bu rolü daha kolay oynayacaktır. Ayrıca diğer Elif Şafak romanlarından alışık olduğumuz, kimliklerin melezliğine, geçişkenliğine, tesadüfiliğine yapılan vurgu, ayrımcılık karşıtı mesajlar, bu romanda da – belki didaktikliği ve dindarlığı biraz artarak – yerlerini alıyor. Bu açıdan, mutlaka pek çok dile çevrilecek olan eser evrensel boyutta da olumlu bir iletişimsel işlev görmeye talip.


Ben kitabın bu boyutunu ele almayacağım. Tüketici bir çözümleme yapmayacağım. Yalnız dil ve üsluba dair birkaç saptamada bulunacağım. Zira kitabın o konuda çok ciddi sorunları var.
Malum, Şafak’ın kitaplarının bazılarını İngilizce yazıp çevirmenler vasıtasıyla Türkçe’ye aktarması çok sözü edilmiş, eleştirilmiş bir durum. ‘Küreselleşen dünyamızda’ bu tür vakalara muhtemelen daha çok rastlayacağız. Bir bakıma, yazarın bu durumu gittikçe dünyanın durumunu yanısıtıyor. O açıdan sırf Türkçe yazmıyor diye bir önyargıyla yaklaşmak pek akıl karı olmayabilir, biz sonuca bakalım, meyveleri bir tadalım. Ne yazık ki bu açıdan bakıldığında İskender iyi tat vermiyor.
 

Böyle melez bir metnin üslubunu eleştirirken nasıl bir kıstas kullanılacak, o muamma. Normal bir çeviri işinde, çevirmenin metnin anlamını, değerini, duygusunu yeni bir dilde yeniden üretip üretemediğine bakılır. Bu açıdan çevirmen aslında bir yaratıcı rol üstlenir; bir sanattır yaptığı. Fakat metnin ilk yayınlandığı hal, tercüme edildiği dildeki hali ise, ve orjinal metin, tercümesinden önce okuyucu karşısına çıkmamışsa işler karışıyor. Bu durumda sorumluluk iyice çevirmenden yazara kayar herhalde. Ne de olsa eserin kamuya açık ilk versiyonu budur ve yazar buna imzasını atmıştır.
 

Kitabı İngilizce kaleme alan Elif Şafak. Türkçe’ye çeviren, iç kapak sayfasından öğrendiğimiz kadarıyla “Omca A. Korugan (Yazarla birlikte)”. Çevirmenin adı, veya kitabın çeviri olduğuna dair başka bir işaret ön ya da arka kapakta yer almıyor. Demek ki Türkiye’de yayımlanan metnin sevabını günahını çevirmenle paylaşma konusunda çok istek göstermemiş yazar. Bizim de buradaki üsluba dair eleştirimizin adresi öncelikle Elif Şafak’tır, öyleyse.
 

Önümüzdeki metin çok kaynaklı bir dilde yazılmış. Ben kabaca dört damar tespit ediyorum.
 

-Birincisi, benim Türkçe düblajlı Amerikan filmlerinden tanıdığım, ancak Türkiye sokaklarında pek duymadığım bir dil: “şapşal, beceriksizin tekiyim, seni palyaço, hey ufaklık, aynasızlar, amma uçukmuş [cool karşılığı kullanılıyor olsa gerek], aman Tanrım, kapa o kahrolası çeneni...” Önemli bir noktayı belirteyim, bu dil kitapta yalnız İngiliz karakterlere değil, tüm karakterlere yakıştırılmış.
 

-İkincisi bir tür argo, şehirli gençlerin kullandığı bir sokak ağzı: “çakozlamak, manita, moruk, denyo, tıfıl...”

-Üçüncüsü, Urfalı Kürt karakterlere tayin edilen bir tür taşra/avam dili, aslında belli bir yöreyi çağrıştırdığı pek yok ama araya serpiştirilen Kürtçe kelimeler bize bunun bir tür Doğu ağzı olması gerektiğini anlatıyor: “istemiyom, gayrı, mala min [Kürtçe ‘evim, yuvam’], lan, babanı atanı utandırmayasın, he ya, sultanım...” İyice kafa karıştırıcı olan nokta, Kürt karakterler ister Türkçe, ister Kürtçe konuşmakta olsunlar (mesela metnin anlatıcısı bazı karakterlerin yalnızca Kürtçe konuşabildiğini bildiriyor) okuyucu söyleneni bu muhayyel Doğu Anadolu Türkçesindeki haliyle duymakta! Bu arada merak ediyorum, erkek çocuğuna sultanım diye hitap eden bir anne tanıdınız mı hiç?
 

-Dördüncüsü, seyrek rastlanan ve metindeki yerini yadırgadığı belli bir Osmanlıca: “Ateşin [ateşli], berdevam [devam etmekte olan], diğerkâm [kendini değil diğerini gözeten]...” Tevekkeli değil, yeni yayınlanan bir röportajında, romanı yazarken yanında Osmanlıca sözlük bulundurduğunu ve arada bir açıp rastgele kelimelerin anlamlarına baktığını söylüyor yazar.
 

Bu soyu sopu ve göndergeleri farklı dil parçaları, zaten herbiri bir melezliğin veya göçmenliğin dölü olan karakterlerin ağızlarına neredeyse rastgele serpiştirilmiş. Bir cümlede Kürtçe ünlemlerle bezeli bir taşra ağzıyla konuşan karakter, aynı diyaloğun bir sonraki cümlesinde sanki Gossip Girl oluveriyor. Rastgele seçilmiş bir örnekte, aktar ve ebe Cemile, Suriye sınırında kaçakçılık yapan bir adamla, köyündeki evinde sohbet ediyor, köylünün kendisi hakkında çıkardığı batıl dedikoduya dair:

‘Cin taifesinden koca mı?’ Cemile güldü elinde olmadan. ‘Korkarım herkes gibi insanım ben de. Hayatım sandığından sıkıcı.’ (sf. 261)
 

Ayıptır söylemesi, Boğaziçi Üniversitesi’nden üç diplomam var, Amerikan filmlerinden öğrendiğim ‘korkarım’ tümlecini böyle günlük bir sohbette rahatça kullanacak kadar beyazlaşamadım şu güne kadar. Cemile becermiş. Şaka bir yana, burada Elif Şafak’ın zihnindeki farklı anlam dünyaları arasında bir çeviri sıkıntısıyla karşı karşıyayız. Karakterler ne tür bir gerçeklikte, hangi dilde, hangi dilin gölgesinde var olduklarını şaşırmışlar.
 

Bir başka örnek... Londra’da yaşayan İskender, İngiliz kız arkadaşıyla kafede buluşur ve onu şöyle selamlar: “N’aber güzellik?” (sf. 164). Bu herhalde “what’s up, beauty?” ifadesini Türkçeleştirme teşebbüsü olacak. Nitekim beauty kelimesini sözlükte ararsanız her şeyden önce ‘güzellik’ kavramına karşılık geldiğini görürsünüz. Fakat burada kullanılan beauty, bizim ‘güzellik’ dediğimiz kavrama karşılık gelen beauty değil. Bu, ‘güzelim’ dediğimiz hitaba karşılık gelen bir beauty. Örneğin İtalyanlar da bellezza kelimesini aynı şekilde çift anlamlı kullanır. Sorun şu ki, ‘güzellik’ kelimesi Türkçe’de böyle bir çift anlama sahip değil; yani bir hitap olarak kullanılmıyor. Burada çevirmen bir ikilem içinde kalmış olsa gerek: Semantik bir arıza yaratacağını bile bile bir sözlük çevirisi mi yapmalı; yoksa Türkçe yaratılmadığı, Türkçe düşünen bir kafada kurgulanmadığı fazlasıyla açık olan bir metni dilimiz için baştan yaratarak yazarlık payesini kısmen Elif Şafak ile paylaşmalı mı?
 

Yapılan tercih hayırlı olmamış. Yapay bir dille karşı karşıyayız. Bunca değişik kaynaktan beslenen yazar, zengin, çok katmanlı bir dil yaratamıyor. Üst üste konulan diller, kendilerine yüklenmek isteyen anlamı taşıyamamış da birbirlerinin üzerine çökmüş sanki. Bir çokdillilik beklerken dilsizlikle karşılaşıyoruz.


Dikkat ediniz ki dilin yapay olması illa ki yazarı yarı yolda bırakmak zorunda değil. Kemal Tahir, Devlet Ana’da güya bir 14. yüzyıl Türkçesi konuşturur romanın Osmanlı kahramanlarına. Bu elbette ki gerçekten döneme ait bir dil değildir – öyle olsaydı okuyucu kitlesinin büyük kısmı eseri iyi anlayamazdı zaten. Daha ziyade çeşitli dönemlerdeki tarihi metinlerden olduğu kadar çağdaş orta Anadolu ağızlarından ve galiba biraz da Azerice’den derlenmiş muhayyel bir dildir (bu saptama Berna Moran tarafından dile getirilmişti yanlış hatırlamıyorsam). Fakat usta yazar Tahir, kurduğu dünyaya, kurduğu dile okuyucuyu inandırır. Örneğin diyaloglardaki mizah öylesine keyif vericidir ki, bu dilin gerçekten var olması gerektiğini düşünürsünüz. İnandırıcı olmak için sıradan olmak şart değil yani. Calvino’nun, Borges’in, Tolkien’in, Philip K. Dick’in fantastik dünyaları benim için gözümle gördüğüm pek çok şeyden daha gerçektir.

Orhan Pamuk, Sessiz Ev’de dünyasına, bilincine çok uzak olduğunu tahmin edebileceğimiz bir karakteri romanının baş kişilerinden yapar: Yirminci yüzyıl başlarında yetişmiş, körü körüne muhafazakar ve kara cahil bir ihtiyar taşra kadını. Pamuk’un tüm eserleri kendi olmak meselesine dair ya; yazar da kendisini çok iyi tanıyor, nerede kuvvetli nerede zayıf olduğunun farkında. Zaten bir diyalog üstadı olmadığını biliyor. Bu yüzden kadını romanın diğer kahramanlarıyla değil, sadece kendi kendisi ile konuşturuyor. Bu iç sesi kurarken bir taşra ağzı kullanmak gibi bir işe hiç girişmiyor – ‘bunun hiç inandırıcı olmayacağının farkındaydım’ gibi bir şey der bir ropörtajında. Sonuçta Pamuk’un en unutulmaz karakteri çıkmıyor ortaya ama iğreti de durmuyor. Elif Şafak da özellikle 1950’ler 60’lar Urfa kırsalında geçen bölümleri diyaloglar üzerinden kurmama stratejisini benimseyebilirdi. Benimsememiş ve hata etmiş bana kalırsa. Araf ('The Saint of Incipient Insanities') romanındaki gibi, kendini evinde hissettiği bir dünyadan bahsederken inandırıcı olabiliyor Şafak’ın dil oyunları. İskender’de evinden çok uzağa düşmüş, dilini kaybetmiş.


Yakın dönemin popüler medyasında romanlar için tek bir değerlendirme kıstası var gibi görünüyor: ‘Akıcı bir dille yazılmış, keyifle okunuyor.’ Hakkını verelim, keyif vermeyen edebiyat başka hiçbir işlevini yerine getiremez, akıcı olabilmek ise en sofistike yazar için dahi gerekli bir üslup özelliği. Fakat kimileri için bu ‘akıcı dil’ okuyucuyu durup düşünmeye itmeyen, kafasını rahat bir yastık gibi okşayan, talepkar olmayan üslup anlamına geliyor; ne bir eksik ne bir fazla. Bu formülü yakaladınız mı sırtınız yere gelmez. Üç beş kişiye dert anlatabilen ukala entellere (!) karşı halk için, gerçek okuyucu için yazan samimi yazar olursunuz.
İskender’in dili benim için bir türlü akamadı. Dikişini bu denli gösteren, böylesine tökezleyen bir dilde kurulmuş bir hikayenin dünyasına ben giremedim. İnanamadım o dünyanın gerçekten var olduğuna. Daha 58. sayfada konsantrasyonumu kaybedip kitabı bir kenara bırakma isteği duydum. Biliyorum ki geri kalan 385 sayfada yazar binbir çeşit karakterin içine girmeye çalışacak, ayrımcılığa ve ataerkil muhafazakarlığa karşı gözden kaçması olanaksız mesajlar verecek, sıradan şeylerin içindeki mucizelerden (“tesadüf olmayan tesadüfler”) Latin Amerika büyülü gerçekliğinin popüler örneklerini izleyen bir tarzda dem vuracak, kaderci bir Tanrı inancı telkin edecek... Ve fark ettim ki ben bunları hiç merak etmiyorum. Kendimi zorlayıp bir görev ifa etmek üzere bitirebildim kitabı. Romanın temel dramatik çatışkısının kitabın ilk üç sayfasında olup bitmiş bulunması bu meraksızlığımda pay sahibi oldu sanırım (gerçi kitabın sonunda bir sürpriz var ama bir sürpriz olacağı sona gelene kadar fark ettirilmediği için merak uyandıran bir olay örgüsü var denemez).

Tüm bu üslup sorunları, aklınızda kalacak imgelere, teşbihlere, belki birkaç yıl kulağınıza küpe olacak özdeyişlere hiç rastlamayacaksınız anlamına gelmiyor. Eğer çeviriler iyi yapılırsa Türkçe dışındaki dillerde yayımlandığında roman olumlu eleştiriler alacaktır muhtemelen, bu nedenden ötürü. Dikkatimi çeken bir parçaya burada yer vermeliyim, en azından yazım sona ererken iyi bir tat bıraksın diye:

Roksana’ya aşık olmak, uzaklardan geçen bir gemiyi seyretmeye benziyordu. Adem elini gözüne siper etmiş, bir kaya gibi kıpırtısız duruyordu kıyıda. Gemiyse gözünün önünde durmaksızın ilerlemekteydi. Fazla hızlı değil, hiç acele etmeden, neredeyse fark edilemeyecek yavaşlıkta veda ediyordu, anbean, günbegün. Roksana’nın onu terk etmekte olduğunu biliyordu Adem. Beraberliklerinin günleri sayılıydı. Ondan milim milim uzaklaşıyordu kadın. Adem’in tek yapabildiği öylece durup onun ufukta minicik bir nokta haline gelişini seyretmekti. (sf. 202)

Bu imge, edebiyat adına güzel bir miras; böyle güçlü bir imgeden Stendhal da kendinden bir şeyler bulabilirdi, Rafet El Roman da. Henüz piyasaya çıkmadan 200 bin satan kitabın müellifi, ülkenin en popüler yazarı Elif Şafak’tan bu kadarını da bekliyoruz zaten. Ben daha fazlasını bekliyordum, hayal kırıklığına uğradım.

4 yorum:

Mehmet Kavaklıoğlu dedi ki...

Sayın Yağcı,
"anaakım okur kitlesi"ndeki "anaakım" sözcüğü de İngilizce "mainstream"in Türkçesi olmalı.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Mehmet Kavaklıoğlu

Adsız dedi ki...

Anaakım kelimesi dilimize yerleşmiş bir kelime olup zihinsel bir çeviri değildir. "Anaakım medya", "anaakım sinema" gibi biçimlerde sıkça kullanıldığını görebilirsiniz. Dahası, tersi olsaydı dahi, Alper Bey'in bir romancı olma iddiası bulunmadığından onun kendi ifadeleri içerisinden tutarsızlıklar bulup seçmek ve yazdığı titiz incelemeyi bu noktadan eleştirmeye çalışmak pek iyi niyetli bir tavır değil bence. Son zamanlarda artan tartışmalarda Elif Şafak'ı eleştirenler de, savunanlar da bunu metnin kendisine bakmadan yapıyordu ve her iki davranış da "yazar" dediğimiz kimliğin kendisine hakaretti. Metnin iştah kapatıcılığına rağmen onu okuyan, inceleyen ve sunan biri, cümlelerin sonu nereye giderse gitsin, yazarın tarafındadır diye düşünüyorum ben. Ve Elif Şafak'tan kişisel olarak hazzetmesem de, bu tavrı ve desteği doğru buluyorum.

ne ben olabildim ne de başkası dedi ki...

yazıya eyvallah diyorum birçok noktada belki haklı olabilirsiniz de allaaşkına güzellik nasıl kullanılmıyor hitap olarak türkçede bunu anlamlandıramadım. etrafımda o kadar çok duydum ve kullandım ki tuhaf ve sizin deyiminizle zorlama geldi.

adsumcu dedi ki...

http://adsumcu.tumblr.com/