demiş ya Nazım Hikmet.Bakın ben de neler buldum.
Hani hep denir ya "kadınların en büyük fantezisi aslında tecavüzdür" diye.Bu haberi görünce aklıma o geldi.
Bir şehirde bir kadın ve sevgilisi ve kadının abisi kocayı vurur.Adam ölür.Olaya polis falan müdahil olur elbette.Kadın da sorgulanır.Bakın neler neler der:
İfadesinde, eşini kendisinin vurmadığını iddia eden Havva Eroğlu ise, "Eşimle 15 yıldır evliyiz. Ömer, bana 3 yıl önce tecavüz etti. Daha sonraları, benim de isteğimle birlikte olmaya başladık. Eşimin öldüğü gün de fındık bahçesinde birlikte olmuştuk. Bizim birlikteliğimizi eşim bir yıl önce mal beyanında bulunmadığı için cezaevine girdiğinde arkadaşından öğrenmiş. Cezaevinden çıktıktan sonra ikimizle de konuştu, ancak kabul etmedik. Bu nedenle bize karşı kin duyuyordu. Eşimle çocuğumuz olmadığı için evlatlık edinmiştik. Eşimi ben öldürmedim" diye ifade verdi.
Benim kıt zekamın anladığı kadarıyla kadın kendisine tecavüz eden Ömer'i sevgili olarak benimsemiş.Ben ki Binbir Gece'deki o ahlaksız teklif meselesini bile kavrayamamış biriyken, kadın kendisini orospu yapan adama nasıl da gider açık olur hacı ya?, karşıma bu sefer de tecavüzcüsüyle beraber olan bir kadın profili var.Hani bir dönem bir yasa gündeme oturmuştu, tecavüzcüsüyle mi evlendireceksiniz kadınları diye çok mantıklı olarak insanlar isyan etmişti.Meğer olabilirmiş böyle bir hadise.Bu vaka tam o olaya uyuyor.
Yine aynı memleketimde birkaç gün evvel de bir diğer haber gördüm.Bu sefer olay biraz farklı.Doğu illerimizden daha batıdaki illere kız götürülüyormuş.Yani bir nevi çöpçatmacılık.Kızları beğenenler hem kız tarafına başlık ödüyor, hem de kızı bulan aracıya bir miktar ödeme yapıyor.Aracılık da bir meslek olmuş yani.
Haber yine böyle bir olayı aktarıyor.Ama olayın haber değeri taşımasına şu durum yol açmış:kız Kürtçeden gayrı dil bilmiyor.Damat Tokatlıdır ve Kürt değildir, Kürtçe de bilmiyor.Gelinin yengesi tercümanlık görevini ifa etmekte, düğün dernek sırasında en azından.Gelinin bir de abisi var düğünde, ki Tokat'ta oluyor, cep telefonuyla fotoğraf çekme derdinde, evdeki ana babaya kızlarının "mürüvvetini" gösterebilmek için.
Kızın fotoğrafı da vardı haberde.Ben genellikle fotoğrafa bakıp da "vay be kızın üzüntüsü yüzünden belli" veya "belli ya damada baksana zorla evlendirilmiş o kızla" tarzı yorumlardan imtina ederim.Her fotoğrafın kendine has bağımsız olma ihtimali taşıyan bir hikayesi vardır zira.Ama burda yeni gelin, yanında yengesi-tercümanı olduğu halde kocasının yanında kıpkırmızı kordelasıyla duruveriyordu, üzüntülü bir surat ifadesi vardı.Damadın akrabası "biz geline Türkçe de öğretiriz, her bir şeyi öğretiriz" havalarındaymış.
Dileyelim de ikinci haberdeki çiftin sonu ilkine benzemesin.
İki haberi de Habertürk'ten aldım.
Blog, Boğaziçi Üniversitesi vesilesiyle tanışan bir grup arkadaşın eseridir. Blogda "serbest kültür çalışmaları" diye tanımlanacak denemeler yer alır. Yazarları bir araya getiren, ortak siyasi duruş veya estetik beğeni değil, özgür düşüncenin meyvelerinin değerli olduğuna duyulan inançtır. Bize ulaşmak için: fmoblogu@gmail.com
28 Ağustos 2009 Cuma
25 Ağustos 2009 Salı
İşkence iddiaları Amerika'yı karıştırdı
2004 tarihli CIA müfettiş raporuyla ilgili yeni detayların açığa çıkması sadece Amerika Birleşik Devletleri kamuoyunda değil dünya çapında büyük tartışma yarattı. CIA Başkanı Leon Panetta raporda adı geçen çalışanları koruyacağını açıklarken Uluslararası Af Örgütü İrlanda Şubesi direktörü İrlanda hükümetinin bu süreçteki payının araştırılması çağrısında bulundu.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Obama hükümeti Afganistan savaşı, Ortadoğu barış süreci, gittikçe büyümekte olan bütçe açığı ve sağlık sektörü reformlarıyla uğraşırken geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan 2004 tarihli CIA raporu ülkede ortalığı karıştırdı. 11 Eylül sonrası süreçte terör zanlılarının sorgularında kullanılan ağırlaştırılmış tekniklerin işkence düzeyine ulaştığı yönündeki iddiaların araştırılması için Başsavcı Eric Holder, federal savcı John Durham’ı görevlendirdi.
Raporun büyük bir kısmı karartılmış olsa da piyasaya çıkan kısımlarından elde edilen bilgiler ışığında CIA görevlilerinin sorgu sırasında suyla ıslatma, fırçalama, yüzüne duman üfleme, vücuttaki hayati noktalara basınç uygulama, soğukta bırakma gibi fiziksel metotların yanı sıra tutukluların ailelerini tehdit etme, sahte infaz ve bebek bezi bağlama gibi psikolojik metotlar da uyguladığı bildirildi.
ABD yasalarına göre bir tutukluyu ölümle tehdit etmek suç sayılıyor.
CIA’e ağır darbe
Holder’ın savcı Durham’ı görevlendirmesinin CIA’e ciddi bir darbe vuracağı belirtilirken New York Times’ın haberine göre Holder başka seçeneğinin olmadığını ifade etti. “Benim görevim gerçekleri araştırıp hukuku uygulamaktır” diyen Holder CIA’in işlerine engel olduğu için eleştirileceğini bildiğini fakat başka seçeneğinin olmadığını belirtti.
Holder “Ben de Başkan Obama’nın Başkan Bush’un politikalarıyla ilgili tartışmalara girmeme kararını destekliyorum ama CIA raporlarını incelediğimde sorumluklarımın bunu gerektirdiğine karar verdim,” dedi.
Diğer yandan Los Angeles Times’ın bildirdiğine göre CIA yetkilileri raporun detaylarıyla ilgili açıklama yapmayı reddederken, kurum sözcüsü Paul Gimigliano raporun 2004 yılından beri Adalet Bakanlığı’nın elinde olduğunu ve savcıların denetiminden geçirildiğini belirtti.
Gimigliano “CIA’in yaptıkları kesinlikle suç teşkil etmemektedir. Adalet Bakanlığı yetkilileri dosyayı gözden geçirip dava ile ilgili kararlarını zaten vermişlerdir,” şeklinde konuştu.
CIA Başkanı adamlarına sahip çıktı
Diğer yandan CIA Başkanı Leon Panetta kurum çalışanlarına gönderdiği bir e-mail’le raporda adı geçen çalışanları koruyacağını belirtirken, raporu “eski bir hikaye” diye nitelendirdi. Öncelikli amacının kendilerine verilen yasal çerçeve içinde ülkelerine hizmet etmeye çalışan görevlileri korumak olduğunu belirten Panetta “Başkan’ın pozisyonu da bu yönde,” diye ekledi.
Raporda açıklanan ağırlaştırılmış sorgu metotlarının zaten herkesçe bilindiğine dikkat çeken Panetta, “bu eski bir hikaye” yorumunu yaptı.
New York Üniversitesi İnsan Hakları ve Küresel Adalet Merkezi’nden araştırma sorumlusu Jayne Huckerby’a göre ise Holder araştırmanın sınırlarını yeterince genişletmiş değil.
El-Cezire televizyonuna konuşan Huckerby “Başsavcı bunun deniz aşırı hapishanelerdeki tutukluların sorgusu sırasında yasaların çiğnenip çiğnenmediğini incelemek için yapılan öncül bir inceleme olacağını belirtti. Bu açıdan bakılırsa dinlenecek tanıkların ve incelenecek belgelerin çok kısıtlı olduğunu söyleyebiliriz,” dedi.
Muhafazakarlar öfkeli
Öte yandan Başsavcı’nın kararına Cumhuriyetçi Parti’den ağır eleştiriler geldi.
Fox News televizyonunda Greta Van Susteren’in konuğu olan Cumhuriyetçi Senatör Pete Hoekstra Başsavcıyı kendi başına hareket etmekle suçlarken Başkan’ı liderliğini göstermeye davet etti. “Başkan uzun zamandır geriye değil önümüze bakmamız gerektiğini ifade ediyor. Buna rağmen Holder eski defterleri tekrar açmaya çalışıyor. Bu iddialar yeni şeyler değil. Ordularımız Afganistan’da savaşıyor ve işler iyi gitmiyor. Bu zaman eski defterler açma zamanı değildir,” dedi.
Hoekstra, Van Susteren’in bugüne kadar açığa çıkan belgelerin hep karartılmış olduğu, kamuoyunun bu konuda hala bilgisiz olduğu yönündeki sorusuna istihbarat kurumlarının ellerindeki bütün belgelerin açığa çıkarılmasının doğru olmadığı, bunun ülkenin güvenliğine bir tehdit oluşturacağı cevabını verdi.
Wall Street Journal’dan Bret Stephens da köşesinde bu konuya yer verirken hükümetin içindeki ve dışarıdaki liberallerin tutarlılıktan uzak olduğunu ve CIA operasyonlarına ihanet ettiklerini yazdı.
İrlanda’nın payı ne?
Konuyla ilgili bir başka açıklama da Uluslar arası Af Örgütü’nün İrlanda Şubesi’nden geldi. Şube direktörü Colm O’Gorman ortaya çıkanlardan duydukları rahatsızlığı belirtirken İrlanda hükümetinin CIA operasyonlarındaki rolünün araştırılması için çağrıda bulundu.
CIA uçaklarının İrlanda hava sahasını kullandıklarını belirten O’Gorman geçtiğimiz yıl kurulan araştırma komitesinin görevini yapmasını istedi.
Not: Bu benim yeni işimde kendi adımla yayınlanan ilk haberim olduğu için müsadenizle biraz şımarıklık edip buraya da koymak istedim.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Obama hükümeti Afganistan savaşı, Ortadoğu barış süreci, gittikçe büyümekte olan bütçe açığı ve sağlık sektörü reformlarıyla uğraşırken geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan 2004 tarihli CIA raporu ülkede ortalığı karıştırdı. 11 Eylül sonrası süreçte terör zanlılarının sorgularında kullanılan ağırlaştırılmış tekniklerin işkence düzeyine ulaştığı yönündeki iddiaların araştırılması için Başsavcı Eric Holder, federal savcı John Durham’ı görevlendirdi.
Raporun büyük bir kısmı karartılmış olsa da piyasaya çıkan kısımlarından elde edilen bilgiler ışığında CIA görevlilerinin sorgu sırasında suyla ıslatma, fırçalama, yüzüne duman üfleme, vücuttaki hayati noktalara basınç uygulama, soğukta bırakma gibi fiziksel metotların yanı sıra tutukluların ailelerini tehdit etme, sahte infaz ve bebek bezi bağlama gibi psikolojik metotlar da uyguladığı bildirildi.
ABD yasalarına göre bir tutukluyu ölümle tehdit etmek suç sayılıyor.
CIA’e ağır darbe
Holder’ın savcı Durham’ı görevlendirmesinin CIA’e ciddi bir darbe vuracağı belirtilirken New York Times’ın haberine göre Holder başka seçeneğinin olmadığını ifade etti. “Benim görevim gerçekleri araştırıp hukuku uygulamaktır” diyen Holder CIA’in işlerine engel olduğu için eleştirileceğini bildiğini fakat başka seçeneğinin olmadığını belirtti.
Holder “Ben de Başkan Obama’nın Başkan Bush’un politikalarıyla ilgili tartışmalara girmeme kararını destekliyorum ama CIA raporlarını incelediğimde sorumluklarımın bunu gerektirdiğine karar verdim,” dedi.
Diğer yandan Los Angeles Times’ın bildirdiğine göre CIA yetkilileri raporun detaylarıyla ilgili açıklama yapmayı reddederken, kurum sözcüsü Paul Gimigliano raporun 2004 yılından beri Adalet Bakanlığı’nın elinde olduğunu ve savcıların denetiminden geçirildiğini belirtti.
Gimigliano “CIA’in yaptıkları kesinlikle suç teşkil etmemektedir. Adalet Bakanlığı yetkilileri dosyayı gözden geçirip dava ile ilgili kararlarını zaten vermişlerdir,” şeklinde konuştu.
CIA Başkanı adamlarına sahip çıktı
Diğer yandan CIA Başkanı Leon Panetta kurum çalışanlarına gönderdiği bir e-mail’le raporda adı geçen çalışanları koruyacağını belirtirken, raporu “eski bir hikaye” diye nitelendirdi. Öncelikli amacının kendilerine verilen yasal çerçeve içinde ülkelerine hizmet etmeye çalışan görevlileri korumak olduğunu belirten Panetta “Başkan’ın pozisyonu da bu yönde,” diye ekledi.
Raporda açıklanan ağırlaştırılmış sorgu metotlarının zaten herkesçe bilindiğine dikkat çeken Panetta, “bu eski bir hikaye” yorumunu yaptı.
New York Üniversitesi İnsan Hakları ve Küresel Adalet Merkezi’nden araştırma sorumlusu Jayne Huckerby’a göre ise Holder araştırmanın sınırlarını yeterince genişletmiş değil.
El-Cezire televizyonuna konuşan Huckerby “Başsavcı bunun deniz aşırı hapishanelerdeki tutukluların sorgusu sırasında yasaların çiğnenip çiğnenmediğini incelemek için yapılan öncül bir inceleme olacağını belirtti. Bu açıdan bakılırsa dinlenecek tanıkların ve incelenecek belgelerin çok kısıtlı olduğunu söyleyebiliriz,” dedi.
Muhafazakarlar öfkeli
Öte yandan Başsavcı’nın kararına Cumhuriyetçi Parti’den ağır eleştiriler geldi.
Fox News televizyonunda Greta Van Susteren’in konuğu olan Cumhuriyetçi Senatör Pete Hoekstra Başsavcıyı kendi başına hareket etmekle suçlarken Başkan’ı liderliğini göstermeye davet etti. “Başkan uzun zamandır geriye değil önümüze bakmamız gerektiğini ifade ediyor. Buna rağmen Holder eski defterleri tekrar açmaya çalışıyor. Bu iddialar yeni şeyler değil. Ordularımız Afganistan’da savaşıyor ve işler iyi gitmiyor. Bu zaman eski defterler açma zamanı değildir,” dedi.
Hoekstra, Van Susteren’in bugüne kadar açığa çıkan belgelerin hep karartılmış olduğu, kamuoyunun bu konuda hala bilgisiz olduğu yönündeki sorusuna istihbarat kurumlarının ellerindeki bütün belgelerin açığa çıkarılmasının doğru olmadığı, bunun ülkenin güvenliğine bir tehdit oluşturacağı cevabını verdi.
Wall Street Journal’dan Bret Stephens da köşesinde bu konuya yer verirken hükümetin içindeki ve dışarıdaki liberallerin tutarlılıktan uzak olduğunu ve CIA operasyonlarına ihanet ettiklerini yazdı.
İrlanda’nın payı ne?
Konuyla ilgili bir başka açıklama da Uluslar arası Af Örgütü’nün İrlanda Şubesi’nden geldi. Şube direktörü Colm O’Gorman ortaya çıkanlardan duydukları rahatsızlığı belirtirken İrlanda hükümetinin CIA operasyonlarındaki rolünün araştırılması için çağrıda bulundu.
CIA uçaklarının İrlanda hava sahasını kullandıklarını belirten O’Gorman geçtiğimiz yıl kurulan araştırma komitesinin görevini yapmasını istedi.
Not: Bu benim yeni işimde kendi adımla yayınlanan ilk haberim olduğu için müsadenizle biraz şımarıklık edip buraya da koymak istedim.
23 Ağustos 2009 Pazar
Muhsin Bey
Ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor
Devası yok garip gönlüm günden güne eriyor
Devası yok garip gönlüm günden güne eriyor
Ne güzel şarkıdır Ağlamakla İnlemekle, ne güzel filmdir Muhsin Bey. Bin kere izlese gene de bıkmaz insan. Takvimler 1987'yi gösterirken Yavuz Turgul'un Şener Şen ve Uğur Yücel'le ortaklıklarının belki de en mükemmeli çekilir ki bu müthiş üçlünün yanında Osman Cavcı, Sermin Hürmeriç ve daha nice değerli isim vardır.
Musikişinas Muhsin Kanadıkırık, İstanbul'un taşı toprağı altın diye Urfa'dan kopup gelen genç yetenek Ali Nazik'i himayesine alıp ona kaset yapmaya uğraşırken binbir türlü dertle uğraşır: parasızlık, başka plak yapımcıları, arabesk tehlikesi, girdikleri yarışmadaki şike olayı. Bu arada başı bir yandan da üst komşusu pavyon gülü Sermin Hürmeriç ile derttedir, sırılsıklam aşk tam Muhsin Bey'e göredir. Bu dertler arasında Ali Nazik'in kasedi için para toplama derdine insanları dolandırıp hapse bile girer Muhsin Bey.
Mükemmel senaryonun, inanılmaz oyunculukların yanı sıra döneminin resmidir aslında film. Arabeskin istilasına uğrayan müzik endüstrisinde kirlenmeden kalmaya çalışmak, liberalizmin ülkede ağırlığını gün geçtikçe hissettirmesiyle gittikçe artan ithal mallar ("Şu garip teybini ver bakayım. Neydi adı?" "Volkmen"), Beyoğlu'nda yıkılan evler ve ülkeyi terk etmek zorunda kalan gayrımüslim azınlıklar, gazino patronları, Ali Nazik'in heceleye heceley okuduğu Tan gazetesi, Muhsin Bey'in dişi ağrıyınca pamuğa bastığı Dişinol...
Özellikle Muhsin Bey gibilerin her türlü direnişe rağmen her alandaki varlığını gittikçe hissettiren arabeskleşme konusunda söylenecekler çok fazla. Hele ki bugünle karşılaştırdığımızda 60 sonrasında marjinal kültür olarak ortaya çıkan 80'lerde "Semra bir kaset koy da havamızı bulalım" siyasetleriyle gittikçe güçlenen en sonunda da bugün baskın kültür haline gelen arabesk. Filmin en vurucu sahnelerinden birinde yükseklik korkusu olan Muhsin bey yükseklik korkusu olan Ali Nazik'i çıktığı damdan indirmek için uğraştığı sahnede ikisi birbirine sarılmış, gözleri kapalı adım adım yürürlerken çatının kenarında Muhsin Bey "sen bir adım ileri gideceksin, ben bir adım geri gideceğim" der, çok kısa bir sürede ayyuka çıkacak olanı tahmin etmişçesine.
Aynı şekilde filmin en neşeli sahnelerinden Ali Nazik'in "Evlerinin Önü Boyalı Direk" performansı da güzel bir örnek. Bilenler çoktur ya bilmeyenler için belirtelim. O türkü o dönem İbrahim Tatlıses'in ağzından sıklıkla duyulmuş ve çok meşhur olmuş bir çalışmadır. Zaten bütün film boyunca Ali Nazik "İbrahim gibi" olmak isterken son sahnelerde göbeğine kadar açık gömleği, kalın altın zinciri ve yüzükleri, kadınlara karşı tavırları ile amacına ulaşmış gibidir. Hem bütün Urfalılar meşhur olmak zorundadır hem de Ali Nazik kendini kurtarmak zorundadır. ("Kurtarabildin mi bari?")
Üzerine söylenecek çok şeyi olan bir film Muhsin Bey ama spoiler hassasiyetinden olsa gerek söyleneceklerin bir kısmını söylenmeden bırakmak gerekiyor. Herkese "izleyin" demek geçer SE7IN'in içinden. Ne de olsa en sevdiği yönetmenin en sevdiği oyuncularla çektiği en güzel filmlerden biridir. Sonraki yıllarda gelecek olan Eşkıya'nın, Gönül Yarası'nın habercisidir. Türk sinemasının yüz aklarındandır, adını duymak bile insanı mutlu edendir.
Not: Bu yazı daha önce http://plansekans.blogspot.com adresinde yayınlanmıştır.
Etiketler:
Muhsin Bey,
Şener Şen,
türk sineması,
Uğur Yücel
12 Ağustos 2009 Çarşamba
Kürt Açılımı Üzerine Düşünceler
Son günlerde gündeme oturan açılım tartışması, sizi bilmem ama beni açılım kelimesinin anlamı ve Türkiye’de açılmayacak ne çok konu olduğu üzerine epeyce düşündürtüyor. Öncelikle neyi açıyoruz: Kürt sorunu, yani Türkiye’de yaşayan azınlık grubun haklarının sorunu. Kökünde insan hakları sorunu olsa da bunu Kürt/azınlık sorunu olarak damgalamak ve tartışmayı kimlik politikası üzerinden yürütmek siyasetçilerin (aslında bir tek siyasetçilerin değil, kategorizasyonu seven siyaset bilimcilerin ve özellikle medyanın da) işine geliyor olmalı ki herkesin ağzına bir Kürt açılımı tamlaması dolanmış gidiyor.
Peki, atılan adımlar bir açılıma mı işaret ediyor, yoksa düğümlenmeye mi? Yani demek istediğim, tartışılan konu, ele alınış biçimiyle haydi bırakın “Kürt sorununu”, insanların zihinlerini açıyor mu? Atalay’ın “sorunu halka açmak/tanıtmak” yönündeki uyarısını her ne kadar doğru buluyorsam da eklemeden edemiyorum: Bunu halka açacak/tanıtacak olanlar kim? Siyasetçiler mi yoksa sivil toplum mu? Ya da siyasetçilerin güdümündeki bazı sivil toplum kuruluşları mı?
Açılım içinde bit yeniği aradığımı düşünenler olabilir. Fakat bunca yıldır bu yenikleri aramadığımız için yaralarımız iltihap topladı.
Bu açılım insanları farklı düşünmeye itiyor mu, yoksa Kürt sorunu yine bir doğu batı tartışması, ya da Türk-Kürt çatışmasına mı indirgeniyor? Siyasetçilerden kaçı bu ülkede açlık ve/ya yoksulluk sınırı altında yaşayan milyonlarca kişinin yaşadığını, on binlerce çocuğun okula gidemediğini, çocuk/doğum anında ölümlerinin hala çok yüksek olduğunu ve Türkiye’de insan haklarının uygulanmadığını, Kürt sorunu olarak adlandırılan problemin de aslında bir her boyutuyla bir hak-sızlık sorunu olduğunu söylüyor? Siyasetçilerden kaçı çıkıp da “Biz siyasetçiler, görevimizi bu güne kadar iyi yapamadığımız için bu gün çözülmemiş sorunlarla uğraşıyoruz, biz bu güne kadar hak üzerinden koltuk sahibi olduğumuz için, hak yiyerek iktidara geldiğimiz için bu sorunu çözemiyoruz diyor?” Her ne kadar kabullenemesek de Erdoğan bunu biraz olsun dile getiriyor… fakat bu dediklerinin arkasına hep yeni bir cümle sıkışıveriyor ve bu cümleler ister istemez insanları sarf edilen sözlerin samimiyetini sorgulamaya itiyor. Örneğin Güneysu meydanında yapılan konuşmadan bir alıntı: “Bu millet ayrılıkçı olanları evelallah bu ülkede iktidara getirmez ve onlara iktidar teslim etmez. Bizim niyetimiz halis samimi. Biz dürüst olarak bu yolda ilerliyoruz. Yaradılanı yaradandan ötürü seviyoruz.”
Kürt açılımı senin için bir iktidar sorunu mu be adam! (Öyle tabi, sen de bir siyasetçisin sonuçta!)
Diyebilirsiniz ki henüz açılım yapılmadığı için açılamamanın sancılarını çekiyoruz. Peki, biz aynı sancıları bundan iki-üç sene önce yine çekmedik mi; yine gündeme bir Kürt açılımı/ya da Kürt sorunu tartışması atılıp birkaç hafta tartışıldıktan sonra rafa kaldırılmadı mı? Eğer iş bekleyip görmeye kaldıysa, yani açılım en nihayetinde olacaktır, sabretmemiz gerekiyor diyorsanız, ben size çekincelerimi biraz daha açık bir dille ifade edeyim.
Ev halkıyla konuşuyorum. Anneannem soruyor, yahu nedir bu Kürtlerle alıp veremediğimiz, neden “insancıkları” biraz olsun rahat bırakmıyoruz, suç hükümetlerde değil de kimdedir? Neden bitmek bilmez bu tartışma?
Yahu gerçekten neden bitmek bilmez bu Kürt sorunu tartışması. Ben size aklımdaki nedeni söyleyeyim, kabul etmek ya da karşı çıkmak size kalmış. Bu tartışma bitmiyor çünkü bu tartışma üzerinden çok rant yiyen var. (Rant yemek kelimesini hak yemek olarak da okuyabilirsiniz) Bakınız şu anda gündemde olan tartışmayla, haftalardır siyaset sahnesinden silinmiş politikacılar, siyaset bilimciler ve araştırmacılar bir anda yeniden popüler oldu. Ana haber bültenleri programın yarısını bu tartışmalara ayırır oldu. Dahası, Kürt açılımı, insanların “show” yapabileceği bir platforma dönüşmekte. O Esra Ceyhan programında “uçan adam” gibi her siyasetçi uçuyor kürsünün arkasında. Külhanbeyi tavırlarıyla siyasetçiler çıkıp, çizgilerinden nasıl ödün vermeyeceğini bağırıyorlar televizyonda.
Aradan bir haftayı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen atılmış somut adım da oldukça az. AKP, bu açılımı kendi başına gerçekleştirecek güce sahip değil mi? Öyleyse neden muhalefetin fikrine danışıyor. (çünkü demokrasi bunu gerektiriyor, değil mi! Bir anda demokrasiye sarılabiliyoruz) Başka yasa tasarılarında hiçe sayılan muhalefet, Kürt açılımında neden bir anda değere biniyor? Neden Arınç TV’lere çıkıp, yaptıkları açılımın yapılmasının AKP’ye puan kaybettirse de gerekli olduğunu söylüyor. AKP’ye puan kaybettirmesi ya da kaybettirmemesi mi burada önemli olan? Bu açılım, yoksa AKP’nin oyunu artırması için mi yapılıyor? Yoksa yerel seçimlerde Kürtlerin yoğun yaşadığı doğu illerinde yaşanan hezimetten çıkarılan bir ders mi sadece Kürt açılımı hükümet için? Bu sorunun Cumhuriyet tarihine dayanan (belki çok daha öncesine) bir geçmişi yok mu bizi ilgilendiren? Neden kimse bunları tartışmıyor?
Ortada bir söz düellosu: Sen misin Bitlis’e Norşin diyen, sen misin Güneysu’ya Potamya dedirtmeyen, sen misin vatanı satan, sen misin ihanet eden. Siyasetçinin açılımdan anladığı ve anlayacağı budur… Sözler üzerinden yaşanan kavgalar; yeri geldiğinde çokkültürcü, yeri geldiğinde ise tekkültürcü olmaktır. Böylece arenada kendini görünür kılmak, gücünü bağırdığın ölçüde göstermektir. Demokrasi, aslında çözümsüzlük için kullanılan bir araca ne de güzel dönüşebilir. Tekrar ediyorum, Erdoğan ve AKP, Kürt açılımında samimilerse, ne diye diğer partilerle söz dalaşına giriyorlar? Sonuçta Erdoğan, bir şehit ailesine gidip Kürt açılımının gerekliliğini anlatabiliyor mu? Ya da Bahçeli ve Baykal, gidip de açılımı gerekli ve gecikmiş gören insanlara gidip açılımı neden desteklemediğini anlaşılır bir dille anlatabiliyorlar mı? Hayır, sadece bağırıyorlar.
Bağırmaya devam ettikleri sürece bu açılım da rafa kalkar, birkaç yıl durur yine pişirilir gelir önümüze.
Peki, atılan adımlar bir açılıma mı işaret ediyor, yoksa düğümlenmeye mi? Yani demek istediğim, tartışılan konu, ele alınış biçimiyle haydi bırakın “Kürt sorununu”, insanların zihinlerini açıyor mu? Atalay’ın “sorunu halka açmak/tanıtmak” yönündeki uyarısını her ne kadar doğru buluyorsam da eklemeden edemiyorum: Bunu halka açacak/tanıtacak olanlar kim? Siyasetçiler mi yoksa sivil toplum mu? Ya da siyasetçilerin güdümündeki bazı sivil toplum kuruluşları mı?
Açılım içinde bit yeniği aradığımı düşünenler olabilir. Fakat bunca yıldır bu yenikleri aramadığımız için yaralarımız iltihap topladı.
Bu açılım insanları farklı düşünmeye itiyor mu, yoksa Kürt sorunu yine bir doğu batı tartışması, ya da Türk-Kürt çatışmasına mı indirgeniyor? Siyasetçilerden kaçı bu ülkede açlık ve/ya yoksulluk sınırı altında yaşayan milyonlarca kişinin yaşadığını, on binlerce çocuğun okula gidemediğini, çocuk/doğum anında ölümlerinin hala çok yüksek olduğunu ve Türkiye’de insan haklarının uygulanmadığını, Kürt sorunu olarak adlandırılan problemin de aslında bir her boyutuyla bir hak-sızlık sorunu olduğunu söylüyor? Siyasetçilerden kaçı çıkıp da “Biz siyasetçiler, görevimizi bu güne kadar iyi yapamadığımız için bu gün çözülmemiş sorunlarla uğraşıyoruz, biz bu güne kadar hak üzerinden koltuk sahibi olduğumuz için, hak yiyerek iktidara geldiğimiz için bu sorunu çözemiyoruz diyor?” Her ne kadar kabullenemesek de Erdoğan bunu biraz olsun dile getiriyor… fakat bu dediklerinin arkasına hep yeni bir cümle sıkışıveriyor ve bu cümleler ister istemez insanları sarf edilen sözlerin samimiyetini sorgulamaya itiyor. Örneğin Güneysu meydanında yapılan konuşmadan bir alıntı: “Bu millet ayrılıkçı olanları evelallah bu ülkede iktidara getirmez ve onlara iktidar teslim etmez. Bizim niyetimiz halis samimi. Biz dürüst olarak bu yolda ilerliyoruz. Yaradılanı yaradandan ötürü seviyoruz.”
Kürt açılımı senin için bir iktidar sorunu mu be adam! (Öyle tabi, sen de bir siyasetçisin sonuçta!)
Diyebilirsiniz ki henüz açılım yapılmadığı için açılamamanın sancılarını çekiyoruz. Peki, biz aynı sancıları bundan iki-üç sene önce yine çekmedik mi; yine gündeme bir Kürt açılımı/ya da Kürt sorunu tartışması atılıp birkaç hafta tartışıldıktan sonra rafa kaldırılmadı mı? Eğer iş bekleyip görmeye kaldıysa, yani açılım en nihayetinde olacaktır, sabretmemiz gerekiyor diyorsanız, ben size çekincelerimi biraz daha açık bir dille ifade edeyim.
Ev halkıyla konuşuyorum. Anneannem soruyor, yahu nedir bu Kürtlerle alıp veremediğimiz, neden “insancıkları” biraz olsun rahat bırakmıyoruz, suç hükümetlerde değil de kimdedir? Neden bitmek bilmez bu tartışma?
Yahu gerçekten neden bitmek bilmez bu Kürt sorunu tartışması. Ben size aklımdaki nedeni söyleyeyim, kabul etmek ya da karşı çıkmak size kalmış. Bu tartışma bitmiyor çünkü bu tartışma üzerinden çok rant yiyen var. (Rant yemek kelimesini hak yemek olarak da okuyabilirsiniz) Bakınız şu anda gündemde olan tartışmayla, haftalardır siyaset sahnesinden silinmiş politikacılar, siyaset bilimciler ve araştırmacılar bir anda yeniden popüler oldu. Ana haber bültenleri programın yarısını bu tartışmalara ayırır oldu. Dahası, Kürt açılımı, insanların “show” yapabileceği bir platforma dönüşmekte. O Esra Ceyhan programında “uçan adam” gibi her siyasetçi uçuyor kürsünün arkasında. Külhanbeyi tavırlarıyla siyasetçiler çıkıp, çizgilerinden nasıl ödün vermeyeceğini bağırıyorlar televizyonda.
Aradan bir haftayı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen atılmış somut adım da oldukça az. AKP, bu açılımı kendi başına gerçekleştirecek güce sahip değil mi? Öyleyse neden muhalefetin fikrine danışıyor. (çünkü demokrasi bunu gerektiriyor, değil mi! Bir anda demokrasiye sarılabiliyoruz) Başka yasa tasarılarında hiçe sayılan muhalefet, Kürt açılımında neden bir anda değere biniyor? Neden Arınç TV’lere çıkıp, yaptıkları açılımın yapılmasının AKP’ye puan kaybettirse de gerekli olduğunu söylüyor. AKP’ye puan kaybettirmesi ya da kaybettirmemesi mi burada önemli olan? Bu açılım, yoksa AKP’nin oyunu artırması için mi yapılıyor? Yoksa yerel seçimlerde Kürtlerin yoğun yaşadığı doğu illerinde yaşanan hezimetten çıkarılan bir ders mi sadece Kürt açılımı hükümet için? Bu sorunun Cumhuriyet tarihine dayanan (belki çok daha öncesine) bir geçmişi yok mu bizi ilgilendiren? Neden kimse bunları tartışmıyor?
Ortada bir söz düellosu: Sen misin Bitlis’e Norşin diyen, sen misin Güneysu’ya Potamya dedirtmeyen, sen misin vatanı satan, sen misin ihanet eden. Siyasetçinin açılımdan anladığı ve anlayacağı budur… Sözler üzerinden yaşanan kavgalar; yeri geldiğinde çokkültürcü, yeri geldiğinde ise tekkültürcü olmaktır. Böylece arenada kendini görünür kılmak, gücünü bağırdığın ölçüde göstermektir. Demokrasi, aslında çözümsüzlük için kullanılan bir araca ne de güzel dönüşebilir. Tekrar ediyorum, Erdoğan ve AKP, Kürt açılımında samimilerse, ne diye diğer partilerle söz dalaşına giriyorlar? Sonuçta Erdoğan, bir şehit ailesine gidip Kürt açılımının gerekliliğini anlatabiliyor mu? Ya da Bahçeli ve Baykal, gidip de açılımı gerekli ve gecikmiş gören insanlara gidip açılımı neden desteklemediğini anlaşılır bir dille anlatabiliyorlar mı? Hayır, sadece bağırıyorlar.
Bağırmaya devam ettikleri sürece bu açılım da rafa kalkar, birkaç yıl durur yine pişirilir gelir önümüze.
Etiketler:
AKP,
Erdoğan,
İnsan Hakları,
Kürt Açılımı,
Kürt Sorunu
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Sarışınlar ve Pandaların Ahvali
İnsanın içinde bulunduğu şu sıradan gezegendeki ‘insanca yaşama hakkını’ tehdit eden, sürekli bir yenisi çıkan durumsal ve eylemsel saldırılar karşısındaki mücadeleci enerjisinin yalnış ya da belirsiz kaynaklara aktarılması hakkındadır iş bu kısa yazı.
Bir dönem geceleri uyuyamayıp da tv başında insomnia nöbetleri geçiren bünyelerin azabını daha da derinleştiren ‘duman avcıları’ gibi kitlesel tepki emici hareketlerden bahsediyorum. Bu gibi grupların sigara tüketiminin dumanlı hava sahası yaratarak toplum sağlığına yaptığı olumsuz etkisine karşı yürüttüğü mikro kitlesel hareketin efektif olarak 24 saat/365 gün durmaksızın çalışan binlerce nükleer enerji santrali, her gün üretilen milyonlarca motorlu taşıtın yanında esamesi dahi okunmayacak derecede etkisiz ve manasız olduğu gün gibi açıkken bu telaş, bu ‘iyi niyetli kaygılanmanın böylesi gereksiz bir yola aktarılması’ nedir? Yaşanılabilir çevre ve atmosfer ise kaygı –ki oldukça anlaşılabilir ve sonuna kadar yüce bir kaygıdır bu- halihazır acınası durumda en efektif tepki ve beklenen etki bu devasa tehditlere karşı mikro örgütlerin bir şekilde birleşmesi ile elde edilebilir. Muhtar emminin sigarasını söndürerek değil.
Ama benim, ve dolayısıyla bu yazının derdi çok daha spesifik bir durum: son doğal sarışın bundan 200 yıl sonra Finlandiya’da ölecek sevgili dostlar! http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/2284783.stm Evet, insan türünün devamı, belli bir alt grubunun neslinin devamı açık tehdit altında. Bilimsel sebepler ise açık: Kaynağını çekinik genlerden alan sarışınlık, boya vs. gibi kimyasal kozmetik ürünler ve kuaför mualeleleri; sarışınların arası evliliklerin azalması sonucunda giderek azalmaktadır.
Bir kaç nesil sonra insanlık dünyanın en çirkin manzaralarından birisini, ‘dipler siyah uçlar sarı’ Seda Sayan modelini, normal algılayacak!!
Peki biz bu durumda ne yapmaktayız? Nesli tükenmekte olan pandalara insan ve hayvan pornosu izleterek kendilerinin seksüel isteğini alevlendirmeye çalışıyoruz. Bu sözde “sorunsala” insani (misal AIESEC dünyanın dört bir yanından okumuş çocukları Çin’e falan yolluyor mütemadiyen, panda koruma alanlarında gönüllü çalışmak üzere), maddi (söylemeye bile değmez ama onlarca uluslararası hayvan koruma örgütleri devletlerden ve ‘hassasiyetli’ geçinen şirketlerden oluk oluk para almaktadırlar bu sebeple)ve manevi kaynakları sonuna kadar açarak gözümüzün nuru pandaların neslinin tükenmesine engel olmaya çalışıyoruz.
Şimdi ‘arkadaşım bu düpedüz ırkçılık’ gibi –kanımca- oldukça zayıf ve günümüzün ‘her yol ya ırkçılığa ya seksizme çıkar’ felsefesinden başka dayanağı olmayan çıkışmalar gelecektir. Öncelikle belirtmek gerekir ki bunun metodu ‘esmer esmer insanlar gelip iskandinavı rusu bulmasın’ diye duvar çekmek, yasa çıkarmak gibi ilkel politik metodlardan ziyade artık neredeyse insan kopyalamaya kadar varmış gelişkinlikteki genetik teknolojisini bu genin geliştirilmesinde kullanmaktır. Öyle ki seks değişimi operasyonlarının ardından yapılan testesteron ya da östorojen takviyelerinin yanında artık cinsiyet belirleyici genlerle de oynanmaya başlanmakta. [Buna kilise temelli argümanlarla ‘Tanrının yarattığı eseri bozmak’ olarak bakanlar olduğu gibi bireyin vücudu üzerindeki hakimiyetini ‘mutlak’ hale getirdiğinden dolayı alkış tutanlar da pek tabii ki var. Bu da başka bir yazının konusu tabii...]
Diyeceğim o ki kişinin bedensel kompozisyonunu neredeyse baştan yaratabilecek kadar öteye gitmişken medeniyetimiz, bunca maddi manevi ve insani kaynakların panda denen ayıdan az daha sevimli yaratıkların aseksüelliklerine karşı harcanması, yukarıda bahsi geçen, ‘mücadeleci enerji ve bilginin’ yalnış kaynaklandırılmasından başka bir şey değildir. İnsanı yaşamın zenginliği ve çeşitliliği ise kaygı şayet, bu panda milletine gösterilen ilginin ve sevginin en azından eşidi kadarı sarışınların ahvali konusunda da gösterilmesi gerekir diye düşünüyorum. Yoksa her tarafı panda dolu bir dünyada esmer kumrala baka baka, Seda Sayan dinleyerek tükenip gideceğiz bir kaç yüzyıl içerisinde (ki Sayan’ı yeterince uzun dinleyecek olan insanlarda da aseksüellik belirtileri oluşup türümüzün tükenmesi mümkündür ayrıca).
Bir dönem geceleri uyuyamayıp da tv başında insomnia nöbetleri geçiren bünyelerin azabını daha da derinleştiren ‘duman avcıları’ gibi kitlesel tepki emici hareketlerden bahsediyorum. Bu gibi grupların sigara tüketiminin dumanlı hava sahası yaratarak toplum sağlığına yaptığı olumsuz etkisine karşı yürüttüğü mikro kitlesel hareketin efektif olarak 24 saat/365 gün durmaksızın çalışan binlerce nükleer enerji santrali, her gün üretilen milyonlarca motorlu taşıtın yanında esamesi dahi okunmayacak derecede etkisiz ve manasız olduğu gün gibi açıkken bu telaş, bu ‘iyi niyetli kaygılanmanın böylesi gereksiz bir yola aktarılması’ nedir? Yaşanılabilir çevre ve atmosfer ise kaygı –ki oldukça anlaşılabilir ve sonuna kadar yüce bir kaygıdır bu- halihazır acınası durumda en efektif tepki ve beklenen etki bu devasa tehditlere karşı mikro örgütlerin bir şekilde birleşmesi ile elde edilebilir. Muhtar emminin sigarasını söndürerek değil.
Ama benim, ve dolayısıyla bu yazının derdi çok daha spesifik bir durum: son doğal sarışın bundan 200 yıl sonra Finlandiya’da ölecek sevgili dostlar! http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/2284783.stm Evet, insan türünün devamı, belli bir alt grubunun neslinin devamı açık tehdit altında. Bilimsel sebepler ise açık: Kaynağını çekinik genlerden alan sarışınlık, boya vs. gibi kimyasal kozmetik ürünler ve kuaför mualeleleri; sarışınların arası evliliklerin azalması sonucunda giderek azalmaktadır.
Bir kaç nesil sonra insanlık dünyanın en çirkin manzaralarından birisini, ‘dipler siyah uçlar sarı’ Seda Sayan modelini, normal algılayacak!!
Peki biz bu durumda ne yapmaktayız? Nesli tükenmekte olan pandalara insan ve hayvan pornosu izleterek kendilerinin seksüel isteğini alevlendirmeye çalışıyoruz. Bu sözde “sorunsala” insani (misal AIESEC dünyanın dört bir yanından okumuş çocukları Çin’e falan yolluyor mütemadiyen, panda koruma alanlarında gönüllü çalışmak üzere), maddi (söylemeye bile değmez ama onlarca uluslararası hayvan koruma örgütleri devletlerden ve ‘hassasiyetli’ geçinen şirketlerden oluk oluk para almaktadırlar bu sebeple)ve manevi kaynakları sonuna kadar açarak gözümüzün nuru pandaların neslinin tükenmesine engel olmaya çalışıyoruz.
Şimdi ‘arkadaşım bu düpedüz ırkçılık’ gibi –kanımca- oldukça zayıf ve günümüzün ‘her yol ya ırkçılığa ya seksizme çıkar’ felsefesinden başka dayanağı olmayan çıkışmalar gelecektir. Öncelikle belirtmek gerekir ki bunun metodu ‘esmer esmer insanlar gelip iskandinavı rusu bulmasın’ diye duvar çekmek, yasa çıkarmak gibi ilkel politik metodlardan ziyade artık neredeyse insan kopyalamaya kadar varmış gelişkinlikteki genetik teknolojisini bu genin geliştirilmesinde kullanmaktır. Öyle ki seks değişimi operasyonlarının ardından yapılan testesteron ya da östorojen takviyelerinin yanında artık cinsiyet belirleyici genlerle de oynanmaya başlanmakta. [Buna kilise temelli argümanlarla ‘Tanrının yarattığı eseri bozmak’ olarak bakanlar olduğu gibi bireyin vücudu üzerindeki hakimiyetini ‘mutlak’ hale getirdiğinden dolayı alkış tutanlar da pek tabii ki var. Bu da başka bir yazının konusu tabii...]
Diyeceğim o ki kişinin bedensel kompozisyonunu neredeyse baştan yaratabilecek kadar öteye gitmişken medeniyetimiz, bunca maddi manevi ve insani kaynakların panda denen ayıdan az daha sevimli yaratıkların aseksüelliklerine karşı harcanması, yukarıda bahsi geçen, ‘mücadeleci enerji ve bilginin’ yalnış kaynaklandırılmasından başka bir şey değildir. İnsanı yaşamın zenginliği ve çeşitliliği ise kaygı şayet, bu panda milletine gösterilen ilginin ve sevginin en azından eşidi kadarı sarışınların ahvali konusunda da gösterilmesi gerekir diye düşünüyorum. Yoksa her tarafı panda dolu bir dünyada esmer kumrala baka baka, Seda Sayan dinleyerek tükenip gideceğiz bir kaç yüzyıl içerisinde (ki Sayan’ı yeterince uzun dinleyecek olan insanlarda da aseksüellik belirtileri oluşup türümüzün tükenmesi mümkündür ayrıca).
1 Ağustos 2009 Cumartesi
Kütüphane tipolojisi
Fikir Mahsulleri Ofisi yazarlarının bildiği, hatta neredeyse tamamının içinde olduğu, okuyucularının ise umurlarında bile olmadığı üzere yüksek lisans tezlerinin yazım aşaması tezlerin yazarlarının kütüphane ortamına hayatlarında hiç maruz kalmadıkları kadar maruz kalmalarını gerektirmektedir. Bendeniz kulunuz da tez yazan bu zavallılardan biri olduğum için özellikle son 3-4 ayda Boğaziçi Üniversitesi Aptullah Kuran kütüphanesinde lisans ve yüksek lisans hayatımın toplamında geçirdiğimden fazla zaman geçirmişimdir herhalde. Kütüphanede geçirilen bu sürenin tamamında durmaksızın yazılan bir tezden bahsetmek ise çok zor. Onun yerine kişinin yanında yöresinde oturan diğerlerini gözlemleme, onlara dair fikirler yürütüp yorumlar yapması sıklıkla gözlebilir. Eş dost sohbetlerinde de gündeme getirilen bu gözlemler sonucu ortaya kütüphanedeki insan tipleriyle ilgili kaba bir tipoloji çıkarmak mümkündür. Bu tipoloji tamamen yazarının can sıkıntısı dolayısıyla üretilmiş olup hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Herhangi bir kategoriye girmiyorsanız ya da birden fazla kategoriyi kendinize yakın hissediyorsanız keyfinize bakınız, zira biz öyle yapıyoruz.
Öncelikle belirtmem gerekli ki bu kütüphane kişilerini müdavimler ve müdavim olmayanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Özellikle Temmuz'u Ağustos'a bağladığımız, güneşin ensemizde boza pişirdiği, İstanbul'un boşaldığı şu günlerde hala buralarda olup kütüphaneye gidenlerden müdavim olmayanlar yaz okulunda vizesi ya da finali olanlardan başkası değildir. Lisans öğrencilerinden oluşan bu ekibi önlerindeki ders kitapları, fotokopiler ve notlardan tanımak mümkündür. Genelde soru çözer ya da özet falan çıkarırlar. Bir iki gün kütüphaneye gelir sonra kaybolurlar. Bir kısmı hoşlandığı kişiye yakın olabilmek, kendisini beğendirebilmek gibi amaçlarla da oralarda takılıyor olabilir. Onları da özenli giyim kuşamları, saçları ve kimi zamanlar makyajlarından fark etmek mümkündür. Halbuki müdavimler öyle değildir ve asıl tipolojisi yapılası olanlar onlardır zaten.
Müdavimler hele ki önlerinde laptoplarıyla oturuyorlarsa bilin ki tez yazmaktadırlar. Eğer tez yazmıyorlarsa da akıllarından zorları vardır ki bir bakış açısına göre ikisinin arasında çok fark olduğu da söylenemez ama o konu bu yazımızı çok da ilgilendirmediği için şimdilik değinmiyoruz.
Bu tipler genellikle aynı saatlerde kütüphaneye gelip, mümkün olduğunca aynı masalarda oturup akşam kütüphane kapanana kadar orada vakit geçirirler. Mümkün olduğunca rahat kıyafetler giyerler ve özellikle akşam saatlerinde darmadağın olmuş saçları ve morarmış gözaltlarından tanınırlar. Büyük bir kısmı eğitim öğretim hayatlarının diğer dönemlerine kıyasla daha tombul, fakat daha sağlıksız görünmektedirler. Önlerinde çoğunluğunun üzerinde kütüphane etiketi olan ve olmayan bir yığın kitapla otururlar. Bu kitapların neredeyse hiçbiri ders kitabı değildir ama yakından bakıldığında neredeyse tamamının aynı konu üzerine yazılmış farklı kitaplar olduğu görülecektir. Kulaklarında her daim bir kulaklık görmek mümkündür ki bu kulaklık vasıtasıyla sıklıkla müzik dinleseler de dizi/film izleyenlerine de rast gelmek mümkündür.
Müdavimlerin ilk grubu sınıf mümessilleridir. Bu arkadaşlar kütüphane duvarlarındaki "sessiz olalım, olmayanları uyaralım" tabelalarını fazla ciddiye almışlardır. Kütüphanenin sessiz bir yer olması gerektiğinden emin, bu durumu sağlamak için de gönüllüdürler. Aslında Near East Section içindeki kapalı odalarda çalışsalar en hayırlısıdır fakat orada kablosuz internet kullanılamadığından mebcuren kütüphanenin diğerlerine yayılmak zorunda kalmışlardır. En çok tercih ettikleri alan orta kattaki cubicle'lar olan bu tipler ortalıkta topuklu ayakkabıyla gezip tak-tuk sesleri çıkaran kadınlara ters ters bakmayı, arka tarafta konuşan biri olursa sandalyelerinde hafifçe ayağa kalkıp "hişşşş" demeyi kendilerine görev addetmişlerdir. Genellikle "inek" tabir edilen öğrenci grubuna mensup olduklarına inanılsa da varlıkları kütüphanenin Dingo'nun ahırına dönmemesi açısından elzemdir.
Kütüphanedeki ikinci grup müdavimler malı kıymetliler grubudur. Bu tipler, "benim oda arkadaşımın erkek arkadaşının bi arkadaşının study'den laptop'ı çalınmış" hikayelerini son derece ciddiye alıp kendi başlarına da benzer şeylerin gelmesinden ölesiye korkan dolayısıyla kantine kahve içmeye ya da Beyaz Kale'ye dürüm yemeye giderken bütün eşyalarını toplayan, sonra geri dönünce her şeyi en baştan yayan insanlardır. "Mal canın yongası" diyen atalarımız ve "life, liberty, property" diyen John Locke'a özel bir sevgi beslemekte, onların yolundan ayrılmamaktadırlar.
Üçüncü grup müdavimlerimiz olan bekçicigiller ikinci grubun bir parça değişim geçirmiş halidir. Yine ikinci gruptakiler gibi malları kıymetli olmakla birlikte onlardan daha rahat, daha devrin adamı insanlardır bu tipler. Sorumluluklarını başkalarına devretme, ya da daha gerçekçi bir tabirle kendi işlerini başkalarına yaptırma, konusunda çok başarılı olan bu kişiler hem laptoplarını ortada savunmasız bırakmaktan çekinmekte, hem de yanlarında taşımaya üşenmekte olduklarından en yakınlarında oturan kişiye "ben bi 10 dakika bi yere gidicem de, bilgisayarıma göz kulak olur musunuz?" derler. "Bana ne senin bilgisayarından" demek de insanlığa sığmadığından masa komşularını gönülsüz de olsa mallarının bekçisi yapıverirler. Bu tiplerin geleceği çok parlaktır, üst düzey bir yönetici olacakları muhakkaktır. Hatta daha açık konuşmak gerekirse bunlar bir yere yönetim kurulu başkanı olur, ikinci gruptakiler bilmem neden sorumlu başkan yardımcısı.
Müdavimlerimizin son grubu şahsımın da içinde bulunduğu okul bizim yuvamız kütüphane yatak odamız tipleridir. Aşırı derecede rahat, tabir-i caizse "koy poposuna (!) rahvan gitsin" felsefesini benimsemiş insanlardır. Bunlar kütüphanede yasak olan her şeyi yapmalarıyla bilinirler. Yemek yemek, bir şeyler içmek, telefonla konuşmak dışında masaların üzerinde uyumak, mümkünse ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını karşılarındaki sandalyeye uzatmak, kütüphaneden çıkıp Taksim'e gidilecekse oturduğu yerde makyaj yapmak gibi hareketler de sıklıkla içinde bulundukları durumlardır. Yangın alarmına yakalanmayacaklarını bilseler sigara bile içebilirler. Dışarı çıkarken eşyaları toplamak şöyle dursun akşam eve giderken bile kitaplarını toplamaz, üzerine "lütfen kaldırmayınız" notunu bırakıp masalarını ertesi gün aynı şekilde bulurlar. Onların masalarına kimse oturmaz, oturduğuna pişman olur. Özel odalara sahip olanlar arasında masa lambasını, en sevdiği kahve kupasını ve diş fırçasını bile kütüphanede bırakanlarına rastlanmış, özel odası olmayanların hijyen gibi sebepler dolayısıyla diş fırçası ve kahve kupasını her gün yanlarında getirdikleri görülmüştür. Fazla rahat olduklarından dolayı tezi teslim gününe kadar bitiremeyecekleri muhakkaktır.
Hangi kategoriye dahil olurlarsa olsunlar, tez yazanlar aslında tez yazım döneminde gözlemlediğiniz kadar çirkin ve huysuz insanlar değillerdir. Sevgiyle kucaklanmalı bu sürecin sonuna kadar sabırla karşılanmalı ve çok sevilmelidirler. Ne demiş Marge Simpson? "Grad students are not bad people, they just made terrible life choices."
Öncelikle belirtmem gerekli ki bu kütüphane kişilerini müdavimler ve müdavim olmayanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Özellikle Temmuz'u Ağustos'a bağladığımız, güneşin ensemizde boza pişirdiği, İstanbul'un boşaldığı şu günlerde hala buralarda olup kütüphaneye gidenlerden müdavim olmayanlar yaz okulunda vizesi ya da finali olanlardan başkası değildir. Lisans öğrencilerinden oluşan bu ekibi önlerindeki ders kitapları, fotokopiler ve notlardan tanımak mümkündür. Genelde soru çözer ya da özet falan çıkarırlar. Bir iki gün kütüphaneye gelir sonra kaybolurlar. Bir kısmı hoşlandığı kişiye yakın olabilmek, kendisini beğendirebilmek gibi amaçlarla da oralarda takılıyor olabilir. Onları da özenli giyim kuşamları, saçları ve kimi zamanlar makyajlarından fark etmek mümkündür. Halbuki müdavimler öyle değildir ve asıl tipolojisi yapılası olanlar onlardır zaten.
Müdavimler hele ki önlerinde laptoplarıyla oturuyorlarsa bilin ki tez yazmaktadırlar. Eğer tez yazmıyorlarsa da akıllarından zorları vardır ki bir bakış açısına göre ikisinin arasında çok fark olduğu da söylenemez ama o konu bu yazımızı çok da ilgilendirmediği için şimdilik değinmiyoruz.
Bu tipler genellikle aynı saatlerde kütüphaneye gelip, mümkün olduğunca aynı masalarda oturup akşam kütüphane kapanana kadar orada vakit geçirirler. Mümkün olduğunca rahat kıyafetler giyerler ve özellikle akşam saatlerinde darmadağın olmuş saçları ve morarmış gözaltlarından tanınırlar. Büyük bir kısmı eğitim öğretim hayatlarının diğer dönemlerine kıyasla daha tombul, fakat daha sağlıksız görünmektedirler. Önlerinde çoğunluğunun üzerinde kütüphane etiketi olan ve olmayan bir yığın kitapla otururlar. Bu kitapların neredeyse hiçbiri ders kitabı değildir ama yakından bakıldığında neredeyse tamamının aynı konu üzerine yazılmış farklı kitaplar olduğu görülecektir. Kulaklarında her daim bir kulaklık görmek mümkündür ki bu kulaklık vasıtasıyla sıklıkla müzik dinleseler de dizi/film izleyenlerine de rast gelmek mümkündür.
Müdavimlerin ilk grubu sınıf mümessilleridir. Bu arkadaşlar kütüphane duvarlarındaki "sessiz olalım, olmayanları uyaralım" tabelalarını fazla ciddiye almışlardır. Kütüphanenin sessiz bir yer olması gerektiğinden emin, bu durumu sağlamak için de gönüllüdürler. Aslında Near East Section içindeki kapalı odalarda çalışsalar en hayırlısıdır fakat orada kablosuz internet kullanılamadığından mebcuren kütüphanenin diğerlerine yayılmak zorunda kalmışlardır. En çok tercih ettikleri alan orta kattaki cubicle'lar olan bu tipler ortalıkta topuklu ayakkabıyla gezip tak-tuk sesleri çıkaran kadınlara ters ters bakmayı, arka tarafta konuşan biri olursa sandalyelerinde hafifçe ayağa kalkıp "hişşşş" demeyi kendilerine görev addetmişlerdir. Genellikle "inek" tabir edilen öğrenci grubuna mensup olduklarına inanılsa da varlıkları kütüphanenin Dingo'nun ahırına dönmemesi açısından elzemdir.
Kütüphanedeki ikinci grup müdavimler malı kıymetliler grubudur. Bu tipler, "benim oda arkadaşımın erkek arkadaşının bi arkadaşının study'den laptop'ı çalınmış" hikayelerini son derece ciddiye alıp kendi başlarına da benzer şeylerin gelmesinden ölesiye korkan dolayısıyla kantine kahve içmeye ya da Beyaz Kale'ye dürüm yemeye giderken bütün eşyalarını toplayan, sonra geri dönünce her şeyi en baştan yayan insanlardır. "Mal canın yongası" diyen atalarımız ve "life, liberty, property" diyen John Locke'a özel bir sevgi beslemekte, onların yolundan ayrılmamaktadırlar.
Üçüncü grup müdavimlerimiz olan bekçicigiller ikinci grubun bir parça değişim geçirmiş halidir. Yine ikinci gruptakiler gibi malları kıymetli olmakla birlikte onlardan daha rahat, daha devrin adamı insanlardır bu tipler. Sorumluluklarını başkalarına devretme, ya da daha gerçekçi bir tabirle kendi işlerini başkalarına yaptırma, konusunda çok başarılı olan bu kişiler hem laptoplarını ortada savunmasız bırakmaktan çekinmekte, hem de yanlarında taşımaya üşenmekte olduklarından en yakınlarında oturan kişiye "ben bi 10 dakika bi yere gidicem de, bilgisayarıma göz kulak olur musunuz?" derler. "Bana ne senin bilgisayarından" demek de insanlığa sığmadığından masa komşularını gönülsüz de olsa mallarının bekçisi yapıverirler. Bu tiplerin geleceği çok parlaktır, üst düzey bir yönetici olacakları muhakkaktır. Hatta daha açık konuşmak gerekirse bunlar bir yere yönetim kurulu başkanı olur, ikinci gruptakiler bilmem neden sorumlu başkan yardımcısı.
Müdavimlerimizin son grubu şahsımın da içinde bulunduğu okul bizim yuvamız kütüphane yatak odamız tipleridir. Aşırı derecede rahat, tabir-i caizse "koy poposuna (!) rahvan gitsin" felsefesini benimsemiş insanlardır. Bunlar kütüphanede yasak olan her şeyi yapmalarıyla bilinirler. Yemek yemek, bir şeyler içmek, telefonla konuşmak dışında masaların üzerinde uyumak, mümkünse ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını karşılarındaki sandalyeye uzatmak, kütüphaneden çıkıp Taksim'e gidilecekse oturduğu yerde makyaj yapmak gibi hareketler de sıklıkla içinde bulundukları durumlardır. Yangın alarmına yakalanmayacaklarını bilseler sigara bile içebilirler. Dışarı çıkarken eşyaları toplamak şöyle dursun akşam eve giderken bile kitaplarını toplamaz, üzerine "lütfen kaldırmayınız" notunu bırakıp masalarını ertesi gün aynı şekilde bulurlar. Onların masalarına kimse oturmaz, oturduğuna pişman olur. Özel odalara sahip olanlar arasında masa lambasını, en sevdiği kahve kupasını ve diş fırçasını bile kütüphanede bırakanlarına rastlanmış, özel odası olmayanların hijyen gibi sebepler dolayısıyla diş fırçası ve kahve kupasını her gün yanlarında getirdikleri görülmüştür. Fazla rahat olduklarından dolayı tezi teslim gününe kadar bitiremeyecekleri muhakkaktır.
Hangi kategoriye dahil olurlarsa olsunlar, tez yazanlar aslında tez yazım döneminde gözlemlediğiniz kadar çirkin ve huysuz insanlar değillerdir. Sevgiyle kucaklanmalı bu sürecin sonuna kadar sabırla karşılanmalı ve çok sevilmelidirler. Ne demiş Marge Simpson? "Grad students are not bad people, they just made terrible life choices."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)