Kadın oturuyor, derisi yıpranmış bir bar taburesinde. Kafası bir dünya, hayallere boğulmuş çünkü. Geleceğin yükünü taşımak ıstırapların en ağırı olmalı... Hayaller, ki pek çoğu gerçekleşmeyecek, çünkü gerçekleşmeyeceği için hayal denmiş ve gece gündüz tahayyül edilmiş, bir viski kadehinin içine hapsolmuş, eriyen buzlara karışmış, dans ediyor. Hayaller, ki hayatı güzel kılmalı, çünkü güzel günlerin esansını taşıyor yokluğunda, ilk kez gözünü bu denli korkutuyor. Kadın oturuyor, çünkü atacağı her adım, onu okyanuslar ötesine götürüyor... Costanza’ya, Odessa’ya, Sivastopol’a, İstanbul’a... İstanbul’a.
Kadın, ağzı var fakat dili yok, dilini kaybedeli çok olmuş farklı ülkelerde... Yüzükleri onun adına konuşuyor. Mavi, narin bir gül olmuş kelimeleri sözgelimi, ya da sağ parmağa takılmış bir alyans, pırıl pırıl, hapsoluşunu haykırıyor. Altının ışıltısı yüzünün rengine karışıyor. Gelecek tahayyülü, geçmiş acıları yansıtıyor ve korkuları. Güzel olan herşey yel olmuş sanki, göçüp gitmiş barın açık kapısından. Güzel olan herşey çekip gitmiş de geriye bir tek gözleri kalmış. Onlar ise mahsun, odağı belirsiz, anlamı yalnız, soğuk, esrik. O gözler ne dünyalar görmüş, ne insanlar tanımış, bazen gülmüş, bazen ise yaşlara boğulmuş.
Kadın, taksi sarısı ayakkabılar giyiyor. Ayakları, özgür, kayıtsız ve huzurlu, yunuslar gibi bir dalıp bir çıkıyor. O ayaklardı ki daha düne kadar ona mutluluğu yaşatan, hayatın sırrını taşıyan... Şimdi ağa takılmış balıklar gibi, ölüm titreyişlerini gerçekleştiriyor. Sessiz bir çığlık tüm odayı yırtıp geçiyor, bir ben duyuyorum, o duymuyor.... Kimsesizliğinde nasırlaşıyor hisleri.
Kadın... ve omuzları. O omuzlara hapsolan tek bir ben olabilmek için sırada bekliyor salyası akan elli kara köpekler. O omuzlara dokunabilmek, o omuzlarda hayatı değerli kılmak, o omuzlarda özgürleşmek, o omuzlara boşalabilmek, o an kimilerine dünyadaki yegane amaç oluyor. Müzik onun için değişiyor, içkiler onun adına ısmarlanıyor, kadehler onun adına kalkıyor. Spasibo! Prost! Zum Wohl! Şerefe!
Kadın.... ve ben. Çivi olmuş mıhlanmışım kirli bir masanın ardına, içkimin içinde oynaşan hava kabarcıkları gibi olmak istiyorum bir an. Sonumun nerede biteceğini bilmeden yükselmek istiyorum, uçmak, kaybolmak tamamen, yokolmak. Kaybolurken onu da çekip almak belki de. Oysa daha düne kadar süzülen ruhu bugün bir taş olmuş, cansız. Korkusunda çürüyor. Ey heybetli Cioran, ey çürümenin yazarı, tüm dünyayı kara kömüre boyamak, bize bırakacağın tek miras mı olmalı...
Ve kadın... ve ben... ve onlar, ve kaldırımlar, yazdıklarımla sesimi tak tak işitecek Necib’in aç köpekleri... ve kahrım ve yalnızlığım. Derdimi anlayan birkaç insan. Tanıklığını yaptığım pırlantadan gözyaşların teker teker bardağıma damlayan. Heyhat! Senden yoksunluğum ve insanlığa nefretim. İnsanlık kötü, insanlık çirkin, ahlaksız ve kirli. Çöküşüm seninle olmalı, çöküşümde sen olmalısın, senden bir parça benimle kaybolup gitmeli, tarihe gömülmeli...
Fakat her Antonioni filmi gibi bunun da sonu mutlu olmayacak. Belki kader, belki keder, belki postmodern bir huzursuzluk. Hepsi bir yalandan ibaretse eğer, acıyla yoğrulmanın, zamanla pişmenin, ne önemi var. Yozlaşan ve kararan ruhlar, aşık periler, ölü canlar.