24 Kasım 2010 Çarşamba

Alman Seyyahlar, Osmanlı Türkiyesi ve Oryantalizm


Avrupa’nın kolonyal genişleme çağı olan on dokuzuncu yüzyılda yazılmış herhangi bir Şark seyahatnamesini, oryantalizm kavramını anmadan yeterli bir bağlama oturtmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Yazarın konumunu, niyetini ve ehliyetini aşan bir durum, bir yapısal sınır olarak oryantalizmin söylemsel kuruluşu; Şark’tan bahsetmenin biçimini çeşitli ölçülerde belirlemiştir. Osmanlı toplumuna içeriden ve oldukça büyük bir sempatiyle bakan, yetenekli bir gözlemci ve usta bir yazar olarak değerlendirdiğim Murad Efendi (Franz von Werner) için de bunun  bir anlamda geçerli olduğunu, eserinde (en azından estetik açıdan) bir tür “yumuşak” oryantalizmin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu, anlatmaya çalışacağım. Murad Efendi Avusturyalı bir aristokrat iken Türkiye'ye sığınıp yaşamını Osmanlı hariciyesinin bir memuru olarak geçiren gizemli bir kişilik. Burada, bu deneyimini anlattığı eseri 'Türkiye Manzaraları' inceleniyor.



Alper Yağcı, "Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları," Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, sayı: 8, bahar 2009, sf. 133-155. 

21 Kasım 2010 Pazar

Edebiyat Üzerinden Modern Türkiye'nin Tarihine Ek

Aşağıdaki yazı Alper'in eski bir yazısının ardından kaleme alınmıştır.


Hedeflenen amaç için seçilen kitaplar gayet isabetli aslında. Ama listeye bakınca benim gözüme iki eksik çarptı hemen: Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay. Esasen bu iki isim de, eserlerinin, sıfatları en kaba ve klişe anlamda kullanacak olursak "toplumcu" yönleriyle değil daha ziyade "bireysel" özellikleriyle öne çıkan isimler. Ancak, Oğuz Atay, her ne kadar geç yayınlamaya başladığı ve erken öldüğü için romancılığı bir parça ergenlik -hadi gençlik diyelim- çağında kalıp olgunluk düzeyine erişememiş olsa (Günlük'de dediği gibi Türkiye'nin Ruhu'nu yazabilseydi her halde bu listede kafadan yer alırdı) ve Tutunamayanlar da son tahlilde en nihayetinde bir "gençlik" romanı olsa bile, bu listede yer verilebilir.

Özellikle, Tutunamayanlar'ın "Şarkılar" bölümü (Nabokov'un Solgun Ateş'inden biçimsel olarak esinlenme olsa da) Selim Işık tarzını ve aslında tipik bir Türk aydınının şeceresini ve düşünce biçimini ortaya koyuyor, çok sağlam bir mizahi alt yapı ve alt metinle. (Ahmet Oktay'dı yanılmıyorsam, 84'de, Oğuz Atay'ı Günlük ile tekrar tanıtan Enis Batur ve Ömer Madra'yı onun aslında çok da kuvvetli olan sosyalist yönünü "ignore" etmekle itham etmişti. Belki de çok haksız değildi.)

Yusuf Atılgan'a ve bu listede özellikle yer alması gerekir diye düşündüğüm Anayurt Oteli'ne gelince:
Aslında bu roman bizim edebiyatımızda şu bakımdan bir ilk. Tam olarak neden bilmiyorum ama "toplumsal" sıfatını ilk akla gelen anlamında daha ekonomik içerikli değil de psikolojik ve taşra-merkez (hem coğrafi hem ruhsal) ilişkisi anlamında kullanırsak bu listede de yer alması gerekir. Bizim edebiyatımızda, romancılar ve hatta şairler kahramanlarını hep intihar ettirirler ve masum, acı çeken, toplum tarafından anlaşılamamış, zararı başkasına değil kendisine olan bu tipleri biz çok severiz (Selim Işık'ı kim sevmez?). Ama Zebercet, sonunda o da intihar etse de, adeta nedensiz bir cinayet de işler. Tam bir çözümleme yapmaya muktedir değilim ancak, romandaki resmi günlerin işlenişi (29 Ekim, 10 Kasım), cumhuriyetin taşrasının coğrafi olmaktan çıkarak adeta ete kemiğe bürünmesi, Türk taşrasına özgü bastırılmış, karanlık, tuhaf bir cinsellik (hatta belki eşcinsellik) bu romanı edebiyatımızda çok başka bir yere koyuyor.

Bir de enteresan olan, bizim modern edebiyatımızda büyük şehirlerde yaşayan kahramanlar intihar ederken, taşradakiler başkasını öldürüyor. Selim Işık-Zebercet karşıtlığı gibi. Albert Camus, Sisifos Söyleni'ne "İncelenmeye değer tek felsefi sorun intihardır" diye başlar. Daha sonra yazdığı Başkaldıran İnsan'a ise, "İncelenmeye değer tek felsefi sorun cinayettir" diye başlar. Bu bakımlardan, bu iki roman da, "modern" Türk insanının çevre-merkez ilişkisindeki, sosyal-psikolojik aşamalarını ortaya koymak bakımından bu listede yer alabilir diye düşünüyorum.

Tabi yine, bu romanları estetik değerleri bakımından değil, amacına uygun olsun diye öneriyorum ama "estetik anlamda edebiyatımızın en değerli eserleri arasında olması şanslı bir “tesadüf." Gerçi heralde, ben bu kafayla, mevzu aslında şiir olsa, gerekli kulpları takıp Edip Cansever'i en toplumcu şairimiz ilan edicem ama olsun.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Erkeklerin Sevgisi Her Gün 3 Kadın Öldürürken "HANGİ İNSAN HAKLARI?"



Ve Şimdi Reklamlar:

DOCUMENTARIST'in 8-11 Aralık'ta düzenleyeceği 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinde kadına yönelik şiddete dikkat çeken belgeseller başta olmak üzere pek çok önemli film yer alıyor. Bunlar içinde Burmalı kadın lider Aung San Suu Kyi ile ilgili çok yeni bir belgesel de var.

DOCUMENTARIST tarafından ilk kez geçen yıl gerçekleştirilen 'Hangi İnsan Hakları?' başlıklı etkinliğin ikincisi 8-11 Aralık 2010 tarihlerinde düzenleniyor. İnsan hakları konulu ödüllü belgesellerin gösterildiği, panel, forum ve söyleşilerin de yer alacağı etkinliğin bu seneki teması “kadına yönelik şiddet”.

DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri'nin yan etkinliği olarak düzenlenen 'Hangi İnsan Hakları?' bu sene çerçevesini daha da genişletiyor. Etkinlik kapsamında, Burmalı muhalif lider Aung San Suu Kyi ile ilgili çok yeni bir belgeselin de aralarından olduğu uzunlu kısalı 30'a yakın film gösteriliyor. Son 15 yılını ev hapsinde geçirdikten sonra geçtiğimiz günlerde özgürlüğüne kavuşan liderin hayatının konu edildiği “Aung San Suu Kyi: Burma'nın Korkusuz Leydisi” ( Aung San Suu Kyi: Lady of No Fear) filminin yönetmeni de DOCUMENTARIST'in konuğu olarak İstanbul'a gelecek. Etkinlikte sunulacak çarpıcı filmlerden bir diğeri, Filistin'de bir İsrail buldozerinin altında kalarak can veren Rachel Corrie'nin dokunaklı hikayesinin anlatıldığı “Rachel”.

DOCUMENTARIST'in konuğu olarak Haziran'da İstanbul'a gelen Eyal Sivan'ın son filmi “Yafa, Portakalın Otomatiği”, (filme dair blogda yayınlanan bir yazı için: http://fikirmahsulleriofisi.blogspot.com/2010/07/yafa-portakalin-otomatigi-biir.html) İran'da şiddete maruz kalan kadınların konu edildiği “Kefene Sarılı Kadınlar” (Women in Shroud), Berlin'de yaşayan Özlem Sulak'ın İstanbul'da ilk kez seyirciyle buluşacak “12 Eylül” adlı filmi, tanınmış video sanatçısı Hito Steyerl'in Türkiye'de hiç gösterilmemiş “Kasım” (November) adlı sarsıcı çalışması, 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinde yer alan filmlerden bazıları...

Ülkemizde kadın cinayetlerinin doruğa ulaştığı bir dönemde, konuya dikkat çekerek şiddete karşı mücadele yöntemlerinin tartışılacağı bir de panel düzenlenecek. Ayrıca, gündelikçi kadınların katılımıyla bir forum tiyatro etkinliği de hayata geçirilecek. Türkiye'de aktivist filmlere imza atan kolektifler ise, üç gün boyunca Tütün Depo'sunda kendilerini tanıtıp son ürünlerini paylaşma şansı bulacak.

Hollanda Başkonsolosluğu'nun desteği, İsveç Başkonsolosluğu ve Friedrich Ebert Vakfı'nın katkılarıyla gerçekleşen 'Hangi İnsan Hakları?'nda Dutch Chapel, Cezayir ve Tütün Deposu'nda yapılacak tüm gösterimler ve yan etkinlikler ücretsiz olarak izlenebilir.


Detaylı program ve bilgi için:
www.documentarist.org/insan

İletişim:
info@documentarist.org

Kılıçdaroğlu ve Yeni CHP'nin Önemi

Gelecek sene genel seçimler yapılacak, malumunuz. Ben, bu seçimlerin yakın tarihimizdeki en önemli seçimler olabilme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. Üstelik seçimlere kadar geçecek zamanın da yine çok ama çok önemli bir zaman dilimi olabilecek potansiyelde olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda bu iki noktayı açıklamaya çalışacağım.

Deniz Baykal’ın CHP liderliğinden ayrılması ile neticelenen bir süreç yaşandı, videolar üzerinden ilerleyen. Bunun üzerine, o zamanki genel sekreter Önder Sav elinin altındaki adamlardan en ideali olarak gördüğü Kılıçdaroğlu’nu, delegeler üzerindeki kişisel gücüne binaen genel başkan olarak seçtirdi. O noktada Kılıçdaroğlu’nun seçilmesini başka türlü açıklamak bana çok zorlama olur gibi geliyor.

Ben ve benim gibi düşünen birçok kişi bu değişimi olumlu olarak görse de, Kılıçdaroğlu’nun “yerleşik CHP” sınırlarından çıkamayacağını ve bu nedenle bu değişimi sadece parti içi bir güç hesaplaşmasının sonucu olarak okumayı tercih etti. Neticede bunca sene Baykal’ın kapıkulu olan ve bu sayede partide bir yerlere gelebilmiş olan birçok figürden birisiydi Kılıçdaroğlu ve tam da bundan ötürü kendisinden farklı bir tavır takınmasını beklemek manasızlık olurdu.

Beni bu fikrimi değiştirmeye iten birkaç etken oldu. Evren ve Aytuğ ile yaptığımız sohbetler, özellikle Evren’in partide olanı biteni daha yakından bilmesi hasebiyle yaptığı yorumlar ve tahliller sayesinde Kılıçdaroğlu’nun aslında gerçekten daha kapsamlı bir değişimin tetikleyicisi olabileceğini düşünmeye başladım. Kılıçdaroğlu’na esasen daha fazla kredi açmamı sağlayan asıl olay ise geçenlerde cereyan eden Önder Sav vs. Kılıçdaroğlu çatışması oldu. Bu çatışmadan galip çıkmasını beklemediğim Kılıçdaroğlu, Sav gibi yılların kurdu bir politikacıyı mağlup edip, partinin liderliği pozisyonuna yerleşmeyi başardı. Üstelik bunu yaparken, parti yönetimine de el atıp partiyi eski kadrolarından koparmaya yönelik bir ilk adım attı.
Bütün bunlar bende şu izlenimi yaratmaya yetti: elinde imkan ve güç olursa, olduğu sürece, Kılıçdaroğlu partiyi daha sosyal demokrat bir çizgiye kavuşturabilir ve gerçek anlamıyla bir iktidar alternatifi yaratabilir.

Bu bayramda bu fikrimi pekiştiren başka olaylar da oldu: eski bayramlarda bayramlaşmayan iki parti CHP ve BDP bu sefer bayramlaştı. Kılıçdaroğlu, bayramda Diyarbakır’a ve Şanlıurfa’ya gidip oradaki insanlarla bayramlaştı. Yine aynı dönemde, Paris’teki Sosyalist Enternasyonal toplantısı için orada bulunan Irak Cumhurbaşkanı Talabani ile yüz yüze görüştü ve onun “Irak’a gelin” davetini kabul etti –en azından reddettiğine dair bilgim yok. Zikretmeye gerek yok, Baykal döneminde bunların olabilmesi bile akla gelmeyen şeylerdi. Yine Paris’te Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını ziyaret etmesi de en az bunlar kadar önemli bir diğer hadise.
Elbette bunlar bir partinin külliyen değişmesinin kanıtları olacak derecede önemli olmayabilir. Ne var ki ben bunların simgesel olarak çok önemli olduğunu ve sağlam mesajlar ilettiğini düşünüyorum seçmenlere.

Bu noktada, seçimlere kadar olan sürenin neden çok önemli olduğunu anlatmaya çalışayım.
Kılıçdaroğlu bu süre zarfında, kendi seçmen kitlesini de yeniden sosyal demokrat bir alana çekmeyi başarırsa, seçimlerdeki başarısı ne olursa olsun çok ama çok önemli bir sosyal kazanım sağlamış olacak. Şu anda, ben bu seçmen kitlesinin Kılıçdaroğlu’nun yapmaya çalıştığı yenilikleri kabul etmeye ne derece hazır olduğundan şüpheliyim. Bir diğer deyişle, seçmenin liderin gerisinde kaldığını düşünüyorum. Burada kastettiğim seçmen kitlesi, türban denince tüyleri diken diken olan, Atatürk’ten gayrı insan tanımayan, gayr-ı Türk tüm unsurlardan nefret eden bir kitle. Yukarıda bahsettiğim sohbetlerimizde, Evren ve Aytuğ ile bu kitlenin önemi noktasında ayrıldığımızı gördüm. Onlar bu kitlenin sayıca kalabalık olmadığını söyleyerek, Kılıçdaroğlu’nun yeni siyaset söylemini gerekirse onların oyunu kaybetme pahasına gerçekleştirmesi gerektiğini belirttiler. Bense bu seçmen kitlesinin onların iddia ettiklerinden sayıca daha fazla olduğunu düşünüyorum. Yani, CHP lideri yeni siyaset anlayışını ve dilini kendi seçmenine rağmen hayata getirmeye uğraşırsa bu ciddi anlamda bir oy kaybını da beraberinde getirecektir gibime geliyor.

Bahsettiğim seçmen görüşüne örnek olarak, Deniz Baykal’ın bu hafta yaptığı ve “etnik siyaset yapılmamalıdır” mealindeki konuşması verilebilir. Baykal’ın asıl hedefinin Kılıçdaroğlu ve yeni siyaseti olduğu çok açık. Yine aynı cenahın önemli gazetelerinden Milliyet’in önemli köşecisi Melih Aşık 20 Kasım 2010 tarihli köşesinde hayali bir diyaloga yer verip, CHP’nin yeni siyasetini eleştirdi.

- Yahu bu CHP ne yapmak istiyor Allahaşkına?
- İkinci Cumhuriyetçilik oynuyor
- Yani...
- Kendini son sürat İkinci Cumhuriyetçilere ve AB’ye beğendirmeye çalışıyor. Türban, laiklik, Kürt meselesi gibi konularda liberallere yoktur sizden farkımız mesajları vermeye çalışıyor. Ulusal konularda duyarlı politikayı terk ediyor.


Aşık’ın bu noktada tek başına olduğunu sanmıyorum açıkçası. Onun gibi düşünen ciddi sayıda CHP seçmeni olmalı. Aşık eleştirisinden sonraysa, önerilerini dile getiriyor.

-Oysa ne yapmalıydı CHP?
- Tarım çökmüş, hayvancılık ölmüş, işsizlik milletin belini bükmüş, sıcak paraya dayalı ekonomi pörsümüş, sınav sistemleri çürümüş, gençler umutsuzluğa sürüklenmiş, gelir adaletsizliği zirvede, iç ve dış sömürü dorukta, insanlar piyasanın insafına terk edilmiş... Bu konuları sorgulamalı, çözüm üretmeye çalışmalıydı. Bir sosyal demokrat partiden beklenen buydu.


Yani “kimlik gibi terör gibi Kürt meselesi gibi sorunlarda aynı eskisi gibi olsun. Muhafazakâr bir siyaset gütsün. Muhalefeti sadece ekonomi üzerinden yapsın.”

Kılıçdaroğlu’nu bekleyen asıl sınav bence seçime kadar olan sürede yapabilecekleri. Bu eleştirilere göğüs gerip, partisinin mevcut Kürt politikasında neden ısrar etmemesi ve Türk kimliği konusunda neden daha demokrat bir tavır takınması gerektiğini seçmenine anlatır ve onu ikna edebilirse;

1-hem seçimde daha sağlam bir kitleye hitap etmiş olur, bu sayede belki güneydoğu ve doğu illerinden de oy alabilir -bu bölgelerde partinin oysal olarak var olmadığını hatırlayalım

2-hem de memleketteki sosyal demokrat kitle partisi eksikliğini doldurabilir –bu sayede de ben ve benim gibi düşünen insanlardan “kerhen” olmadan oy alabilir.

Bu süreçte CHP seçmeni gerçekten dönüşürse, bu Türkiye’nin büyük sorunlarını çözmede en geniş anlamda “siyasetin” elini rahatlatacak bir durum yaratır. Şu anda, etraftaki insanlardan edindiğim izlenim özellikle CHP seçmeninde Kürt meselesi ve demokratikleşme meselesinde ciddi rahatsızlıklar olabileceği. Önder Sav’ın parti içi çatışmanın en fazla olduğu günlerde “Atatürk’ün CHP’sine” yaptığı göndermeler tam da bu yukarıda bahsettiğim eleştirilerin bir örneğiydi. Seçimlere kadar olan zamanı çok iyi değerlendirip, kendi seçmenini dönüştürüp kendi seçmeni olmayan insanlardan da oy toplamayı başarırsa Kılıçdaroğlu Türkiye siyasal tarihinde 2010'ların en çok konuşulan figürü olabilir gibime geliyor.

Bu konuda yazacaklarım tam bitmedi. Yakın zamanda bir başka yazıyla gene kıymetli karilerimizin huzurunda olacağım umuyorum.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Siz de kendi rock grubunuzu kurabilirsiniz...



Sıkıcı bir iste calisiyor olabilirsiniz. Saclariniz dokuluyor olabilir. Fakat siz de bir vakitler rockstar olmayi hayal ettiniz. Siz isinize devam edin, biz rockstar olmanin en keyifli yanlarini evinize getiriyoruz. Evet, tahmin ettiginiz gibi rockstar olma hayallerinin en can alici noktasi gelecekteki gruba isim bulma faslidir elbette. Buyrun siz de yorumlarinizla katkida bulunun, hayalinizdeki grup ismini bizimle paylasin.


Grup
Tarz
Koken
Yerli
Iyisaatteolsunlar
punk/hardcor
Bursa
Yirmi Sekiz Çelebi
elektronik/world/serbest jaz
Istanbul
Sesleniş
etnik/protest
ODTU
Zincir
ağır metal
Ankara
Katarakt
alternatif rock
Kadikoy
Maykılceksın
bildigin punk
Taksim
Reaya
hard rock/progressive rock
Istanbul
Gitme*
Anadolu rock/pop
Bayburt

*Grup Gitme’nin sayin basbakanin torununun dugununde canli calacagi ogrenildi.

Yabanci
Virgin Anxiety
elektronic/alternative
Londra
"Eskimo Science" Rolling Stones tarafindan '2011'in en zeki albumu' secildi
The Reasons Unknown
alternative/rock
Essex
The Unintended Consequences
alternative/progressive rock
Essex
The Reasons Unknown gitaristi Mark Bowey'in yan projesi
The Sgt. Pepper's Horny Punks Club Band
disco punk
Liverpool
The Twin Borthers
elektronic/dance
New York
Stage name of the DJ John Graham Twin
Carnal Territory
trip hop
San Francisco
Ilk albumu "Something went terribly wrong" ile aman bu gruba dikkat dedirten Carnal Territory'nin bu gidisle 'ucuncu albumunde basyapit lezzeti yakalayan gruplar' arasina girmesi muhtemel.
Dead Presidents Family
hard rock/hardcore
Los Angeles
The Middle Kingdom
Arctic Monkeys gibin
Brighton
The B.A.N.D.
post-rock
Vancouver
Onde gelen albumleri "The Universal Lovemaker"


14 Kasım 2010 Pazar

Kitap Eleştirisi: Antropoloji Tarihi


Antropoloji Tarihi
Thomas Hylland Eriksen ve Finn Sivert Nielsen
İletişim Yayınları, 2010, 296 sayfa
Çeviren: Aksu Bora

Antropoloji bilimi nedir; neyi araştırır, nasıl şekillenmiş ve günümüzdeki konumuna gelmiştir? Antropoloji, bugünün halklarını anlamak adına bize ne gibi kuramsal perspektifler kazandırmıştır ve bu perspektifler, farklı disiplinlerin etkisinde, ne gibi dönüşümler geçirmiştir? Kabaca özetlemek gerekirse, elimizdeki kitap bu sorulara yanıt arıyor.

sunday morning

morning.
fresh air.
a ticklish breeze.
playful drops of rain.
early sunday.
behind the windows of the third world.
scents of dark roasted coffee and souls.
beautiful men and beautiful women.
sunday.
without the sun.
still a great day to exist.

Dekadans… Birleşemeyen Bedenler, Aşk Yoksunu Bireyler ve Yalnızlık Karası

Kadın oturuyor, derisi yıpranmış bir bar taburesinde. Kafası bir dünya, hayallere boğulmuş çünkü. Geleceğin yükünü taşımak ıstırapların en ağırı olmalı... Hayaller, ki pek çoğu gerçekleşmeyecek, çünkü gerçekleşmeyeceği için hayal denmiş ve gece gündüz tahayyül edilmiş, bir viski kadehinin içine hapsolmuş, eriyen buzlara karışmış, dans ediyor. Hayaller, ki hayatı güzel kılmalı, çünkü güzel günlerin esansını taşıyor yokluğunda, ilk kez gözünü bu denli korkutuyor. Kadın oturuyor, çünkü atacağı her adım, onu okyanuslar ötesine götürüyor... Costanza’ya, Odessa’ya, Sivastopol’a, İstanbul’a... İstanbul’a.

Kadın, ağzı var fakat dili yok, dilini kaybedeli çok olmuş farklı ülkelerde... Yüzükleri onun adına konuşuyor. Mavi, narin bir gül olmuş kelimeleri sözgelimi, ya da sağ parmağa takılmış bir alyans, pırıl pırıl, hapsoluşunu haykırıyor. Altının ışıltısı yüzünün rengine karışıyor. Gelecek tahayyülü, geçmiş acıları yansıtıyor ve korkuları. Güzel olan herşey yel olmuş sanki, göçüp gitmiş barın açık kapısından. Güzel olan herşey çekip gitmiş de geriye bir tek gözleri kalmış. Onlar ise mahsun, odağı belirsiz, anlamı yalnız, soğuk, esrik. O gözler ne dünyalar görmüş, ne insanlar tanımış, bazen gülmüş, bazen ise yaşlara boğulmuş.

Kadın, taksi sarısı ayakkabılar giyiyor. Ayakları, özgür, kayıtsız ve huzurlu, yunuslar gibi bir dalıp bir çıkıyor. O ayaklardı ki daha düne kadar ona mutluluğu yaşatan, hayatın sırrını taşıyan... Şimdi ağa takılmış balıklar gibi, ölüm titreyişlerini gerçekleştiriyor. Sessiz bir çığlık tüm odayı yırtıp geçiyor, bir ben duyuyorum, o duymuyor.... Kimsesizliğinde nasırlaşıyor hisleri.

Kadın... ve omuzları. O omuzlara hapsolan tek bir ben olabilmek için sırada bekliyor salyası akan elli kara köpekler. O omuzlara dokunabilmek, o omuzlarda hayatı değerli kılmak, o omuzlarda özgürleşmek, o omuzlara boşalabilmek, o an kimilerine dünyadaki yegane amaç oluyor. Müzik onun için değişiyor, içkiler onun adına ısmarlanıyor, kadehler onun adına kalkıyor. Spasibo! Prost! Zum Wohl! Şerefe!

Kadın.... ve ben. Çivi olmuş mıhlanmışım kirli bir masanın ardına, içkimin içinde oynaşan hava kabarcıkları gibi olmak istiyorum bir an. Sonumun nerede biteceğini bilmeden yükselmek istiyorum, uçmak, kaybolmak tamamen, yokolmak. Kaybolurken onu da çekip almak belki de. Oysa daha düne kadar süzülen ruhu bugün bir taş olmuş, cansız. Korkusunda çürüyor. Ey heybetli Cioran, ey çürümenin yazarı, tüm dünyayı kara kömüre boyamak, bize bırakacağın tek miras mı olmalı...

Ve kadın... ve ben... ve onlar, ve kaldırımlar, yazdıklarımla sesimi tak tak işitecek Necib’in aç köpekleri... ve kahrım ve yalnızlığım. Derdimi anlayan birkaç insan. Tanıklığını yaptığım pırlantadan gözyaşların teker teker bardağıma damlayan. Heyhat! Senden yoksunluğum ve insanlığa nefretim. İnsanlık kötü, insanlık çirkin, ahlaksız ve kirli. Çöküşüm seninle olmalı, çöküşümde sen olmalısın, senden bir parça benimle kaybolup gitmeli, tarihe gömülmeli...

Fakat her Antonioni filmi gibi bunun da sonu mutlu olmayacak. Belki kader, belki keder, belki postmodern bir huzursuzluk. Hepsi bir yalandan ibaretse eğer, acıyla yoğrulmanın, zamanla pişmenin, ne önemi var. Yozlaşan ve kararan ruhlar, aşık periler, ölü canlar.

5 Kasım 2010 Cuma

5 Kasim 2010 Bogazici Universitesi olaylari

Bugun Basbakan Recep Tayyip Erdogan Bogazici Universitesi'ndeydi. Onunla birlikte polisler de. 5 yillik Bogazici Universitesi deneyimimde, okulda bir kere bile polis gordugumu hatirlamiyorum. "Alanci karsiti" olarak bilinen bir kulubun (Isletme Kulubu) dort yil boyunca aktif uyesi olan biri olarak, bu dort yilda okula polis girdiyse benim hatirlamam lazim. Kesin girmistir, ama ben hatirlamiyorum.


Bugun okula polis girmis, demokratik hakkini kullanan ogrencileri tartaklamis, kampusu biber gaziyla zehirlemis.

Kampusu romantize etmek degil amacim. Cem Berk Aydin, o kampusu nasil gordugumuzu cok iyi anlatmis http://www.avazavaz.org/ internet sitesinde: "Bugun malum olaylara sahne olan o yasam alaninda biz yillardir istedigimizi soyleyebiliyoruz. Istedigini soyleyebilen digerlerini anlayarak, istedigini soyleyebilen digerlerini yargilamadan, o yasam alanina her bireyin ayri ayri yadsinamaz katkilar yaptiginin farkinda olarak."

Sonra, bugunku olaylarin akillarda silinemeyecek soru isaretleri biraktigini soylemis.

Silinemeyecek soru isaretlerinin ortaya cikmasindan cok, gitgide kalicilasan unlemlerle dolu benim kafam. Demokratiklesmeden anladigi, dort-bes yilda bir secim duzenleyip oylarin cogunlugunu alamasa da iktidar olmak ve her kamu kurumuna kendi yandaslarini getirmek olan bir siyasi hareketin ve onun liderinin gercek ve dinamik bir demokrasiye tahammulsuzlugunun ne ilk ne de son gostergesi bugun olanlar.

Gercek demokrasilerin ayirt edici ozelligi, toplumsal hayati duzenleyen kararlarin bu kararlardan etkilenecek kitlenin katilimiyla alinmasidir. Bu katilim, yalnizca secim mekanizmasiyla saglanmaz. Iki secim arasinda gecen surede alinan kararlarin kitlenin katilimiyla alinabilmesi icin, secmenlerinin goruslerini yansitan milletvekilleri, bir tartisma platformu olarak basin, goruslerin sekillenmesi ve somutlasmasi icin partiler ve sivil toplum orgutleri, goruslerin dogrudan ifade edilebilmesi icin gosteriler gibi daha bircok mekanizmanin islemesi gerekir, ustelik bu mekanizmalar secimlerden cok daha elzemdir. Tam da bu yuzden, ustu ortuk bir sekilde entellektuel cevre tarafindan kabullenilen "askeri secimle gonderemiyorduk, AKP iktidarini secimle gonderebiliriz, o yuzden bu demokratik" argumanini gecerli sayamayiz. AKP, Turkiye'de demokrasiyi yerlesiklestirecek mekanizmalari ve diyalog sureclerini calistirmamayi tercih ediyor, gercek bir demokrasi yerine gercek bir hegemonya tesis ediyor.

Bugun Bogazici'nde olanlar, tum bunlarin bir diger gostergesi. Icsellestirdigimiz bir mekanda olup bittiginden, bugun olanlar icimizi bir nebze daha cok yakiyor elbette. Ama bunlar ne ilk ne de son. Demokrasiden beklentilerimizin AKP'nin sagladiklariyla sinirli olmadigini (demokratik haklarimizi kullanarak) yuksek sesle haykirmadikca, hegemonyanin kurulusu hizlanacak.

Kafalarda olusan isaretleri eyleme cevirmenin zamanidir.

Not: Bu yazi, kullandigi dil nedeniyle o sekilde anlasilma potansiyeli barindirsa da, Fikir Mahsulleri Ofisi'nin toplu gorusunu yansitmaz.