Hikayeyi muhtemelen daha önce duymadınız, ama aşinasınız. Hiçbir eşinizin dostunuzun başına gelmedi mi? Yirmisinde sosyalist olmayanın kalbi, kırkında hala sosyalist olanın aklı yoktur demişler. Ne olur da arada, yolun yarısında değişir taraf?
Blog, Boğaziçi Üniversitesi vesilesiyle tanışan bir grup arkadaşın eseridir. Blogda "serbest kültür çalışmaları" diye tanımlanacak denemeler yer alır. Yazarları bir araya getiren, ortak siyasi duruş veya estetik beğeni değil, özgür düşüncenin meyvelerinin değerli olduğuna duyulan inançtır. Bize ulaşmak için: fmoblogu@gmail.com
6 Aralık 2010 Pazartesi
İmparatorluk ve barbarlık, sömürü ve direniş: Periferik entelektüelin Amerika’yı keşfi
Etiketler:
ABD,
Amerika,
Borges,
direniş,
diyalektik,
hegamonya,
iktidar,
imparatorluk
5 Aralık 2010 Pazar
Kim var imiş biz burada yoğ iken
Birazdan okuyacaklarınız benim kalemimden çıkan cümleler değil. Çalışmalarını Amerika'da sürdüren Cemal Kafadar'ın ilk baskısı geçen sene yapılan ve başlıktaki ismi taşıyan kitabından alıntıladıklarım. Kitap Kafadar'ın farklı yerlerde yayınlanmış dört makalesinden oluşuyor: üçü İngilizceden çeviri. Cemal Bey'den ders almışlığım yok, ama dersinde bulunanlardan edindiğim izlenim sağlam bir tarihçi olduğu yönündeydi. Okuduğum, yaklaşık beş dakika önce, önsözden edindiğim izlenimse Cemal Hoca'nın duyduklarımdan da fazlası olduğu. Reklamını yapması benden, kitabı alıp okuması sizden.
24 Kasım 2010 Çarşamba
Alman Seyyahlar, Osmanlı Türkiyesi ve Oryantalizm
Avrupa’nın kolonyal genişleme çağı olan on dokuzuncu yüzyılda yazılmış herhangi bir Şark seyahatnamesini, oryantalizm kavramını anmadan yeterli bir bağlama oturtmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Yazarın konumunu, niyetini ve ehliyetini aşan bir durum, bir yapısal sınır olarak oryantalizmin söylemsel kuruluşu; Şark’tan bahsetmenin biçimini çeşitli ölçülerde belirlemiştir. Osmanlı toplumuna içeriden ve oldukça büyük bir sempatiyle bakan, yetenekli bir gözlemci ve usta bir yazar olarak değerlendirdiğim Murad Efendi (Franz von Werner) için de bunun bir anlamda geçerli olduğunu, eserinde (en azından estetik açıdan) bir tür “yumuşak” oryantalizmin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu, anlatmaya çalışacağım. Murad Efendi Avusturyalı bir aristokrat iken Türkiye'ye sığınıp yaşamını Osmanlı hariciyesinin bir memuru olarak geçiren gizemli bir kişilik. Burada, bu deneyimini anlattığı eseri 'Türkiye Manzaraları' inceleniyor.
Alper Yağcı, "Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları," Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, sayı: 8, bahar 2009, sf. 133-155.
Etiketler:
intihal,
Murad Efendi,
oryantalizm,
Osmanlı İmparatorluğu,
şarkiyatçılık,
tarih,
Tarih ve Toplum
21 Kasım 2010 Pazar
Edebiyat Üzerinden Modern Türkiye'nin Tarihine Ek
Aşağıdaki yazı Alper'in eski bir yazısının ardından kaleme alınmıştır.
Hedeflenen amaç için seçilen kitaplar gayet isabetli aslında. Ama listeye bakınca benim gözüme iki eksik çarptı hemen: Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay. Esasen bu iki isim de, eserlerinin, sıfatları en kaba ve klişe anlamda kullanacak olursak "toplumcu" yönleriyle değil daha ziyade "bireysel" özellikleriyle öne çıkan isimler. Ancak, Oğuz Atay, her ne kadar geç yayınlamaya başladığı ve erken öldüğü için romancılığı bir parça ergenlik -hadi gençlik diyelim- çağında kalıp olgunluk düzeyine erişememiş olsa (Günlük'de dediği gibi Türkiye'nin Ruhu'nu yazabilseydi her halde bu listede kafadan yer alırdı) ve Tutunamayanlar da son tahlilde en nihayetinde bir "gençlik" romanı olsa bile, bu listede yer verilebilir.
Özellikle, Tutunamayanlar'ın "Şarkılar" bölümü (Nabokov'un Solgun Ateş'inden biçimsel olarak esinlenme olsa da) Selim Işık tarzını ve aslında tipik bir Türk aydınının şeceresini ve düşünce biçimini ortaya koyuyor, çok sağlam bir mizahi alt yapı ve alt metinle. (Ahmet Oktay'dı yanılmıyorsam, 84'de, Oğuz Atay'ı Günlük ile tekrar tanıtan Enis Batur ve Ömer Madra'yı onun aslında çok da kuvvetli olan sosyalist yönünü "ignore" etmekle itham etmişti. Belki de çok haksız değildi.)
Yusuf Atılgan'a ve bu listede özellikle yer alması gerekir diye düşündüğüm Anayurt Oteli'ne gelince:
Aslında bu roman bizim edebiyatımızda şu bakımdan bir ilk. Tam olarak neden bilmiyorum ama "toplumsal" sıfatını ilk akla gelen anlamında daha ekonomik içerikli değil de psikolojik ve taşra-merkez (hem coğrafi hem ruhsal) ilişkisi anlamında kullanırsak bu listede de yer alması gerekir. Bizim edebiyatımızda, romancılar ve hatta şairler kahramanlarını hep intihar ettirirler ve masum, acı çeken, toplum tarafından anlaşılamamış, zararı başkasına değil kendisine olan bu tipleri biz çok severiz (Selim Işık'ı kim sevmez?). Ama Zebercet, sonunda o da intihar etse de, adeta nedensiz bir cinayet de işler. Tam bir çözümleme yapmaya muktedir değilim ancak, romandaki resmi günlerin işlenişi (29 Ekim, 10 Kasım), cumhuriyetin taşrasının coğrafi olmaktan çıkarak adeta ete kemiğe bürünmesi, Türk taşrasına özgü bastırılmış, karanlık, tuhaf bir cinsellik (hatta belki eşcinsellik) bu romanı edebiyatımızda çok başka bir yere koyuyor.
Bir de enteresan olan, bizim modern edebiyatımızda büyük şehirlerde yaşayan kahramanlar intihar ederken, taşradakiler başkasını öldürüyor. Selim Işık-Zebercet karşıtlığı gibi. Albert Camus, Sisifos Söyleni'ne "İncelenmeye değer tek felsefi sorun intihardır" diye başlar. Daha sonra yazdığı Başkaldıran İnsan'a ise, "İncelenmeye değer tek felsefi sorun cinayettir" diye başlar. Bu bakımlardan, bu iki roman da, "modern" Türk insanının çevre-merkez ilişkisindeki, sosyal-psikolojik aşamalarını ortaya koymak bakımından bu listede yer alabilir diye düşünüyorum.
Tabi yine, bu romanları estetik değerleri bakımından değil, amacına uygun olsun diye öneriyorum ama "estetik anlamda edebiyatımızın en değerli eserleri arasında olması şanslı bir “tesadüf." Gerçi heralde, ben bu kafayla, mevzu aslında şiir olsa, gerekli kulpları takıp Edip Cansever'i en toplumcu şairimiz ilan edicem ama olsun.
Hedeflenen amaç için seçilen kitaplar gayet isabetli aslında. Ama listeye bakınca benim gözüme iki eksik çarptı hemen: Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay. Esasen bu iki isim de, eserlerinin, sıfatları en kaba ve klişe anlamda kullanacak olursak "toplumcu" yönleriyle değil daha ziyade "bireysel" özellikleriyle öne çıkan isimler. Ancak, Oğuz Atay, her ne kadar geç yayınlamaya başladığı ve erken öldüğü için romancılığı bir parça ergenlik -hadi gençlik diyelim- çağında kalıp olgunluk düzeyine erişememiş olsa (Günlük'de dediği gibi Türkiye'nin Ruhu'nu yazabilseydi her halde bu listede kafadan yer alırdı) ve Tutunamayanlar da son tahlilde en nihayetinde bir "gençlik" romanı olsa bile, bu listede yer verilebilir.
Özellikle, Tutunamayanlar'ın "Şarkılar" bölümü (Nabokov'un Solgun Ateş'inden biçimsel olarak esinlenme olsa da) Selim Işık tarzını ve aslında tipik bir Türk aydınının şeceresini ve düşünce biçimini ortaya koyuyor, çok sağlam bir mizahi alt yapı ve alt metinle. (Ahmet Oktay'dı yanılmıyorsam, 84'de, Oğuz Atay'ı Günlük ile tekrar tanıtan Enis Batur ve Ömer Madra'yı onun aslında çok da kuvvetli olan sosyalist yönünü "ignore" etmekle itham etmişti. Belki de çok haksız değildi.)
Yusuf Atılgan'a ve bu listede özellikle yer alması gerekir diye düşündüğüm Anayurt Oteli'ne gelince:
Aslında bu roman bizim edebiyatımızda şu bakımdan bir ilk. Tam olarak neden bilmiyorum ama "toplumsal" sıfatını ilk akla gelen anlamında daha ekonomik içerikli değil de psikolojik ve taşra-merkez (hem coğrafi hem ruhsal) ilişkisi anlamında kullanırsak bu listede de yer alması gerekir. Bizim edebiyatımızda, romancılar ve hatta şairler kahramanlarını hep intihar ettirirler ve masum, acı çeken, toplum tarafından anlaşılamamış, zararı başkasına değil kendisine olan bu tipleri biz çok severiz (Selim Işık'ı kim sevmez?). Ama Zebercet, sonunda o da intihar etse de, adeta nedensiz bir cinayet de işler. Tam bir çözümleme yapmaya muktedir değilim ancak, romandaki resmi günlerin işlenişi (29 Ekim, 10 Kasım), cumhuriyetin taşrasının coğrafi olmaktan çıkarak adeta ete kemiğe bürünmesi, Türk taşrasına özgü bastırılmış, karanlık, tuhaf bir cinsellik (hatta belki eşcinsellik) bu romanı edebiyatımızda çok başka bir yere koyuyor.
Bir de enteresan olan, bizim modern edebiyatımızda büyük şehirlerde yaşayan kahramanlar intihar ederken, taşradakiler başkasını öldürüyor. Selim Işık-Zebercet karşıtlığı gibi. Albert Camus, Sisifos Söyleni'ne "İncelenmeye değer tek felsefi sorun intihardır" diye başlar. Daha sonra yazdığı Başkaldıran İnsan'a ise, "İncelenmeye değer tek felsefi sorun cinayettir" diye başlar. Bu bakımlardan, bu iki roman da, "modern" Türk insanının çevre-merkez ilişkisindeki, sosyal-psikolojik aşamalarını ortaya koymak bakımından bu listede yer alabilir diye düşünüyorum.
Tabi yine, bu romanları estetik değerleri bakımından değil, amacına uygun olsun diye öneriyorum ama "estetik anlamda edebiyatımızın en değerli eserleri arasında olması şanslı bir “tesadüf." Gerçi heralde, ben bu kafayla, mevzu aslında şiir olsa, gerekli kulpları takıp Edip Cansever'i en toplumcu şairimiz ilan edicem ama olsun.
20 Kasım 2010 Cumartesi
Erkeklerin Sevgisi Her Gün 3 Kadın Öldürürken "HANGİ İNSAN HAKLARI?"
Ve Şimdi Reklamlar:
DOCUMENTARIST'in 8-11 Aralık'ta düzenleyeceği 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinde kadına yönelik şiddete dikkat çeken belgeseller başta olmak üzere pek çok önemli film yer alıyor. Bunlar içinde Burmalı kadın lider Aung San Suu Kyi ile ilgili çok yeni bir belgesel de var.
DOCUMENTARIST tarafından ilk kez geçen yıl gerçekleştirilen 'Hangi İnsan Hakları?' başlıklı etkinliğin ikincisi 8-11 Aralık 2010 tarihlerinde düzenleniyor. İnsan hakları konulu ödüllü belgesellerin gösterildiği, panel, forum ve söyleşilerin de yer alacağı etkinliğin bu seneki teması “kadına yönelik şiddet”.
DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri'nin yan etkinliği olarak düzenlenen 'Hangi İnsan Hakları?' bu sene çerçevesini daha da genişletiyor. Etkinlik kapsamında, Burmalı muhalif lider Aung San Suu Kyi ile ilgili çok yeni bir belgeselin de aralarından olduğu uzunlu kısalı 30'a yakın film gösteriliyor. Son 15 yılını ev hapsinde geçirdikten sonra geçtiğimiz günlerde özgürlüğüne kavuşan liderin hayatının konu edildiği “Aung San Suu Kyi: Burma'nın Korkusuz Leydisi” ( Aung San Suu Kyi: Lady of No Fear) filminin yönetmeni de DOCUMENTARIST'in konuğu olarak İstanbul'a gelecek. Etkinlikte sunulacak çarpıcı filmlerden bir diğeri, Filistin'de bir İsrail buldozerinin altında kalarak can veren Rachel Corrie'nin dokunaklı hikayesinin anlatıldığı “Rachel”.
DOCUMENTARIST'in konuğu olarak Haziran'da İstanbul'a gelen Eyal Sivan'ın son filmi “Yafa, Portakalın Otomatiği”, (filme dair blogda yayınlanan bir yazı için: http://fikirmahsulleriofisi.blogspot.com/2010/07/yafa-portakalin-otomatigi-biir.html) İran'da şiddete maruz kalan kadınların konu edildiği “Kefene Sarılı Kadınlar” (Women in Shroud), Berlin'de yaşayan Özlem Sulak'ın İstanbul'da ilk kez seyirciyle buluşacak “12 Eylül” adlı filmi, tanınmış video sanatçısı Hito Steyerl'in Türkiye'de hiç gösterilmemiş “Kasım” (November) adlı sarsıcı çalışması, 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinde yer alan filmlerden bazıları...
Ülkemizde kadın cinayetlerinin doruğa ulaştığı bir dönemde, konuya dikkat çekerek şiddete karşı mücadele yöntemlerinin tartışılacağı bir de panel düzenlenecek. Ayrıca, gündelikçi kadınların katılımıyla bir forum tiyatro etkinliği de hayata geçirilecek. Türkiye'de aktivist filmlere imza atan kolektifler ise, üç gün boyunca Tütün Depo'sunda kendilerini tanıtıp son ürünlerini paylaşma şansı bulacak.
Hollanda Başkonsolosluğu'nun desteği, İsveç Başkonsolosluğu ve Friedrich Ebert Vakfı'nın katkılarıyla gerçekleşen 'Hangi İnsan Hakları?'nda Dutch Chapel, Cezayir ve Tütün Deposu'nda yapılacak tüm gösterimler ve yan etkinlikler ücretsiz olarak izlenebilir.
Detaylı program ve bilgi için:
www.documentarist.org/insan
İletişim:
info@documentarist.org
Kılıçdaroğlu ve Yeni CHP'nin Önemi
Gelecek sene genel seçimler yapılacak, malumunuz. Ben, bu seçimlerin yakın tarihimizdeki en önemli seçimler olabilme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. Üstelik seçimlere kadar geçecek zamanın da yine çok ama çok önemli bir zaman dilimi olabilecek potansiyelde olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda bu iki noktayı açıklamaya çalışacağım.
Deniz Baykal’ın CHP liderliğinden ayrılması ile neticelenen bir süreç yaşandı, videolar üzerinden ilerleyen. Bunun üzerine, o zamanki genel sekreter Önder Sav elinin altındaki adamlardan en ideali olarak gördüğü Kılıçdaroğlu’nu, delegeler üzerindeki kişisel gücüne binaen genel başkan olarak seçtirdi. O noktada Kılıçdaroğlu’nun seçilmesini başka türlü açıklamak bana çok zorlama olur gibi geliyor.
Ben ve benim gibi düşünen birçok kişi bu değişimi olumlu olarak görse de, Kılıçdaroğlu’nun “yerleşik CHP” sınırlarından çıkamayacağını ve bu nedenle bu değişimi sadece parti içi bir güç hesaplaşmasının sonucu olarak okumayı tercih etti. Neticede bunca sene Baykal’ın kapıkulu olan ve bu sayede partide bir yerlere gelebilmiş olan birçok figürden birisiydi Kılıçdaroğlu ve tam da bundan ötürü kendisinden farklı bir tavır takınmasını beklemek manasızlık olurdu.
Beni bu fikrimi değiştirmeye iten birkaç etken oldu. Evren ve Aytuğ ile yaptığımız sohbetler, özellikle Evren’in partide olanı biteni daha yakından bilmesi hasebiyle yaptığı yorumlar ve tahliller sayesinde Kılıçdaroğlu’nun aslında gerçekten daha kapsamlı bir değişimin tetikleyicisi olabileceğini düşünmeye başladım. Kılıçdaroğlu’na esasen daha fazla kredi açmamı sağlayan asıl olay ise geçenlerde cereyan eden Önder Sav vs. Kılıçdaroğlu çatışması oldu. Bu çatışmadan galip çıkmasını beklemediğim Kılıçdaroğlu, Sav gibi yılların kurdu bir politikacıyı mağlup edip, partinin liderliği pozisyonuna yerleşmeyi başardı. Üstelik bunu yaparken, parti yönetimine de el atıp partiyi eski kadrolarından koparmaya yönelik bir ilk adım attı.
Bütün bunlar bende şu izlenimi yaratmaya yetti: elinde imkan ve güç olursa, olduğu sürece, Kılıçdaroğlu partiyi daha sosyal demokrat bir çizgiye kavuşturabilir ve gerçek anlamıyla bir iktidar alternatifi yaratabilir.
Bu bayramda bu fikrimi pekiştiren başka olaylar da oldu: eski bayramlarda bayramlaşmayan iki parti CHP ve BDP bu sefer bayramlaştı. Kılıçdaroğlu, bayramda Diyarbakır’a ve Şanlıurfa’ya gidip oradaki insanlarla bayramlaştı. Yine aynı dönemde, Paris’teki Sosyalist Enternasyonal toplantısı için orada bulunan Irak Cumhurbaşkanı Talabani ile yüz yüze görüştü ve onun “Irak’a gelin” davetini kabul etti –en azından reddettiğine dair bilgim yok. Zikretmeye gerek yok, Baykal döneminde bunların olabilmesi bile akla gelmeyen şeylerdi. Yine Paris’te Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını ziyaret etmesi de en az bunlar kadar önemli bir diğer hadise.
Elbette bunlar bir partinin külliyen değişmesinin kanıtları olacak derecede önemli olmayabilir. Ne var ki ben bunların simgesel olarak çok önemli olduğunu ve sağlam mesajlar ilettiğini düşünüyorum seçmenlere.
Bu noktada, seçimlere kadar olan sürenin neden çok önemli olduğunu anlatmaya çalışayım.
Kılıçdaroğlu bu süre zarfında, kendi seçmen kitlesini de yeniden sosyal demokrat bir alana çekmeyi başarırsa, seçimlerdeki başarısı ne olursa olsun çok ama çok önemli bir sosyal kazanım sağlamış olacak. Şu anda, ben bu seçmen kitlesinin Kılıçdaroğlu’nun yapmaya çalıştığı yenilikleri kabul etmeye ne derece hazır olduğundan şüpheliyim. Bir diğer deyişle, seçmenin liderin gerisinde kaldığını düşünüyorum. Burada kastettiğim seçmen kitlesi, türban denince tüyleri diken diken olan, Atatürk’ten gayrı insan tanımayan, gayr-ı Türk tüm unsurlardan nefret eden bir kitle. Yukarıda bahsettiğim sohbetlerimizde, Evren ve Aytuğ ile bu kitlenin önemi noktasında ayrıldığımızı gördüm. Onlar bu kitlenin sayıca kalabalık olmadığını söyleyerek, Kılıçdaroğlu’nun yeni siyaset söylemini gerekirse onların oyunu kaybetme pahasına gerçekleştirmesi gerektiğini belirttiler. Bense bu seçmen kitlesinin onların iddia ettiklerinden sayıca daha fazla olduğunu düşünüyorum. Yani, CHP lideri yeni siyaset anlayışını ve dilini kendi seçmenine rağmen hayata getirmeye uğraşırsa bu ciddi anlamda bir oy kaybını da beraberinde getirecektir gibime geliyor.
Bahsettiğim seçmen görüşüne örnek olarak, Deniz Baykal’ın bu hafta yaptığı ve “etnik siyaset yapılmamalıdır” mealindeki konuşması verilebilir. Baykal’ın asıl hedefinin Kılıçdaroğlu ve yeni siyaseti olduğu çok açık. Yine aynı cenahın önemli gazetelerinden Milliyet’in önemli köşecisi Melih Aşık 20 Kasım 2010 tarihli köşesinde hayali bir diyaloga yer verip, CHP’nin yeni siyasetini eleştirdi.
- Yahu bu CHP ne yapmak istiyor Allahaşkına?
- İkinci Cumhuriyetçilik oynuyor
- Yani...
- Kendini son sürat İkinci Cumhuriyetçilere ve AB’ye beğendirmeye çalışıyor. Türban, laiklik, Kürt meselesi gibi konularda liberallere yoktur sizden farkımız mesajları vermeye çalışıyor. Ulusal konularda duyarlı politikayı terk ediyor.
Aşık’ın bu noktada tek başına olduğunu sanmıyorum açıkçası. Onun gibi düşünen ciddi sayıda CHP seçmeni olmalı. Aşık eleştirisinden sonraysa, önerilerini dile getiriyor.
-Oysa ne yapmalıydı CHP?
- Tarım çökmüş, hayvancılık ölmüş, işsizlik milletin belini bükmüş, sıcak paraya dayalı ekonomi pörsümüş, sınav sistemleri çürümüş, gençler umutsuzluğa sürüklenmiş, gelir adaletsizliği zirvede, iç ve dış sömürü dorukta, insanlar piyasanın insafına terk edilmiş... Bu konuları sorgulamalı, çözüm üretmeye çalışmalıydı. Bir sosyal demokrat partiden beklenen buydu.
Yani “kimlik gibi terör gibi Kürt meselesi gibi sorunlarda aynı eskisi gibi olsun. Muhafazakâr bir siyaset gütsün. Muhalefeti sadece ekonomi üzerinden yapsın.”
Kılıçdaroğlu’nu bekleyen asıl sınav bence seçime kadar olan sürede yapabilecekleri. Bu eleştirilere göğüs gerip, partisinin mevcut Kürt politikasında neden ısrar etmemesi ve Türk kimliği konusunda neden daha demokrat bir tavır takınması gerektiğini seçmenine anlatır ve onu ikna edebilirse;
1-hem seçimde daha sağlam bir kitleye hitap etmiş olur, bu sayede belki güneydoğu ve doğu illerinden de oy alabilir -bu bölgelerde partinin oysal olarak var olmadığını hatırlayalım
2-hem de memleketteki sosyal demokrat kitle partisi eksikliğini doldurabilir –bu sayede de ben ve benim gibi düşünen insanlardan “kerhen” olmadan oy alabilir.
Bu süreçte CHP seçmeni gerçekten dönüşürse, bu Türkiye’nin büyük sorunlarını çözmede en geniş anlamda “siyasetin” elini rahatlatacak bir durum yaratır. Şu anda, etraftaki insanlardan edindiğim izlenim özellikle CHP seçmeninde Kürt meselesi ve demokratikleşme meselesinde ciddi rahatsızlıklar olabileceği. Önder Sav’ın parti içi çatışmanın en fazla olduğu günlerde “Atatürk’ün CHP’sine” yaptığı göndermeler tam da bu yukarıda bahsettiğim eleştirilerin bir örneğiydi. Seçimlere kadar olan zamanı çok iyi değerlendirip, kendi seçmenini dönüştürüp kendi seçmeni olmayan insanlardan da oy toplamayı başarırsa Kılıçdaroğlu Türkiye siyasal tarihinde 2010'ların en çok konuşulan figürü olabilir gibime geliyor.
Bu konuda yazacaklarım tam bitmedi. Yakın zamanda bir başka yazıyla gene kıymetli karilerimizin huzurunda olacağım umuyorum.
Deniz Baykal’ın CHP liderliğinden ayrılması ile neticelenen bir süreç yaşandı, videolar üzerinden ilerleyen. Bunun üzerine, o zamanki genel sekreter Önder Sav elinin altındaki adamlardan en ideali olarak gördüğü Kılıçdaroğlu’nu, delegeler üzerindeki kişisel gücüne binaen genel başkan olarak seçtirdi. O noktada Kılıçdaroğlu’nun seçilmesini başka türlü açıklamak bana çok zorlama olur gibi geliyor.
Ben ve benim gibi düşünen birçok kişi bu değişimi olumlu olarak görse de, Kılıçdaroğlu’nun “yerleşik CHP” sınırlarından çıkamayacağını ve bu nedenle bu değişimi sadece parti içi bir güç hesaplaşmasının sonucu olarak okumayı tercih etti. Neticede bunca sene Baykal’ın kapıkulu olan ve bu sayede partide bir yerlere gelebilmiş olan birçok figürden birisiydi Kılıçdaroğlu ve tam da bundan ötürü kendisinden farklı bir tavır takınmasını beklemek manasızlık olurdu.
Beni bu fikrimi değiştirmeye iten birkaç etken oldu. Evren ve Aytuğ ile yaptığımız sohbetler, özellikle Evren’in partide olanı biteni daha yakından bilmesi hasebiyle yaptığı yorumlar ve tahliller sayesinde Kılıçdaroğlu’nun aslında gerçekten daha kapsamlı bir değişimin tetikleyicisi olabileceğini düşünmeye başladım. Kılıçdaroğlu’na esasen daha fazla kredi açmamı sağlayan asıl olay ise geçenlerde cereyan eden Önder Sav vs. Kılıçdaroğlu çatışması oldu. Bu çatışmadan galip çıkmasını beklemediğim Kılıçdaroğlu, Sav gibi yılların kurdu bir politikacıyı mağlup edip, partinin liderliği pozisyonuna yerleşmeyi başardı. Üstelik bunu yaparken, parti yönetimine de el atıp partiyi eski kadrolarından koparmaya yönelik bir ilk adım attı.
Bütün bunlar bende şu izlenimi yaratmaya yetti: elinde imkan ve güç olursa, olduğu sürece, Kılıçdaroğlu partiyi daha sosyal demokrat bir çizgiye kavuşturabilir ve gerçek anlamıyla bir iktidar alternatifi yaratabilir.
Bu bayramda bu fikrimi pekiştiren başka olaylar da oldu: eski bayramlarda bayramlaşmayan iki parti CHP ve BDP bu sefer bayramlaştı. Kılıçdaroğlu, bayramda Diyarbakır’a ve Şanlıurfa’ya gidip oradaki insanlarla bayramlaştı. Yine aynı dönemde, Paris’teki Sosyalist Enternasyonal toplantısı için orada bulunan Irak Cumhurbaşkanı Talabani ile yüz yüze görüştü ve onun “Irak’a gelin” davetini kabul etti –en azından reddettiğine dair bilgim yok. Zikretmeye gerek yok, Baykal döneminde bunların olabilmesi bile akla gelmeyen şeylerdi. Yine Paris’te Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını ziyaret etmesi de en az bunlar kadar önemli bir diğer hadise.
Elbette bunlar bir partinin külliyen değişmesinin kanıtları olacak derecede önemli olmayabilir. Ne var ki ben bunların simgesel olarak çok önemli olduğunu ve sağlam mesajlar ilettiğini düşünüyorum seçmenlere.
Bu noktada, seçimlere kadar olan sürenin neden çok önemli olduğunu anlatmaya çalışayım.
Kılıçdaroğlu bu süre zarfında, kendi seçmen kitlesini de yeniden sosyal demokrat bir alana çekmeyi başarırsa, seçimlerdeki başarısı ne olursa olsun çok ama çok önemli bir sosyal kazanım sağlamış olacak. Şu anda, ben bu seçmen kitlesinin Kılıçdaroğlu’nun yapmaya çalıştığı yenilikleri kabul etmeye ne derece hazır olduğundan şüpheliyim. Bir diğer deyişle, seçmenin liderin gerisinde kaldığını düşünüyorum. Burada kastettiğim seçmen kitlesi, türban denince tüyleri diken diken olan, Atatürk’ten gayrı insan tanımayan, gayr-ı Türk tüm unsurlardan nefret eden bir kitle. Yukarıda bahsettiğim sohbetlerimizde, Evren ve Aytuğ ile bu kitlenin önemi noktasında ayrıldığımızı gördüm. Onlar bu kitlenin sayıca kalabalık olmadığını söyleyerek, Kılıçdaroğlu’nun yeni siyaset söylemini gerekirse onların oyunu kaybetme pahasına gerçekleştirmesi gerektiğini belirttiler. Bense bu seçmen kitlesinin onların iddia ettiklerinden sayıca daha fazla olduğunu düşünüyorum. Yani, CHP lideri yeni siyaset anlayışını ve dilini kendi seçmenine rağmen hayata getirmeye uğraşırsa bu ciddi anlamda bir oy kaybını da beraberinde getirecektir gibime geliyor.
Bahsettiğim seçmen görüşüne örnek olarak, Deniz Baykal’ın bu hafta yaptığı ve “etnik siyaset yapılmamalıdır” mealindeki konuşması verilebilir. Baykal’ın asıl hedefinin Kılıçdaroğlu ve yeni siyaseti olduğu çok açık. Yine aynı cenahın önemli gazetelerinden Milliyet’in önemli köşecisi Melih Aşık 20 Kasım 2010 tarihli köşesinde hayali bir diyaloga yer verip, CHP’nin yeni siyasetini eleştirdi.
- Yahu bu CHP ne yapmak istiyor Allahaşkına?
- İkinci Cumhuriyetçilik oynuyor
- Yani...
- Kendini son sürat İkinci Cumhuriyetçilere ve AB’ye beğendirmeye çalışıyor. Türban, laiklik, Kürt meselesi gibi konularda liberallere yoktur sizden farkımız mesajları vermeye çalışıyor. Ulusal konularda duyarlı politikayı terk ediyor.
Aşık’ın bu noktada tek başına olduğunu sanmıyorum açıkçası. Onun gibi düşünen ciddi sayıda CHP seçmeni olmalı. Aşık eleştirisinden sonraysa, önerilerini dile getiriyor.
-Oysa ne yapmalıydı CHP?
- Tarım çökmüş, hayvancılık ölmüş, işsizlik milletin belini bükmüş, sıcak paraya dayalı ekonomi pörsümüş, sınav sistemleri çürümüş, gençler umutsuzluğa sürüklenmiş, gelir adaletsizliği zirvede, iç ve dış sömürü dorukta, insanlar piyasanın insafına terk edilmiş... Bu konuları sorgulamalı, çözüm üretmeye çalışmalıydı. Bir sosyal demokrat partiden beklenen buydu.
Yani “kimlik gibi terör gibi Kürt meselesi gibi sorunlarda aynı eskisi gibi olsun. Muhafazakâr bir siyaset gütsün. Muhalefeti sadece ekonomi üzerinden yapsın.”
Kılıçdaroğlu’nu bekleyen asıl sınav bence seçime kadar olan sürede yapabilecekleri. Bu eleştirilere göğüs gerip, partisinin mevcut Kürt politikasında neden ısrar etmemesi ve Türk kimliği konusunda neden daha demokrat bir tavır takınması gerektiğini seçmenine anlatır ve onu ikna edebilirse;
1-hem seçimde daha sağlam bir kitleye hitap etmiş olur, bu sayede belki güneydoğu ve doğu illerinden de oy alabilir -bu bölgelerde partinin oysal olarak var olmadığını hatırlayalım
2-hem de memleketteki sosyal demokrat kitle partisi eksikliğini doldurabilir –bu sayede de ben ve benim gibi düşünen insanlardan “kerhen” olmadan oy alabilir.
Bu süreçte CHP seçmeni gerçekten dönüşürse, bu Türkiye’nin büyük sorunlarını çözmede en geniş anlamda “siyasetin” elini rahatlatacak bir durum yaratır. Şu anda, etraftaki insanlardan edindiğim izlenim özellikle CHP seçmeninde Kürt meselesi ve demokratikleşme meselesinde ciddi rahatsızlıklar olabileceği. Önder Sav’ın parti içi çatışmanın en fazla olduğu günlerde “Atatürk’ün CHP’sine” yaptığı göndermeler tam da bu yukarıda bahsettiğim eleştirilerin bir örneğiydi. Seçimlere kadar olan zamanı çok iyi değerlendirip, kendi seçmenini dönüştürüp kendi seçmeni olmayan insanlardan da oy toplamayı başarırsa Kılıçdaroğlu Türkiye siyasal tarihinde 2010'ların en çok konuşulan figürü olabilir gibime geliyor.
Bu konuda yazacaklarım tam bitmedi. Yakın zamanda bir başka yazıyla gene kıymetli karilerimizin huzurunda olacağım umuyorum.
15 Kasım 2010 Pazartesi
Siz de kendi rock grubunuzu kurabilirsiniz...
Sıkıcı bir iste calisiyor olabilirsiniz. Saclariniz dokuluyor olabilir. Fakat siz de bir vakitler rockstar olmayi hayal ettiniz. Siz isinize devam edin, biz rockstar olmanin en keyifli yanlarini evinize getiriyoruz. Evet, tahmin ettiginiz gibi rockstar olma hayallerinin en can alici noktasi gelecekteki gruba isim bulma faslidir elbette. Buyrun siz de yorumlarinizla katkida bulunun, hayalinizdeki grup ismini bizimle paylasin.
Grup | Tarz | Koken |
Yerli | ||
Iyisaatteolsunlar | punk/hardcor | Bursa |
Yirmi Sekiz Çelebi | elektronik/world/serbest jaz | Istanbul |
Sesleniş | etnik/protest | ODTU |
Zincir | ağır metal | Ankara |
Katarakt | alternatif rock | Kadikoy |
Maykılceksın | bildigin punk | Taksim |
Reaya | hard rock/progressive rock | Istanbul |
Gitme* | Anadolu rock/pop | Bayburt |
*Grup Gitme’nin sayin basbakanin torununun dugununde canli calacagi ogrenildi. | ||
Yabanci | ||
Virgin Anxiety | elektronic/alternative | Londra |
"Eskimo Science" Rolling Stones tarafindan '2011'in en zeki albumu' secildi | ||
The Reasons Unknown | alternative/rock | Essex |
The Unintended Consequences | alternative/progressive rock | Essex |
The Reasons Unknown gitaristi Mark Bowey'in yan projesi | ||
The Sgt. Pepper's Horny Punks Club Band | disco punk | Liverpool |
The Twin Borthers | elektronic/dance | New York |
Stage name of the DJ John Graham Twin | ||
Carnal Territory | trip hop | San Francisco |
Ilk albumu "Something went terribly wrong" ile aman bu gruba dikkat dedirten Carnal Territory'nin bu gidisle 'ucuncu albumunde basyapit lezzeti yakalayan gruplar' arasina girmesi muhtemel. | ||
Dead Presidents Family | hard rock/hardcore | Los Angeles |
The Middle Kingdom | Arctic Monkeys gibin | Brighton |
The B.A.N.D. | post-rock | Vancouver |
Onde gelen albumleri "The Universal Lovemaker"
14 Kasım 2010 Pazar
Kitap Eleştirisi: Antropoloji Tarihi
Antropoloji Tarihi
Thomas Hylland Eriksen ve Finn Sivert Nielsen
İletişim Yayınları, 2010, 296 sayfa
Çeviren: Aksu Bora
Antropoloji bilimi nedir; neyi araştırır, nasıl şekillenmiş ve günümüzdeki konumuna gelmiştir? Antropoloji, bugünün halklarını anlamak adına bize ne gibi kuramsal perspektifler kazandırmıştır ve bu perspektifler, farklı disiplinlerin etkisinde, ne gibi dönüşümler geçirmiştir? Kabaca özetlemek gerekirse, elimizdeki kitap bu sorulara yanıt arıyor.
sunday morning
morning.
fresh air.
a ticklish breeze.
playful drops of rain.
early sunday.
behind the windows of the third world.
scents of dark roasted coffee and souls.
beautiful men and beautiful women.
sunday.
without the sun.
still a great day to exist.
fresh air.
a ticklish breeze.
playful drops of rain.
early sunday.
behind the windows of the third world.
scents of dark roasted coffee and souls.
beautiful men and beautiful women.
sunday.
without the sun.
still a great day to exist.
Dekadans… Birleşemeyen Bedenler, Aşk Yoksunu Bireyler ve Yalnızlık Karası
Kadın oturuyor, derisi yıpranmış bir bar taburesinde. Kafası bir dünya, hayallere boğulmuş çünkü. Geleceğin yükünü taşımak ıstırapların en ağırı olmalı... Hayaller, ki pek çoğu gerçekleşmeyecek, çünkü gerçekleşmeyeceği için hayal denmiş ve gece gündüz tahayyül edilmiş, bir viski kadehinin içine hapsolmuş, eriyen buzlara karışmış, dans ediyor. Hayaller, ki hayatı güzel kılmalı, çünkü güzel günlerin esansını taşıyor yokluğunda, ilk kez gözünü bu denli korkutuyor. Kadın oturuyor, çünkü atacağı her adım, onu okyanuslar ötesine götürüyor... Costanza’ya, Odessa’ya, Sivastopol’a, İstanbul’a... İstanbul’a.
Kadın, ağzı var fakat dili yok, dilini kaybedeli çok olmuş farklı ülkelerde... Yüzükleri onun adına konuşuyor. Mavi, narin bir gül olmuş kelimeleri sözgelimi, ya da sağ parmağa takılmış bir alyans, pırıl pırıl, hapsoluşunu haykırıyor. Altının ışıltısı yüzünün rengine karışıyor. Gelecek tahayyülü, geçmiş acıları yansıtıyor ve korkuları. Güzel olan herşey yel olmuş sanki, göçüp gitmiş barın açık kapısından. Güzel olan herşey çekip gitmiş de geriye bir tek gözleri kalmış. Onlar ise mahsun, odağı belirsiz, anlamı yalnız, soğuk, esrik. O gözler ne dünyalar görmüş, ne insanlar tanımış, bazen gülmüş, bazen ise yaşlara boğulmuş.
Kadın, taksi sarısı ayakkabılar giyiyor. Ayakları, özgür, kayıtsız ve huzurlu, yunuslar gibi bir dalıp bir çıkıyor. O ayaklardı ki daha düne kadar ona mutluluğu yaşatan, hayatın sırrını taşıyan... Şimdi ağa takılmış balıklar gibi, ölüm titreyişlerini gerçekleştiriyor. Sessiz bir çığlık tüm odayı yırtıp geçiyor, bir ben duyuyorum, o duymuyor.... Kimsesizliğinde nasırlaşıyor hisleri.
Kadın... ve omuzları. O omuzlara hapsolan tek bir ben olabilmek için sırada bekliyor salyası akan elli kara köpekler. O omuzlara dokunabilmek, o omuzlarda hayatı değerli kılmak, o omuzlarda özgürleşmek, o omuzlara boşalabilmek, o an kimilerine dünyadaki yegane amaç oluyor. Müzik onun için değişiyor, içkiler onun adına ısmarlanıyor, kadehler onun adına kalkıyor. Spasibo! Prost! Zum Wohl! Şerefe!
Kadın.... ve ben. Çivi olmuş mıhlanmışım kirli bir masanın ardına, içkimin içinde oynaşan hava kabarcıkları gibi olmak istiyorum bir an. Sonumun nerede biteceğini bilmeden yükselmek istiyorum, uçmak, kaybolmak tamamen, yokolmak. Kaybolurken onu da çekip almak belki de. Oysa daha düne kadar süzülen ruhu bugün bir taş olmuş, cansız. Korkusunda çürüyor. Ey heybetli Cioran, ey çürümenin yazarı, tüm dünyayı kara kömüre boyamak, bize bırakacağın tek miras mı olmalı...
Ve kadın... ve ben... ve onlar, ve kaldırımlar, yazdıklarımla sesimi tak tak işitecek Necib’in aç köpekleri... ve kahrım ve yalnızlığım. Derdimi anlayan birkaç insan. Tanıklığını yaptığım pırlantadan gözyaşların teker teker bardağıma damlayan. Heyhat! Senden yoksunluğum ve insanlığa nefretim. İnsanlık kötü, insanlık çirkin, ahlaksız ve kirli. Çöküşüm seninle olmalı, çöküşümde sen olmalısın, senden bir parça benimle kaybolup gitmeli, tarihe gömülmeli...
Fakat her Antonioni filmi gibi bunun da sonu mutlu olmayacak. Belki kader, belki keder, belki postmodern bir huzursuzluk. Hepsi bir yalandan ibaretse eğer, acıyla yoğrulmanın, zamanla pişmenin, ne önemi var. Yozlaşan ve kararan ruhlar, aşık periler, ölü canlar.
Kadın, ağzı var fakat dili yok, dilini kaybedeli çok olmuş farklı ülkelerde... Yüzükleri onun adına konuşuyor. Mavi, narin bir gül olmuş kelimeleri sözgelimi, ya da sağ parmağa takılmış bir alyans, pırıl pırıl, hapsoluşunu haykırıyor. Altının ışıltısı yüzünün rengine karışıyor. Gelecek tahayyülü, geçmiş acıları yansıtıyor ve korkuları. Güzel olan herşey yel olmuş sanki, göçüp gitmiş barın açık kapısından. Güzel olan herşey çekip gitmiş de geriye bir tek gözleri kalmış. Onlar ise mahsun, odağı belirsiz, anlamı yalnız, soğuk, esrik. O gözler ne dünyalar görmüş, ne insanlar tanımış, bazen gülmüş, bazen ise yaşlara boğulmuş.
Kadın, taksi sarısı ayakkabılar giyiyor. Ayakları, özgür, kayıtsız ve huzurlu, yunuslar gibi bir dalıp bir çıkıyor. O ayaklardı ki daha düne kadar ona mutluluğu yaşatan, hayatın sırrını taşıyan... Şimdi ağa takılmış balıklar gibi, ölüm titreyişlerini gerçekleştiriyor. Sessiz bir çığlık tüm odayı yırtıp geçiyor, bir ben duyuyorum, o duymuyor.... Kimsesizliğinde nasırlaşıyor hisleri.
Kadın... ve omuzları. O omuzlara hapsolan tek bir ben olabilmek için sırada bekliyor salyası akan elli kara köpekler. O omuzlara dokunabilmek, o omuzlarda hayatı değerli kılmak, o omuzlarda özgürleşmek, o omuzlara boşalabilmek, o an kimilerine dünyadaki yegane amaç oluyor. Müzik onun için değişiyor, içkiler onun adına ısmarlanıyor, kadehler onun adına kalkıyor. Spasibo! Prost! Zum Wohl! Şerefe!
Kadın.... ve ben. Çivi olmuş mıhlanmışım kirli bir masanın ardına, içkimin içinde oynaşan hava kabarcıkları gibi olmak istiyorum bir an. Sonumun nerede biteceğini bilmeden yükselmek istiyorum, uçmak, kaybolmak tamamen, yokolmak. Kaybolurken onu da çekip almak belki de. Oysa daha düne kadar süzülen ruhu bugün bir taş olmuş, cansız. Korkusunda çürüyor. Ey heybetli Cioran, ey çürümenin yazarı, tüm dünyayı kara kömüre boyamak, bize bırakacağın tek miras mı olmalı...
Ve kadın... ve ben... ve onlar, ve kaldırımlar, yazdıklarımla sesimi tak tak işitecek Necib’in aç köpekleri... ve kahrım ve yalnızlığım. Derdimi anlayan birkaç insan. Tanıklığını yaptığım pırlantadan gözyaşların teker teker bardağıma damlayan. Heyhat! Senden yoksunluğum ve insanlığa nefretim. İnsanlık kötü, insanlık çirkin, ahlaksız ve kirli. Çöküşüm seninle olmalı, çöküşümde sen olmalısın, senden bir parça benimle kaybolup gitmeli, tarihe gömülmeli...
Fakat her Antonioni filmi gibi bunun da sonu mutlu olmayacak. Belki kader, belki keder, belki postmodern bir huzursuzluk. Hepsi bir yalandan ibaretse eğer, acıyla yoğrulmanın, zamanla pişmenin, ne önemi var. Yozlaşan ve kararan ruhlar, aşık periler, ölü canlar.
5 Kasım 2010 Cuma
5 Kasim 2010 Bogazici Universitesi olaylari
Bugun Basbakan Recep Tayyip Erdogan Bogazici Universitesi'ndeydi. Onunla birlikte polisler de. 5 yillik Bogazici Universitesi deneyimimde, okulda bir kere bile polis gordugumu hatirlamiyorum. "Alanci karsiti" olarak bilinen bir kulubun (Isletme Kulubu) dort yil boyunca aktif uyesi olan biri olarak, bu dort yilda okula polis girdiyse benim hatirlamam lazim. Kesin girmistir, ama ben hatirlamiyorum.
Bugun okula polis girmis, demokratik hakkini kullanan ogrencileri tartaklamis, kampusu biber gaziyla zehirlemis.
Kampusu romantize etmek degil amacim. Cem Berk Aydin, o kampusu nasil gordugumuzu cok iyi anlatmis http://www.avazavaz.org/ internet sitesinde: "Bugun malum olaylara sahne olan o yasam alaninda biz yillardir istedigimizi soyleyebiliyoruz. Istedigini soyleyebilen digerlerini anlayarak, istedigini soyleyebilen digerlerini yargilamadan, o yasam alanina her bireyin ayri ayri yadsinamaz katkilar yaptiginin farkinda olarak."
Sonra, bugunku olaylarin akillarda silinemeyecek soru isaretleri biraktigini soylemis.
Silinemeyecek soru isaretlerinin ortaya cikmasindan cok, gitgide kalicilasan unlemlerle dolu benim kafam. Demokratiklesmeden anladigi, dort-bes yilda bir secim duzenleyip oylarin cogunlugunu alamasa da iktidar olmak ve her kamu kurumuna kendi yandaslarini getirmek olan bir siyasi hareketin ve onun liderinin gercek ve dinamik bir demokrasiye tahammulsuzlugunun ne ilk ne de son gostergesi bugun olanlar.
Gercek demokrasilerin ayirt edici ozelligi, toplumsal hayati duzenleyen kararlarin bu kararlardan etkilenecek kitlenin katilimiyla alinmasidir. Bu katilim, yalnizca secim mekanizmasiyla saglanmaz. Iki secim arasinda gecen surede alinan kararlarin kitlenin katilimiyla alinabilmesi icin, secmenlerinin goruslerini yansitan milletvekilleri, bir tartisma platformu olarak basin, goruslerin sekillenmesi ve somutlasmasi icin partiler ve sivil toplum orgutleri, goruslerin dogrudan ifade edilebilmesi icin gosteriler gibi daha bircok mekanizmanin islemesi gerekir, ustelik bu mekanizmalar secimlerden cok daha elzemdir. Tam da bu yuzden, ustu ortuk bir sekilde entellektuel cevre tarafindan kabullenilen "askeri secimle gonderemiyorduk, AKP iktidarini secimle gonderebiliriz, o yuzden bu demokratik" argumanini gecerli sayamayiz. AKP, Turkiye'de demokrasiyi yerlesiklestirecek mekanizmalari ve diyalog sureclerini calistirmamayi tercih ediyor, gercek bir demokrasi yerine gercek bir hegemonya tesis ediyor.
Bugun Bogazici'nde olanlar, tum bunlarin bir diger gostergesi. Icsellestirdigimiz bir mekanda olup bittiginden, bugun olanlar icimizi bir nebze daha cok yakiyor elbette. Ama bunlar ne ilk ne de son. Demokrasiden beklentilerimizin AKP'nin sagladiklariyla sinirli olmadigini (demokratik haklarimizi kullanarak) yuksek sesle haykirmadikca, hegemonyanin kurulusu hizlanacak.
Kafalarda olusan isaretleri eyleme cevirmenin zamanidir.
Not: Bu yazi, kullandigi dil nedeniyle o sekilde anlasilma potansiyeli barindirsa da, Fikir Mahsulleri Ofisi'nin toplu gorusunu yansitmaz.
Bugun okula polis girmis, demokratik hakkini kullanan ogrencileri tartaklamis, kampusu biber gaziyla zehirlemis.
Kampusu romantize etmek degil amacim. Cem Berk Aydin, o kampusu nasil gordugumuzu cok iyi anlatmis http://www.avazavaz.org/ internet sitesinde: "Bugun malum olaylara sahne olan o yasam alaninda biz yillardir istedigimizi soyleyebiliyoruz. Istedigini soyleyebilen digerlerini anlayarak, istedigini soyleyebilen digerlerini yargilamadan, o yasam alanina her bireyin ayri ayri yadsinamaz katkilar yaptiginin farkinda olarak."
Sonra, bugunku olaylarin akillarda silinemeyecek soru isaretleri biraktigini soylemis.
Silinemeyecek soru isaretlerinin ortaya cikmasindan cok, gitgide kalicilasan unlemlerle dolu benim kafam. Demokratiklesmeden anladigi, dort-bes yilda bir secim duzenleyip oylarin cogunlugunu alamasa da iktidar olmak ve her kamu kurumuna kendi yandaslarini getirmek olan bir siyasi hareketin ve onun liderinin gercek ve dinamik bir demokrasiye tahammulsuzlugunun ne ilk ne de son gostergesi bugun olanlar.
Gercek demokrasilerin ayirt edici ozelligi, toplumsal hayati duzenleyen kararlarin bu kararlardan etkilenecek kitlenin katilimiyla alinmasidir. Bu katilim, yalnizca secim mekanizmasiyla saglanmaz. Iki secim arasinda gecen surede alinan kararlarin kitlenin katilimiyla alinabilmesi icin, secmenlerinin goruslerini yansitan milletvekilleri, bir tartisma platformu olarak basin, goruslerin sekillenmesi ve somutlasmasi icin partiler ve sivil toplum orgutleri, goruslerin dogrudan ifade edilebilmesi icin gosteriler gibi daha bircok mekanizmanin islemesi gerekir, ustelik bu mekanizmalar secimlerden cok daha elzemdir. Tam da bu yuzden, ustu ortuk bir sekilde entellektuel cevre tarafindan kabullenilen "askeri secimle gonderemiyorduk, AKP iktidarini secimle gonderebiliriz, o yuzden bu demokratik" argumanini gecerli sayamayiz. AKP, Turkiye'de demokrasiyi yerlesiklestirecek mekanizmalari ve diyalog sureclerini calistirmamayi tercih ediyor, gercek bir demokrasi yerine gercek bir hegemonya tesis ediyor.
Bugun Bogazici'nde olanlar, tum bunlarin bir diger gostergesi. Icsellestirdigimiz bir mekanda olup bittiginden, bugun olanlar icimizi bir nebze daha cok yakiyor elbette. Ama bunlar ne ilk ne de son. Demokrasiden beklentilerimizin AKP'nin sagladiklariyla sinirli olmadigini (demokratik haklarimizi kullanarak) yuksek sesle haykirmadikca, hegemonyanin kurulusu hizlanacak.
Kafalarda olusan isaretleri eyleme cevirmenin zamanidir.
Not: Bu yazi, kullandigi dil nedeniyle o sekilde anlasilma potansiyeli barindirsa da, Fikir Mahsulleri Ofisi'nin toplu gorusunu yansitmaz.
Etiketler:
Boğaziçi Üniversitesi,
Demokrasi,
Recep Tayyip Erdoğan
27 Ekim 2010 Çarşamba
Bir Reklam
Bugünlük bloga reklam alıyoruz. Meraklısı olabilir diye burada duyurulsun istedim.
Merhabalar,
Açık Radyo’da Toplumsal Tarih sohbetleri bugün 16.30-17.00 arasi basliyor. Bu hafta Irvin Cemil Schick’i konuk ediyoruz.
Her iki haftada bir aynı saatte yayınlanacak. Yıl sonuna kadar olan programı aşağıya yazıyorum.
27. 10. 2010 Carsamba
10. 11. 2010 Carsamıa
24. 11. 2010 Carsamba
08. 12. 2010 Carsamba
22. 12. 2010 Carsamba
Selamlar.
Ahmet Aksit
Toplumsal Tarih
İnternetten dinlemek için:
http://www.acikradyo.com.tr/
İstanbul'dan 94,9 frekansından yayın yapıyor Açık Radyo.
Merhabalar,
Açık Radyo’da Toplumsal Tarih sohbetleri bugün 16.30-17.00 arasi basliyor. Bu hafta Irvin Cemil Schick’i konuk ediyoruz.
Her iki haftada bir aynı saatte yayınlanacak. Yıl sonuna kadar olan programı aşağıya yazıyorum.
27. 10. 2010 Carsamba
10. 11. 2010 Carsamıa
24. 11. 2010 Carsamba
08. 12. 2010 Carsamba
22. 12. 2010 Carsamba
Selamlar.
Ahmet Aksit
Toplumsal Tarih
İnternetten dinlemek için:
http://www.acikradyo.com.tr/
İstanbul'dan 94,9 frekansından yayın yapıyor Açık Radyo.
6 Ekim 2010 Çarşamba
Yeni Anayasa Tartışmaları ve Referandum
Aslında konunun üzerinden neredeyse koca bir ay geçti be gündemlerimiz hayli değişti referandumdan beri. Bununla birlikte herkesin işi gücü olduğundan burayı boş bıraktık gibime geliyor biraz fazlaca. alper sağ olsun bu noktada "okyanusun ötesinden" imdadımıza yetişti. Gerçi yazının referandum öncesi yazıldığını düşünürsek bu önermem mantıksız gibi gelebilir. Ama bloga gelenlerin referanduma dair birşeyler okuma istekleri sadece 12 Eylülle sınırlı değil. Hala bu ve benzer yazılar belli bir sayıda da olsa hit almakta.
Referandumda ben de hayır oyu verdim, ki bunda da en ufak bir tereddüdüm yoktu. Gecen referandumdaki oyumu da asıl belirleyen şey "tartışmasız bir halk oylaması" olmasıydı. Tartışmadan kastım ekranlarda ağız dalaşına giren insanların mevcudiyeti değil, Aytuğ'un belirttiği "deliberation" tarzı bir fikir teatisinin bile memleketimize fazla görülmesiydi. Muhalefet partilerinin "referanduma gitmeden uzlaşmayla kabul edilecek maddeleri doğrudan meclisten geçirelim" önerisini reddeden AKP aslında üzüm yemekle ilgisi olmadığı konusunda çok da yanılma payı bırakmadı bize açıkçası.
Bununla birlikte başbakanın bu referandumu 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmaya dönüştürebilmesi bence çok başarılı bir çalışmaydı. Gerçi bunu yapmasına gerek bile yoktu aslında, kitlesi onu her daim desteklemeye hazır bir biçimde bekliyor zaten. Ama sol-liberal diye adlandırılan çevrelere ve asıl önemlisi Avrupa'ya olanı biteni daha rahat açıklayabilmek adına bu tarz bir savlamaya da girişti. Evren Paşa ve şürekasına darbe yolu argümanı önemli bir argüman olarak belleklerde yer etti: nasıl olacağıı pek tartışılmadı bile.
Bu noktada beni şaşırtan açıkçası anayasa değişiklik paketinin 12 Eylül darbesine karşı bir adım olarak ele alınarak, 2007 seçimlerinde oyumu vermekten gocunmadığım, Ufuk Uras ve benzeri insanlarca çok benimsenmesi oldu. Hani bu pakete sadece içeriğinden ötürü "evet" oyu vermiş olan okurlarımız varsa da memnun oluruz fikriyatlarını duymaya.
Zira, Aytuğ'un da belirttiği gibi, AKP, darbe anayasasının en baba kurumlarından olan YÖK'e ellemeden darbeyle hesaplaşmaya girişti. İnsan sormadan edemiyor, nasıl oluyor bu iş diye. Paketin muhteviyat açısından yegane aksayan noktası bu da değil üstelik. Memurlar için bir lütuf gibi sunulan bazı değişikliklerin bile aslında öyle olmadığını anlatan, veya iddia eden bir çok insan dinledik ekranda. Bunlardan bazısına blog'ta da link ile olsa bile yer verdik hatta.
Bu noktada şu anki gündemi belirleyen yeni anayasa tartışmasına da ucundan köşesinden bulaşmak isterim.
Öncelikle bu yeni anayasayı kim yapacak?
Bu soruya Aytuğ'un, yazıda amma da atıf yaptın adama demeyin hem bu meseleleri bir hayli zamandır kendisiyle mütalaa ediyoruz hem de ortalarda yok diye onu unuttuk sanmasın diye bir "selam çakıyorum" kendisine, cevabı şuydu en son konuşmalarımız sırasında.
Haklı olarak bu meclisin anayasa yapsın diye seçilmediğini, dolayısıyla da anayasa yapmaya muktedir olamayacağını belirtiyordu. Bu noktada ben de kendisine hak versem de, insanın aklına da şu soru geliyor:
Peki nasıl bir meclis anayasa yapmaya muktedir olacak? Yeni seçilecek bir meclis buna muktedir olacak mı, neden?
Baraj inerse, temsil oranı artar, o zaman yeni meclis anayasa yapabilir, diyenler mevcut. Demin NTV'deki bir programa katılan Yücel Sayman tam da benim de aklımdan geçen şeyi söyledi. Baraj %5'e inse ve seçim sonrası bir meclis oluşssa, yine de dışraıda kalan sosyalistler gibi partiler siyasal oluşumlar olacak. Bunları dışlayan bir meclis nasıl uzlaşmaya dayalı bir anayasa yapabilir?
Üstelik bu seçilecek meclis de görevlerini mevcut anayasadan alacağına ve anayasa böyle bir görev tanımlamadığına göre, seçilecek meclis -velev ki %100lük bir temsil oranı yansıtsın- nasıl bu işe kalkışır, hangi yetkiyle?
Uzlaşmaya dayalı anayasa en azından buraların tarihinde olan bir şey değil. Devamlı "ah ne de demokratik bir belgeydi" diye yere göğe konumayan 1961 Anayasası'nın askeri bir darbe neticesinde askerlerin atadığı bilim adamı hukukçular tarafından hazırlandığını ve, hala ülke siyasetinin önemli sorunlarından birisi olan, askerin vesayetini anayasal bir hale getiren belge olduğunu akılda tutmakta fayda var. 1982 ve 1920ler anayasaları da "borusu ötenin" hazırladığı anayasalar olarak karşımıza çıkıyor. Hukuka Giriş derslerinde Evcimen Hocamın da anayasaları anlatırken egemen gücü yansıttığını anlattığını hatırlıyorum. Yani de facto olarak anayasalar uzlaşmayla hazırlanır argümanı bana çok da ayakları yere sağlam basan bir argüman gibi gelmiyor.
Ama uzlaşmaya dayanan bir anayasa hazırlanırsa da tadından yenmez elbette. Benimkisi bir istek değil bir öngörü-önkabul sadece. Kaldı ki siyasi güç sahiplerinin benimki gibi sorumsuzluğu olmadığını düşünürseniz, onların bu işin uzlaşmayla olmasını sağlamak gibi bir sorumlulukları-görevleri olduğunu da düşünüyorum. Bu uzlaşma meselesi daha bir hayli su kaldıracağından daha buraya yazacak çok malzeme çıkar bize sanıyorum.
Unutmadan, referandumda CHP'nin yapması gerekenlerden birisi, naçizane, AKP'ninkinden farklı bir hukuk reformunu somut olarak ortaya koymalıydı. Yukarıdaki yorumlarda zikr edilen, uzlaşmadan %92'yi anlayan masterli hukukçulardan emin olun çok var. Üstelik, gene blogda yer alan, CHP'nin vakıflar yasasına dair olan AYM başvurusuna bakınca CHP'nin de bu hukuk anlayışından muzdarip olduğu açıkça görülüyor. Unutmayalım ki gayrimüslim vakıflarına yabancı vakıflar muamelesi yapılmasını isteyen bir CHP'miz ve -milyonlarca insanın özlemle andığı- bahsi geçen vakıflar yasasını bu argümana dayanarak reddeden eski hukukçu bir eski cumhurbaşkanımız var. Şemdinli savcısı olayı da yakın tarihte yaşanan bir vakaydı. Mevcut iktidarın "yargıyı ele geçirme" meselesine takılmadan, muhalefetteki CHP'nin çok daha kapsamlı değişikliklerle halk karşısına gelmesini beklerdim.
Gene unutmadan, bu malum kıyılar-iç bölgeler haritasına bakıp da "iç kesimler değişim istedi, gerçek demokrat insanlar onlar" argümanını benimseyenlerin de bunu neye dayandırarak söylediklerini açıklamalarını rica ediyorum. Sosyal bilimle uğraşanların en tehlikeli hataları olabilen "incelediğin şey'e bir saik atfetme" sorununun bu referandum öncesi ve aslen sonrasında fazlaca karşılaştığımız, ve analizlerin havada kalmasına yol açan bir sorun olduğu kanısındayım.
Referandumda ben de hayır oyu verdim, ki bunda da en ufak bir tereddüdüm yoktu. Gecen referandumdaki oyumu da asıl belirleyen şey "tartışmasız bir halk oylaması" olmasıydı. Tartışmadan kastım ekranlarda ağız dalaşına giren insanların mevcudiyeti değil, Aytuğ'un belirttiği "deliberation" tarzı bir fikir teatisinin bile memleketimize fazla görülmesiydi. Muhalefet partilerinin "referanduma gitmeden uzlaşmayla kabul edilecek maddeleri doğrudan meclisten geçirelim" önerisini reddeden AKP aslında üzüm yemekle ilgisi olmadığı konusunda çok da yanılma payı bırakmadı bize açıkçası.
Bununla birlikte başbakanın bu referandumu 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmaya dönüştürebilmesi bence çok başarılı bir çalışmaydı. Gerçi bunu yapmasına gerek bile yoktu aslında, kitlesi onu her daim desteklemeye hazır bir biçimde bekliyor zaten. Ama sol-liberal diye adlandırılan çevrelere ve asıl önemlisi Avrupa'ya olanı biteni daha rahat açıklayabilmek adına bu tarz bir savlamaya da girişti. Evren Paşa ve şürekasına darbe yolu argümanı önemli bir argüman olarak belleklerde yer etti: nasıl olacağıı pek tartışılmadı bile.
Bu noktada beni şaşırtan açıkçası anayasa değişiklik paketinin 12 Eylül darbesine karşı bir adım olarak ele alınarak, 2007 seçimlerinde oyumu vermekten gocunmadığım, Ufuk Uras ve benzeri insanlarca çok benimsenmesi oldu. Hani bu pakete sadece içeriğinden ötürü "evet" oyu vermiş olan okurlarımız varsa da memnun oluruz fikriyatlarını duymaya.
Zira, Aytuğ'un da belirttiği gibi, AKP, darbe anayasasının en baba kurumlarından olan YÖK'e ellemeden darbeyle hesaplaşmaya girişti. İnsan sormadan edemiyor, nasıl oluyor bu iş diye. Paketin muhteviyat açısından yegane aksayan noktası bu da değil üstelik. Memurlar için bir lütuf gibi sunulan bazı değişikliklerin bile aslında öyle olmadığını anlatan, veya iddia eden bir çok insan dinledik ekranda. Bunlardan bazısına blog'ta da link ile olsa bile yer verdik hatta.
Bu noktada şu anki gündemi belirleyen yeni anayasa tartışmasına da ucundan köşesinden bulaşmak isterim.
Öncelikle bu yeni anayasayı kim yapacak?
Bu soruya Aytuğ'un, yazıda amma da atıf yaptın adama demeyin hem bu meseleleri bir hayli zamandır kendisiyle mütalaa ediyoruz hem de ortalarda yok diye onu unuttuk sanmasın diye bir "selam çakıyorum" kendisine, cevabı şuydu en son konuşmalarımız sırasında.
Haklı olarak bu meclisin anayasa yapsın diye seçilmediğini, dolayısıyla da anayasa yapmaya muktedir olamayacağını belirtiyordu. Bu noktada ben de kendisine hak versem de, insanın aklına da şu soru geliyor:
Peki nasıl bir meclis anayasa yapmaya muktedir olacak? Yeni seçilecek bir meclis buna muktedir olacak mı, neden?
Baraj inerse, temsil oranı artar, o zaman yeni meclis anayasa yapabilir, diyenler mevcut. Demin NTV'deki bir programa katılan Yücel Sayman tam da benim de aklımdan geçen şeyi söyledi. Baraj %5'e inse ve seçim sonrası bir meclis oluşssa, yine de dışraıda kalan sosyalistler gibi partiler siyasal oluşumlar olacak. Bunları dışlayan bir meclis nasıl uzlaşmaya dayalı bir anayasa yapabilir?
Üstelik bu seçilecek meclis de görevlerini mevcut anayasadan alacağına ve anayasa böyle bir görev tanımlamadığına göre, seçilecek meclis -velev ki %100lük bir temsil oranı yansıtsın- nasıl bu işe kalkışır, hangi yetkiyle?
Uzlaşmaya dayalı anayasa en azından buraların tarihinde olan bir şey değil. Devamlı "ah ne de demokratik bir belgeydi" diye yere göğe konumayan 1961 Anayasası'nın askeri bir darbe neticesinde askerlerin atadığı bilim adamı hukukçular tarafından hazırlandığını ve, hala ülke siyasetinin önemli sorunlarından birisi olan, askerin vesayetini anayasal bir hale getiren belge olduğunu akılda tutmakta fayda var. 1982 ve 1920ler anayasaları da "borusu ötenin" hazırladığı anayasalar olarak karşımıza çıkıyor. Hukuka Giriş derslerinde Evcimen Hocamın da anayasaları anlatırken egemen gücü yansıttığını anlattığını hatırlıyorum. Yani de facto olarak anayasalar uzlaşmayla hazırlanır argümanı bana çok da ayakları yere sağlam basan bir argüman gibi gelmiyor.
Ama uzlaşmaya dayanan bir anayasa hazırlanırsa da tadından yenmez elbette. Benimkisi bir istek değil bir öngörü-önkabul sadece. Kaldı ki siyasi güç sahiplerinin benimki gibi sorumsuzluğu olmadığını düşünürseniz, onların bu işin uzlaşmayla olmasını sağlamak gibi bir sorumlulukları-görevleri olduğunu da düşünüyorum. Bu uzlaşma meselesi daha bir hayli su kaldıracağından daha buraya yazacak çok malzeme çıkar bize sanıyorum.
Unutmadan, referandumda CHP'nin yapması gerekenlerden birisi, naçizane, AKP'ninkinden farklı bir hukuk reformunu somut olarak ortaya koymalıydı. Yukarıdaki yorumlarda zikr edilen, uzlaşmadan %92'yi anlayan masterli hukukçulardan emin olun çok var. Üstelik, gene blogda yer alan, CHP'nin vakıflar yasasına dair olan AYM başvurusuna bakınca CHP'nin de bu hukuk anlayışından muzdarip olduğu açıkça görülüyor. Unutmayalım ki gayrimüslim vakıflarına yabancı vakıflar muamelesi yapılmasını isteyen bir CHP'miz ve -milyonlarca insanın özlemle andığı- bahsi geçen vakıflar yasasını bu argümana dayanarak reddeden eski hukukçu bir eski cumhurbaşkanımız var. Şemdinli savcısı olayı da yakın tarihte yaşanan bir vakaydı. Mevcut iktidarın "yargıyı ele geçirme" meselesine takılmadan, muhalefetteki CHP'nin çok daha kapsamlı değişikliklerle halk karşısına gelmesini beklerdim.
Gene unutmadan, bu malum kıyılar-iç bölgeler haritasına bakıp da "iç kesimler değişim istedi, gerçek demokrat insanlar onlar" argümanını benimseyenlerin de bunu neye dayandırarak söylediklerini açıklamalarını rica ediyorum. Sosyal bilimle uğraşanların en tehlikeli hataları olabilen "incelediğin şey'e bir saik atfetme" sorununun bu referandum öncesi ve aslen sonrasında fazlaca karşılaştığımız, ve analizlerin havada kalmasına yol açan bir sorun olduğu kanısındayım.
Etiketler:
12 Eylül referandumu,
AKP,
anayasa,
anayasa değişiklik paketi
2 Ekim 2010 Cumartesi
Ah bir başkanım olsa...
Önemli Açıklama:
Bu yazı aslında Aytuğ'un yazısı. Ne var ki kendisi şu anda İran'da bulunduğundan yazıyı sisteme kendisi aktaramadı. O nedenle ben kendi hesabımdan yazıyı buraya aktarıyorum.
Başkanlık sistemi tartışmasının AKP tarafından ortaya çıkarılmıs suni bir gündem olduğunu düşünmek için elimizde oldukça fazla veri var. Diğer yandan bu tartışmanın kamuoyunun ilgisini her seferinde neden bu denli celbettiği sorusu ve bu olgunun yaratabileceği sonuçlar da ilgiyi hak ediyor.
Basbakan Erdogan’in halkoylamasi gecesi yaptigi aciklama sirasinda yeni anayasanin hazirlanmasi “gorevini” baskanlik sistemini acikca destekleyen Profesor Burhan Kuzu’ya bahsetmis olmasi, kamuoyunda baskanlik sisteminin ayak sesleri olarak yorumlandi ve konu yaklasik bir hafta kadar politikacilari, gazetecileri ve akademisyenleri mesgul etti. Siyasi eliti olusturan bu kesimlerde ortaya cikan bu ilgiyi iki bicimde yorumlayabiliriz: Ya baskanlik sistemi konusu yalnizca bu kesimleri ilgilendiriyor ve genis halk kitleleri konuya hic ilgi gostermese de, siyasi elit yeniden kesfettigi oyuncagina mutlulukla sariliyor, ya da baskanlik sistemi konusunun her gundeme getirilisinde ilgi cekmesinin arkasinda Turkiye’nin giderek merkez-muhafazakar sag tarafindan belirlenen ve elbette ki genis halk kitlelerinin de dahil oldugu siyasi kulturuyle ilgili bize soyleyebilecegi bir seyler var. Bu yazi, ilk olasiligi gormezden gelmeden ve AKP’nin gundemi yonetmek konusundaki ustaligini akildan cikarmadan ikinci olasiligin varligini tartisiyor.
Halkoylamasi sonrasinda Erdogan’in baskanlik sistemi fikrini ortuk bicimde medyaya mustulamis olmasinin arkasindaki amac, halkoylamasi sonuclarinin okunma bicimini degistirme ve yeni anayasanin hazirliklari yapilirken baskanlik sistemini bir pazarlik araci olarak kullanip diger konularda odunler koparma olarak yorumlanabilir. Ya da belki de Basbakan yalnizca hayal kuruyordur: Kariyerini gucsuz bir Cumhurbaskani olarak noktalamak yerine, Turkiye Cumhuriyeti’nin ilk Baskani olarak noktalamak, referendum sonucunun da etkisiyle hic de imkansiz gozukmediginden, frenlerinden bosanivermistir – olmamis sey mi? Peki, Turkiye Cumhuriyeti’nin meclis ustunlugune dayanan kurulus fikrine ve ulkede potansiyel baskanin gucunu dengeleyebilecek parti disiplininden bagimsiz milletvekilleri ve federalizm gibi mekanizmalar bulunmamasina ragmen, Baskanlik sistemi fikri neden her ortaya atilisinda bu kadar ilgi goruyor?
Amerikan tipi Baskanlik sistemi fikri, ilk olarak Turgut Ozal tarafindan ortaya atilmis bir fikir. Ozal, her zaman aklinda olan bu fikri ozellikle Yildirim Akbulut sonrasinda Mesut Yilmaz kendisine acikca cephe aldiginda savunmustu. O zaman fikre karsi cikan Demirel, 90’larin ortasinda kendisi Cumhurbaskanligi makamina geldiginde fikri desteklemisti. Konu sonraki yillarda da sik sik gindeme geldi, tartisildi; simdi Erdogan da bircok amaci ayni anda guderek fikri yeniden tedavule sokuyor.
Yukaridaki gibi bir okuma, Baskanlik sistemi tartismalarinin, guclu bir Basbakan’in ya da halk desteginin arkasinda olduguna inanan guscuz bir Cumhurbaskani’nin yakarislarindan baska hicbir sey olmadigini dusunduruyor ve tartismayi gereksiz kiliyor. Ancak, fikrin her seferinde daha fazla ilgi cekiyor olmasi, Cumhurbaskani’ni bundan sonraki yillarda halkin sececek olmasiyla baskanlik sisteminin en onemli sartlarindan birinin halihazirda yerine getirilmis olmasi ve AKP’nin dizginlenemeyen gucu, daha ayrintili bir tartismanin gerekli oldugunu gosteriyor.
Turgut Ozal’in kafasinda, Turkiye’de kucuk bir Amerika kurmak vardi. Ozal, Fukuyamavari bir sekilde ABD’nin “tarihin sonu” olduguna yurekten inaniyordu, ABD’nin sistemini kopyalamak taraftariydi. Onun aklindaki baskanlik sistemi, ulkeye federalizmle birlikte gelecekti. Ozal’in omru ve siyasal sermayesi ulkede bu turden bir koklu degisikligi ortaya cikarmasina musaade etmedi, ama konu oldukca hararetli bir sekilde tartisildi. Lideri dogrudan secme, tek bir lider tarafindan temsil edilme gibi fikirler Turkiye toplumuna hic de uzak gelmemisti. Ozal ve ailesinin ABD baskaninin ailesi gibi surekli goz onunde olmasi ve bunun ilgiye karsilanmasi da ABD’deki (baskanlik sistemini ciddi bir bicimde destekleyen) imaja dayali siyaset anlayisinin Turkiye’de guclu bir karsiligi olabileceginin sinyalleriydi.
1990’larda Turkiye’de yasanan derin kargasanin ozellikle is dunyasi tarafindan okunma bicimi, siyasi isitikrarsizligin ekonomik buyume onunde engel olusturmus olmasidir. Omurleri genelde 1-2 yili gecmeyen koalisyonlarin acikca suclandigi bu okuma bicimi, ortuk olarak da parlamenter sistemi hedef gostermektedir. Darbenin etkisini gormezden gelen ve tam da darbecilerin istedigi bicimde tum sucu siyaset kurumlarinda bulan bu okumanin da destegiyle, 1990’lar travmasinin Turkiye’de bir koalisyon anksiyetesi ortaya cikardigini soylemek herhalde abarti olmaz. AKP’nin, secim barajini dusurmemek, secim sistemini degistirmemek ve iktidarini mesru ve surekli kilmak icin sik sik istismar ettigi bu kaygi, baskanlik sisteminin secmenler arasinda giderek daha fazla ilgi gormesinin diger bir sebebi olarak gorulmeli. Baskan’in partisi Meclis’te cogunlugu kazanamadiginda Baskan’in kuracagi hukumetin nasil guvenoyu alacagi sorusu (evet, Baskanlik sisteminde de hukumetler guvenoyuna muhtac), diger bir deyisle Baskanlik sisteminde de koalisyonlarin gerekli olabilecegi uyarisi baki elbette, ama bu “teknik ayrinti”nin onumuzdeki tartismanin bir parcasi olacaginin garantisini kim verebilir?
Turkiye’de baskanlik sistemi fikrinin ilgi cekmesinin en onemli sebebi ise, kanimca, Turkiye’de merkez saga ickin “milli irade” soylemidir. Demokrasinin tek sartinin periyodik secimler duzenleyerek milli iradeyi birilerine teslim etmek oldugu yanilgisina sikca dusen merkez-muhafazakar sag soylem ve bu soylemin etkili oldugu secmenler icin baskanlik sistemi, kolayca bu soyleme eklemlenebilir. 4 ya da 5 yilda bir secilen Baskan, milli iradenin tecelli ettigi tekil yapi olarak gorulebilir ve “tek lider” sifatiyla tek devlet-tek millet kavramlarinin tamamlayicisi olarak kolaylikla kabul gorebilir. Ozellikle guclu bir liderin ortaya ciktigi zamanlarda bu fikrin ulke capinda bu denli ilgi gormesinin nedeni, siyasal kultur icinde egemen konumda bulunan ve secmenlerin giderek daha buyuk bir kesimi tarafindan kabul goren soylemin bu fikri icsellestirmeye gayet hazir durumda bulunmasidir.
1982 Anayasasi ve sonradan yapilan degisikliklerle birlikte gunumuzde Turkiye’de yurutme zaten olmasi gerektiginden daha guclu bir kurum. Yurutmeyi tek basli hale getirerek daha da guclendirmek, iktidarin hedeflerinden biri olarak one cikiyor. Bunun Turkiye demokrasisine hayir getirmeyecegini gormek icin derin tartismalar yapmaya gerek yok. Baskanlik sisteminin hukuki altyapisi hazirlanirken, bu fikrin siyasi soylem icinde kolayca yer ve destek bularak mesruiyet kazanabilecegi de acikca ortada. Bu durumda, bu fikrin one surulmesini sirf AKP’nin gundem yonetme taktigi olarak okumamak ve ciddiye almak gerekiyor. Baskanlik sisteminin Turkiye siyasi kulturu ve deneyimi icinde ne gibi sorunlara yol acacagini etraflica tartismanin, normal sartlarda, ise yaramasi gerekiyor.
Bu yazı aslında Aytuğ'un yazısı. Ne var ki kendisi şu anda İran'da bulunduğundan yazıyı sisteme kendisi aktaramadı. O nedenle ben kendi hesabımdan yazıyı buraya aktarıyorum.
Başkanlık sistemi tartışmasının AKP tarafından ortaya çıkarılmıs suni bir gündem olduğunu düşünmek için elimizde oldukça fazla veri var. Diğer yandan bu tartışmanın kamuoyunun ilgisini her seferinde neden bu denli celbettiği sorusu ve bu olgunun yaratabileceği sonuçlar da ilgiyi hak ediyor.
Basbakan Erdogan’in halkoylamasi gecesi yaptigi aciklama sirasinda yeni anayasanin hazirlanmasi “gorevini” baskanlik sistemini acikca destekleyen Profesor Burhan Kuzu’ya bahsetmis olmasi, kamuoyunda baskanlik sisteminin ayak sesleri olarak yorumlandi ve konu yaklasik bir hafta kadar politikacilari, gazetecileri ve akademisyenleri mesgul etti. Siyasi eliti olusturan bu kesimlerde ortaya cikan bu ilgiyi iki bicimde yorumlayabiliriz: Ya baskanlik sistemi konusu yalnizca bu kesimleri ilgilendiriyor ve genis halk kitleleri konuya hic ilgi gostermese de, siyasi elit yeniden kesfettigi oyuncagina mutlulukla sariliyor, ya da baskanlik sistemi konusunun her gundeme getirilisinde ilgi cekmesinin arkasinda Turkiye’nin giderek merkez-muhafazakar sag tarafindan belirlenen ve elbette ki genis halk kitlelerinin de dahil oldugu siyasi kulturuyle ilgili bize soyleyebilecegi bir seyler var. Bu yazi, ilk olasiligi gormezden gelmeden ve AKP’nin gundemi yonetmek konusundaki ustaligini akildan cikarmadan ikinci olasiligin varligini tartisiyor.
Halkoylamasi sonrasinda Erdogan’in baskanlik sistemi fikrini ortuk bicimde medyaya mustulamis olmasinin arkasindaki amac, halkoylamasi sonuclarinin okunma bicimini degistirme ve yeni anayasanin hazirliklari yapilirken baskanlik sistemini bir pazarlik araci olarak kullanip diger konularda odunler koparma olarak yorumlanabilir. Ya da belki de Basbakan yalnizca hayal kuruyordur: Kariyerini gucsuz bir Cumhurbaskani olarak noktalamak yerine, Turkiye Cumhuriyeti’nin ilk Baskani olarak noktalamak, referendum sonucunun da etkisiyle hic de imkansiz gozukmediginden, frenlerinden bosanivermistir – olmamis sey mi? Peki, Turkiye Cumhuriyeti’nin meclis ustunlugune dayanan kurulus fikrine ve ulkede potansiyel baskanin gucunu dengeleyebilecek parti disiplininden bagimsiz milletvekilleri ve federalizm gibi mekanizmalar bulunmamasina ragmen, Baskanlik sistemi fikri neden her ortaya atilisinda bu kadar ilgi goruyor?
Amerikan tipi Baskanlik sistemi fikri, ilk olarak Turgut Ozal tarafindan ortaya atilmis bir fikir. Ozal, her zaman aklinda olan bu fikri ozellikle Yildirim Akbulut sonrasinda Mesut Yilmaz kendisine acikca cephe aldiginda savunmustu. O zaman fikre karsi cikan Demirel, 90’larin ortasinda kendisi Cumhurbaskanligi makamina geldiginde fikri desteklemisti. Konu sonraki yillarda da sik sik gindeme geldi, tartisildi; simdi Erdogan da bircok amaci ayni anda guderek fikri yeniden tedavule sokuyor.
Yukaridaki gibi bir okuma, Baskanlik sistemi tartismalarinin, guclu bir Basbakan’in ya da halk desteginin arkasinda olduguna inanan guscuz bir Cumhurbaskani’nin yakarislarindan baska hicbir sey olmadigini dusunduruyor ve tartismayi gereksiz kiliyor. Ancak, fikrin her seferinde daha fazla ilgi cekiyor olmasi, Cumhurbaskani’ni bundan sonraki yillarda halkin sececek olmasiyla baskanlik sisteminin en onemli sartlarindan birinin halihazirda yerine getirilmis olmasi ve AKP’nin dizginlenemeyen gucu, daha ayrintili bir tartismanin gerekli oldugunu gosteriyor.
Turgut Ozal’in kafasinda, Turkiye’de kucuk bir Amerika kurmak vardi. Ozal, Fukuyamavari bir sekilde ABD’nin “tarihin sonu” olduguna yurekten inaniyordu, ABD’nin sistemini kopyalamak taraftariydi. Onun aklindaki baskanlik sistemi, ulkeye federalizmle birlikte gelecekti. Ozal’in omru ve siyasal sermayesi ulkede bu turden bir koklu degisikligi ortaya cikarmasina musaade etmedi, ama konu oldukca hararetli bir sekilde tartisildi. Lideri dogrudan secme, tek bir lider tarafindan temsil edilme gibi fikirler Turkiye toplumuna hic de uzak gelmemisti. Ozal ve ailesinin ABD baskaninin ailesi gibi surekli goz onunde olmasi ve bunun ilgiye karsilanmasi da ABD’deki (baskanlik sistemini ciddi bir bicimde destekleyen) imaja dayali siyaset anlayisinin Turkiye’de guclu bir karsiligi olabileceginin sinyalleriydi.
1990’larda Turkiye’de yasanan derin kargasanin ozellikle is dunyasi tarafindan okunma bicimi, siyasi isitikrarsizligin ekonomik buyume onunde engel olusturmus olmasidir. Omurleri genelde 1-2 yili gecmeyen koalisyonlarin acikca suclandigi bu okuma bicimi, ortuk olarak da parlamenter sistemi hedef gostermektedir. Darbenin etkisini gormezden gelen ve tam da darbecilerin istedigi bicimde tum sucu siyaset kurumlarinda bulan bu okumanin da destegiyle, 1990’lar travmasinin Turkiye’de bir koalisyon anksiyetesi ortaya cikardigini soylemek herhalde abarti olmaz. AKP’nin, secim barajini dusurmemek, secim sistemini degistirmemek ve iktidarini mesru ve surekli kilmak icin sik sik istismar ettigi bu kaygi, baskanlik sisteminin secmenler arasinda giderek daha fazla ilgi gormesinin diger bir sebebi olarak gorulmeli. Baskan’in partisi Meclis’te cogunlugu kazanamadiginda Baskan’in kuracagi hukumetin nasil guvenoyu alacagi sorusu (evet, Baskanlik sisteminde de hukumetler guvenoyuna muhtac), diger bir deyisle Baskanlik sisteminde de koalisyonlarin gerekli olabilecegi uyarisi baki elbette, ama bu “teknik ayrinti”nin onumuzdeki tartismanin bir parcasi olacaginin garantisini kim verebilir?
Turkiye’de baskanlik sistemi fikrinin ilgi cekmesinin en onemli sebebi ise, kanimca, Turkiye’de merkez saga ickin “milli irade” soylemidir. Demokrasinin tek sartinin periyodik secimler duzenleyerek milli iradeyi birilerine teslim etmek oldugu yanilgisina sikca dusen merkez-muhafazakar sag soylem ve bu soylemin etkili oldugu secmenler icin baskanlik sistemi, kolayca bu soyleme eklemlenebilir. 4 ya da 5 yilda bir secilen Baskan, milli iradenin tecelli ettigi tekil yapi olarak gorulebilir ve “tek lider” sifatiyla tek devlet-tek millet kavramlarinin tamamlayicisi olarak kolaylikla kabul gorebilir. Ozellikle guclu bir liderin ortaya ciktigi zamanlarda bu fikrin ulke capinda bu denli ilgi gormesinin nedeni, siyasal kultur icinde egemen konumda bulunan ve secmenlerin giderek daha buyuk bir kesimi tarafindan kabul goren soylemin bu fikri icsellestirmeye gayet hazir durumda bulunmasidir.
1982 Anayasasi ve sonradan yapilan degisikliklerle birlikte gunumuzde Turkiye’de yurutme zaten olmasi gerektiginden daha guclu bir kurum. Yurutmeyi tek basli hale getirerek daha da guclendirmek, iktidarin hedeflerinden biri olarak one cikiyor. Bunun Turkiye demokrasisine hayir getirmeyecegini gormek icin derin tartismalar yapmaya gerek yok. Baskanlik sisteminin hukuki altyapisi hazirlanirken, bu fikrin siyasi soylem icinde kolayca yer ve destek bularak mesruiyet kazanabilecegi de acikca ortada. Bu durumda, bu fikrin one surulmesini sirf AKP’nin gundem yonetme taktigi olarak okumamak ve ciddiye almak gerekiyor. Baskanlik sisteminin Turkiye siyasi kulturu ve deneyimi icinde ne gibi sorunlara yol acacagini etraflica tartismanin, normal sartlarda, ise yaramasi gerekiyor.
Etiketler:
AKP,
başkanlık sistemi,
Recep Tayyip Erdoğan
12 Eylül 2010 Pazar
İslam'a Karşı Laiklik
İslam’a Karşı Laiklik
Olivier Roy
Agora Kitaplığı, 2010
Çeviri: Ender Bedisel
2 Mayıs 2010 tarihli Radikal gazetesinin Yorum sayfasında, Agnes Poirier’in kaleminde çıkan ve orijinal metni The Guardian’da yayımlanan makale, ülkemizde de tartışmalara konu olan başörtüsü ve türban yasağının Fransız kamuoyunda neden olduğu tartışmalara ışık tutuyordu. Poirier, makalesinde şöyle diyordu: “Sarkozy, Pandora’nın kutusunu açtı ve kilidi de kaybetti… Konu o kadar utanç verici hale geldi ki, Sarkozy başbakanı François Fillon’a olaya el koymasını ve hızla, hatta yazdan önce yeni bir yasa hazırlamasını söyledi… Yasalar ve düzenlemelerin nüanslarına, fakat aynı zamanda Fransa’yla ABD veya Britanya arasındaki farklı gelenekleri açığa vuran siyaset felsefesine dair bir mesele bu. Fransa’da, ABD veya Britanya’daki insanların ‘sivil özgürlükler’ dediği şeyin bahsi pek edilmiyor. Fransızlar insan haklarından dem vuruyor. Elbette iki kavramın çakışma noktası var, fakat Fransa gibi bir ülkede devlet başka yerlerde resmi alanın dışında kalması gereken temel yurttaşlık hakları olarak görülen şeye sık sık müdahalede bulunuyor.” (Radikal, Yorum, 2 Mayıs 2010)
Etiketler:
İslam,
Kitap Eleştirisi,
Laiklik,
Olivier Roy
12 Eylül Sol İçin Ne Getiriyor?
Tarihi bir ikinci 12 Eylül’ün heyecanını yaşadığımız şu günlerde, anayasa tartışmalarının özellikle sol cenah tarafından yorumlanışı, Türkiye’de sol hareketin içine düştüğü çıkmazı ve kuramsal anlaşmazlıklarını bir kez daha tüm karmaşıklığı ile gözler önüne seriyor. Her ne kadar bu yazının amacı, Türkiye’de sol akımın analizini sunmak olmasa da (bu analizi bekleyenlerin tarihsel perspektif için Mete Tunçay’a, yakın tarihsel açılım için ise Murat Gültekin’in editörlüğündeki Türkiye’de sol ansiklopedisine göz atmasını öneririz), referandum tartışmaları üzerinden Türkiye’de sol akım ve sınıfsal söylem üzerine farklı yorumları paylaşabileceğimizi düşünüyoruz.
AKP’nin 12 Eylül referandumuna yaklaşımı, hiç kuşku yok ki oldukça iddialı: Referandum ile birlikte 12 Eylül Anayasası’nın da yeniden oylamaya sunulacağını ima eden başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP milletvekillerinin bu yaklaşımını, bu yazının kapsamında ele alacak ve yazıyı sonlandırmadan önce AKP üzerine bir çıkarsamada bulunacağız. Öncesinde ise şu soruya cevap arıyoruz: 12 Eylül referandumu, 12 Eylül Anayasası ile katledilen sınıf-tabanlı söylemi geri getirebilir mi; yoksa farklı açılımlarla renklenen bu anayasa, sol hareket için yeni bir ölüm fermanı mıdır? Bizce sol akımın kimi temsilcilerinin iyimserlikle yaklaştığı referandum, Türkiye’de sınıfsal çok-sesliliği yaratma adına oldukça atıl kalıyor ve 24 Ocak kararları ile pekişen neoliberal yapıyı daha da güçlü ve alternatifsiz kılıyor.
Öncelikle, Türkiye’de özellikle 1980 sonrasında yekpare hareket örneği sergile(ye)memiş sol hareketin, referandum öncesi de çok parçalı ve birbiriyle çatışan bir tutumda olduğunu belirterek yazıya başlamalıyız – ki bu tutum, yakın zamanda sol örgütlerin başkanları tarafından yapılan demeçlerle yeniden doğrulanıyor. “Hayır”cı fraksiyonu oluşturan ÖDP, TKP ve EMEP, “emek ve demokrasi düşmanı AKP”ye ders verme amacı ile referandum sonucu şekillenecek yeni anayasaya, toplu sözleşmenin içeriğini boşalttığı, piyasa ekonomisini meşru kıldığı ve sermaye egemenliğini güçlü kıldığını savlayarak karşı çıkarken, EDP başkanı Salman Kaya, yakın zamanda bir gazeteye verdiği demeçte, “12 Eylül’e hayır diyecek solcuları anlamadığını” belirterek cevap veriyordu. MEMUR-SEN Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu da Kaya’da yana tavır alarak sendikasının “Evet”çi pozisyonunun altını çizerken, Türkiye KAMU-SEN’in de içinde bulunduğu yaklaşık 70 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türk Dayanışma Konseyi, “Hayır” yönünde oy kullanacağını kamuoyuna duyurdu.“Evet”çi kesim, darbe anayasasının kabul edilemez olduğunu belirtip, milli iradenin belirlediği bir anayasaya ihtiyacı dile getirirken, “Hayır”cı kesim ise, yeni anayasa ile oluşturulacağını öne sürdüğü yeni dikta rejimine karşı çıkacağını, ulusalcı sayılabilecek bir tona sahip basın açıklaması ile halka duyurdu.
Hiç kuşku yok ki her iki kesimin temsilcilerinin de argümanları yadsınamaz doğrular içeriyor. Mevcut anayasa değişikliği, Türkiye’de demokrasi adına geç kalınmış bir değişikliktir; fakat geç kalınmakla birlikte, AKP’nin genel seçimler öncesi tabanını sağlamlaştırmak adına içinde bulunduğu aceleci tutum, beraberinde elzem eksikleri de getirmektedir. Mevcut değişiklikler dahilinde şekillenecek anayasa, sınıfsal perspektiften ele alındığında, 12 Eylül anayasasından herhangi bir farklılık göstermemektedir: sınıfsal çok-sesliliği yok etme, sendikal örgütlenmeyi sınırlandırma ve sınıf-üstü bir söylem geliştirme yönündeki kafa yapısı aynıdır, 24 Ocak (1980) kararları ile birlikte güçlenen neoliberal ekonomi politikalarına bağlılığı ve teknotratik düşünce ve düzenin devamlılığını içerir, üreticiyi ve emekçiyi desteklemez. Mevcut anayasa, memurlara grev hakkı getirmemekle birlikte, tanınan toplu sözleşme hakkı, bir haktan çok, uzlaştırma kurulu tarafından çözülmesi öngörülen bir lütuftan ileri gitmemektedir.
Bütün bu süreç bize AKP adına bir çıkarsama yapma şansını da tanıyor. AKP, kendisini köşeye sıkıştıran sorunları, en büyüğü askerî vesayet olmakla birlikte, kamusal tartışmaya taşıyarak, politikanın alanını genişleterek çözme iradesini göstermektedir. Bu tutumu ile AKP, pragmatik bir “demokratlık açılım” peşindedir ve bu açılım zaman zaman hayırlı sonuçlar doğurabilmekle beraber, AKP’nin alternatifsiz olarak konumlanmasıyla da sonuçlanmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, kimi sol örgütlerin AKP’den yana tavır alması daha anlaşılır kılınıyor. Zira bugün sahih anlamda sosyal demokrat bir siyasal örgütlenmenin yokluğunda, sol-liberal aydınların AKP'ye verdiği desteğin arkasında olası bir CHP-MHP koalisyonu gibi bir mecraya yönelimin yarattığı korku ve AKP'nin Kürt açılımında istikrarsız bir politika izliyor olsa da ortaya koymuş olduğu bir “duruş” vardır. Dolayısıyla, AKP'nin liberal-reformist yüzü bazı sol fragmantasyonun partiye angaje edilmesiyle sonuçlanıyor.
Fakat, yine aynı perspektiften bakılarak, solun referandumda vereceği hayır oyunu da anlamlandırmak mümkün. AKP’de “iyi” pragmatizm, “kötü” pragmatizmle iç içe geçmiş durumdadır ve bu durum, partinin, politik alanın “davetsiz” misafirlerine karşı kolayca tahammülsüzleşmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylelikle AKP, öne çıkarma çabasında olduğu demokratik ve uzlaşmacı kimliğine ters düşecek bir üslup takınmakta, parlamento dışı aktörlere, solculara, işçilere ve Kürt siyasetçilere, modası geçmiş Soğuk Savaş diliyle saldırabilmektedir.
Bu tutumun, AKP’nin aslında gizli bir büyük sağ koalisyon olmasıyla ve Türk sağının geleneksel reflekslerini sürdürmesiyle de ilgisi vardır. Son tahlilde AKP, “yeni merkez sağı” temsil etmektedir; AKP, beynelmilel muhafazakâr-liberal siyasetin Türkiyelisidir. Ayrıca AKP’nin, egemen sınıflar içinde yeni, daha muhafazakar bir elit fraksiyona dayandığını da hiç unutmamak gerekiyor.
Referandumda verilecek oy, gerek eksiklerine rağmen evet, gerekse eksik olduğu için hayır olsun, referandum üzerine özellikle sol cenahta sürmekte olan tartışmaların ortaya koyduğu başlıca bulgu, sol hareketin ruhuna uygun söylemsel bir eksik olduğudur. Sungur Savran’ın tanımlaması ile Türkiye’de sol, bir “referandum güzellemesi”nden çok daha fazlasını yapmalı, soyut bir demokrasi peşinde koşmak yerine sınıf mücadelesini ve belki de bir “sınıf açılımı”nı söylemine taşımalıdır. Avrupa ülkelerinin aksine sınıf mücadelesini anayasasına taşıyamamış bir ülke, farklı hegemonik projeleri (AKP, IMF ve ABD) tartışmaya dahi açmadan benimsemeye mecbur kalacaktır.
AKP’nin 12 Eylül referandumuna yaklaşımı, hiç kuşku yok ki oldukça iddialı: Referandum ile birlikte 12 Eylül Anayasası’nın da yeniden oylamaya sunulacağını ima eden başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP milletvekillerinin bu yaklaşımını, bu yazının kapsamında ele alacak ve yazıyı sonlandırmadan önce AKP üzerine bir çıkarsamada bulunacağız. Öncesinde ise şu soruya cevap arıyoruz: 12 Eylül referandumu, 12 Eylül Anayasası ile katledilen sınıf-tabanlı söylemi geri getirebilir mi; yoksa farklı açılımlarla renklenen bu anayasa, sol hareket için yeni bir ölüm fermanı mıdır? Bizce sol akımın kimi temsilcilerinin iyimserlikle yaklaştığı referandum, Türkiye’de sınıfsal çok-sesliliği yaratma adına oldukça atıl kalıyor ve 24 Ocak kararları ile pekişen neoliberal yapıyı daha da güçlü ve alternatifsiz kılıyor.
Öncelikle, Türkiye’de özellikle 1980 sonrasında yekpare hareket örneği sergile(ye)memiş sol hareketin, referandum öncesi de çok parçalı ve birbiriyle çatışan bir tutumda olduğunu belirterek yazıya başlamalıyız – ki bu tutum, yakın zamanda sol örgütlerin başkanları tarafından yapılan demeçlerle yeniden doğrulanıyor. “Hayır”cı fraksiyonu oluşturan ÖDP, TKP ve EMEP, “emek ve demokrasi düşmanı AKP”ye ders verme amacı ile referandum sonucu şekillenecek yeni anayasaya, toplu sözleşmenin içeriğini boşalttığı, piyasa ekonomisini meşru kıldığı ve sermaye egemenliğini güçlü kıldığını savlayarak karşı çıkarken, EDP başkanı Salman Kaya, yakın zamanda bir gazeteye verdiği demeçte, “12 Eylül’e hayır diyecek solcuları anlamadığını” belirterek cevap veriyordu. MEMUR-SEN Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu da Kaya’da yana tavır alarak sendikasının “Evet”çi pozisyonunun altını çizerken, Türkiye KAMU-SEN’in de içinde bulunduğu yaklaşık 70 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türk Dayanışma Konseyi, “Hayır” yönünde oy kullanacağını kamuoyuna duyurdu.“Evet”çi kesim, darbe anayasasının kabul edilemez olduğunu belirtip, milli iradenin belirlediği bir anayasaya ihtiyacı dile getirirken, “Hayır”cı kesim ise, yeni anayasa ile oluşturulacağını öne sürdüğü yeni dikta rejimine karşı çıkacağını, ulusalcı sayılabilecek bir tona sahip basın açıklaması ile halka duyurdu.
Hiç kuşku yok ki her iki kesimin temsilcilerinin de argümanları yadsınamaz doğrular içeriyor. Mevcut anayasa değişikliği, Türkiye’de demokrasi adına geç kalınmış bir değişikliktir; fakat geç kalınmakla birlikte, AKP’nin genel seçimler öncesi tabanını sağlamlaştırmak adına içinde bulunduğu aceleci tutum, beraberinde elzem eksikleri de getirmektedir. Mevcut değişiklikler dahilinde şekillenecek anayasa, sınıfsal perspektiften ele alındığında, 12 Eylül anayasasından herhangi bir farklılık göstermemektedir: sınıfsal çok-sesliliği yok etme, sendikal örgütlenmeyi sınırlandırma ve sınıf-üstü bir söylem geliştirme yönündeki kafa yapısı aynıdır, 24 Ocak (1980) kararları ile birlikte güçlenen neoliberal ekonomi politikalarına bağlılığı ve teknotratik düşünce ve düzenin devamlılığını içerir, üreticiyi ve emekçiyi desteklemez. Mevcut anayasa, memurlara grev hakkı getirmemekle birlikte, tanınan toplu sözleşme hakkı, bir haktan çok, uzlaştırma kurulu tarafından çözülmesi öngörülen bir lütuftan ileri gitmemektedir.
Bütün bu süreç bize AKP adına bir çıkarsama yapma şansını da tanıyor. AKP, kendisini köşeye sıkıştıran sorunları, en büyüğü askerî vesayet olmakla birlikte, kamusal tartışmaya taşıyarak, politikanın alanını genişleterek çözme iradesini göstermektedir. Bu tutumu ile AKP, pragmatik bir “demokratlık açılım” peşindedir ve bu açılım zaman zaman hayırlı sonuçlar doğurabilmekle beraber, AKP’nin alternatifsiz olarak konumlanmasıyla da sonuçlanmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, kimi sol örgütlerin AKP’den yana tavır alması daha anlaşılır kılınıyor. Zira bugün sahih anlamda sosyal demokrat bir siyasal örgütlenmenin yokluğunda, sol-liberal aydınların AKP'ye verdiği desteğin arkasında olası bir CHP-MHP koalisyonu gibi bir mecraya yönelimin yarattığı korku ve AKP'nin Kürt açılımında istikrarsız bir politika izliyor olsa da ortaya koymuş olduğu bir “duruş” vardır. Dolayısıyla, AKP'nin liberal-reformist yüzü bazı sol fragmantasyonun partiye angaje edilmesiyle sonuçlanıyor.
Fakat, yine aynı perspektiften bakılarak, solun referandumda vereceği hayır oyunu da anlamlandırmak mümkün. AKP’de “iyi” pragmatizm, “kötü” pragmatizmle iç içe geçmiş durumdadır ve bu durum, partinin, politik alanın “davetsiz” misafirlerine karşı kolayca tahammülsüzleşmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylelikle AKP, öne çıkarma çabasında olduğu demokratik ve uzlaşmacı kimliğine ters düşecek bir üslup takınmakta, parlamento dışı aktörlere, solculara, işçilere ve Kürt siyasetçilere, modası geçmiş Soğuk Savaş diliyle saldırabilmektedir.
Bu tutumun, AKP’nin aslında gizli bir büyük sağ koalisyon olmasıyla ve Türk sağının geleneksel reflekslerini sürdürmesiyle de ilgisi vardır. Son tahlilde AKP, “yeni merkez sağı” temsil etmektedir; AKP, beynelmilel muhafazakâr-liberal siyasetin Türkiyelisidir. Ayrıca AKP’nin, egemen sınıflar içinde yeni, daha muhafazakar bir elit fraksiyona dayandığını da hiç unutmamak gerekiyor.
Referandumda verilecek oy, gerek eksiklerine rağmen evet, gerekse eksik olduğu için hayır olsun, referandum üzerine özellikle sol cenahta sürmekte olan tartışmaların ortaya koyduğu başlıca bulgu, sol hareketin ruhuna uygun söylemsel bir eksik olduğudur. Sungur Savran’ın tanımlaması ile Türkiye’de sol, bir “referandum güzellemesi”nden çok daha fazlasını yapmalı, soyut bir demokrasi peşinde koşmak yerine sınıf mücadelesini ve belki de bir “sınıf açılımı”nı söylemine taşımalıdır. Avrupa ülkelerinin aksine sınıf mücadelesini anayasasına taşıyamamış bir ülke, farklı hegemonik projeleri (AKP, IMF ve ABD) tartışmaya dahi açmadan benimsemeye mecbur kalacaktır.
7 Eylül 2010 Salı
Anayasa degisikligi paketi icin neden “evet” oyu kullanmayacagim?
Alper H. Yağcı
Not: Teknik imkansizliklardan oturu Turkce karakter kullanmadan yazmak durumundayim, imla konusunda kusuruma bakilmasin.
Anayasa degisikligi paketi icin oy kullanamayacagim, zira bir suredir yurt disinda yasiyorum. Saka bir yana, eger oy kullanacak olsaydim, hayir oyu kullanirdim. Tavrim siyasi. Yani, Esra’nin yaptigi cagrinin aksine, degisiklik pakedinin iceriginin hukuk teknigiyle degerlendirilmesinden ziyade; paketin hazirlanis, referanduma sunulus ve “pazarlanis” safhalarinda taraflarin aldiklari tutumlarin Turk siyasetinin yakin gecmis ve gelecegi baglaminda degerlendirilmesine dayaniyor.
AKP yine yapacagini yapti, tipki 2007’deki cumhurbaskanligi krizinde oldugu gibi Turkiye’deki kurumsal siyasetin tum taraflarini zamanlamasini, siddetini ve seceneklerini kendi belirledigi bir tartismaya kilitleyerek gundemi sekillendirdi. Yapilan tartismalarda, Onur’un da yazdigi gibi, evetciler ile hayircilar olarak saflasmayi becermis durumdayiz. Dikkat edilmesi gereken nokta, sirf durumun bu hale gelmesinin bile AKP icin stratejik bir basari arz ediyor olusu. Eger su an paket ile gelecek degisiklerin” hic yoktan iyi” olusunu konusuyorsak zaten iktidar partisinin altimiza cektigi bir duzleme cikmisiz orada tepiniyoruz demektir. Saga giden bir trende ne kadar hizla sola kossak da nafile; trenden inmek lazim, veya konduktoru ikna edici bicimde uyarmak…
1980 darbesinin giydirdigi deli gomleginden cikmaya calisan bir toplumun kivranmalarindan Gordiyon dugumleri uretip bu dugumleri referandum kilici ile kesmek, bunu yaparken de kendisini kurumsal seckinler karsisinda halkin sesi olarak konumlandirmak AKP icin bir siyaset yapma teknigi. Sagolsunlar, CHP olsun, Anayasa Mahkemesi (AYM) olsun, TSK olsun, mevcut hukuki-siyasi duzenin muhafazakar aktorleri de bu konuda AKP’ye cok pas attilar. Bunun en acik ornegi cumhurbaskanligi secimi etrafinda gerceklesti. Buyukanit’in e-muhtirasi ve AYM’nin skandal kararindan AKP bir erken secim bir referandum (referanduma giden yolda eski cumhurbaskani A. Necdet Sezer’in payini da anmak lazim) cikardi. Olan oldu, AKP tokezlemeye baslayan ekonomiye ragmen gucunu artirarak hakimiyetini pekistirdigi gibi, Ozal’dan beri merkez sagin ruyalarindan biri olan, cumhurbaskanini halkin secmesi yonundeki anayasa degisikligi de hic yoktan basarilmis oldu. Hatirlarsaniz, sonunda cumhurbaskanligi secimine iliskin referandum yapildiginda AKP yine eski duzenlemeye (daha dogrusu eski duzenlemeye AYM’nin getirdigi yeni yoruma) uygun olarak cumhurbaskanini ucuncu turda kendi cogunluguna dayanarak mecliste secmisti bile, oyle ki, sandiga giden secmen neye nicin oy verdigini unutmustu. Tevekkeli degil bu referandum % 68 secmen katilimi ile siyasi tarihimizin en dusuk katilimli referandumu oldu. Sag-kemalist muhalefet pasi veriyor, AKP bos kaleye golu atiyor, bize de milletce sevinmek dusuyor, halkin dedigi oldu diye.
Tarihinde daha once 5 kere referanduma giden Turkiye, AKP iktidari doneminde ikinci kez referanduma gidecek, ilkinin uc yil ardindan. Ne icin? Demokratik sisteme geri donusun ardindan butun partilerin (en basta zamanin CHP’sinin) yerine yenisini getirmek icin soz verdigi 82 Anayasasi’ni bir kez daha yamamak icin. AKP de 2002 secimi icin hazirladigi programda ayni sozu vermisti. 2007 secimleri etrafindaki donamde de ayni soz yavas yavas ete kemige burundurulmeye baslanmisti, kanaat onderlerinin kamuoyu olusturma amacli aciklamalari vasitasiyla. Peki simdi neden iki adim geriye gidip, tek bir “evet mi hayir mi” sorusunun icine sikistirilmis tutarsiz bir reform pakedini oylama durumundayiz? Anamuhalefet partisi, pakedin tartismali iki tanesi haricindeki maddelerini mecliste onaylamayi kabul edip yalniz iki maddeyi referanduma goturmeyi onermisken tum maddelerin paket halinde onumuze sunulmasini ‘goz boyama’dan daha hafif bir tabirle nitelemek mumkun mu?
Bu sorunlarin yanitini hukuki bir degerlendirmeyle tatmin edici bicimde vermek olanaksiz. Referanduma gidiyoruz cunku cesitli gruplari tek platformda bir araya getiren siyasi iddiasini devam ettirebilmek icin Turkiye’nin uzun suredir cozum bekleyen cetrefil meselelerine cozumler getirmek zorunda oldugunu goren, fakat bu ugurda karsilastigi muhalefetin ustesinden gelmeye yetecek enerjisi, vizyonu, ve bu cozumleri gercekten umursayan bir tabani olmayan AKP’nin, disine gore bir siyasi krize ihtiyaci var. Referandumla cozulecek bir kriz, arkasindaki kamuoyu destegini ispatlama noktasinda AKP’nin elini en az bir yil daha rahatlatacak, muhalif siyasi aktorleri hizaya getirecek stratejik bir arac. Referanduma yonelik mobilizasyon, Basbakan Erdogan’a en iyi yaptigi seyi yapma imkanini veriyor: Bayram degil seyran degil iken sanki genel secim varmis gibi tum Turkiye’yi dolasip tabanina birinci elden seslenerek parti teskilati cevresinde saflari siklastirma. Ayni zamanda, 82 rejiminin gerici-muhafazakar yonlerini torpuledigi iddia edilen (ki memurlarin toplu sozlesme hakki konusunda bu iddianin pek asli olmadigi anlasiliyor) degisiklerle, AKP’ye kosullu destek gostermis olan liberal/sol aktorlere; Kurt meselesi konusunda yapmaya gonullu olmadigi, AB konusunda yapmaya gucunun yetmeyecegi reformlarin yerini tutacak bir icraat sunmak mumkun hale geliyor. Belki de en onemlisi, krize giden yoldaki tartismalar ve referandumun ardindan kalkacak toz (ana haber bultenlerini haftalarca mesgul edecek gundem maddesini simdiden biliyoruz: “simdi bu sonuc ne anlama geliyor?”) ile, ekonomik sorunlar gundemden dusuruluyor, veyahut bu sorunlari “halk adina” cozmekten AKP’yi alikoyan siyasi sorunlara ve bu sorunlari yaratanlara isaret etmek inandirici hale geliyor.
Eger gercekten 12 Eylul rejimiyle hesaplasmak istiyorsak, neden % 10 secim barajini dusurerek baslamiyoruz ise? Neden rejimin 12 Eylul gomlegini cikarip kendini yeniden tanimlamasi yonundeki en kuvvetli talebi dile getiren Kurtlerin siyasi katilimini genisletecek degisikleri tartismiyoruz? Eger calisanlarin haklari gercekten genisletilecekse, neden yine 12 Eylul rejiminin getirdigi ve AKP’nin herkeslerden daha buyuk bir hevesle kullandigi grev erteleme uygulamasini sinirlayacak duzenlemeler yapmiyoruz? Neden 12 Eylul rejiminin basimiza getirdigi YOK’un (AYM uyesi secimi meselesinde) yetkilerini artiracak degisikliklerle oyalaniyoruz? Mesele su ki, Turkiye’nin yeni bir anayasa yapmasi gerekiyor, ve bunu yapmaya AKP’nin ne gucu ne istegi kaldi. O tren 2006-2007’de kacti, PKK’nin siddet faaliyetlerine yeniden basladigi, Ergenekon sorusturmasiyla ortaya cikan yeralti muhalefetinin Erdogan’in gozunu korkuttugu, AKP milletvekili Zafer Uskul’un aciklamalarinin yeni anayasanin amaci konusunda kamuoyunu urkuttugu, hukumetin yelkenini sisiregelmis kuresel sermaye akimlarinin durulmaya basladigi donemde. Subat 2008’de, yeni anayasa yapmak yerine turban meselesine ozel anayasa degisikligi yapmaya davrandigi vakit, AKP bu konudaki niyetini (niyetsizligini) kesin bicimde belli etmisti bile.
Peki, (farz edelim ki memurlarin toplu sozlesme hakki, AYM uyelerin secimi vb degisikliklerin de olumlu olduguna kandik) “yetmez ama evet” desek ne olur? AKP’nin oportunizmini odullendirerek ona bir sureligine daha yasam nefesi uflemis oluruz. Toplumun (Kurtler haric) en yoksul kesimlerini halkci/populist bir soylem etrafinda pesinden surukleyerek solun simsegini calan, bu anlamda yoksulluk ve sosyal haklar etrafinda sekillenebilecek bir toplumsal muhalefetin enerjisini emip soguran, ayni zamanda kendisini siyasi liberalizm dogrultusunda yapilacak reformlarin tek adresi olarak kabul ettiren, Kurt meselesi konusunda buyuk beklentiler yaratan fakat bu konuda bir adim ileri bir adim geri bir idare-i maslahata saplanip kalan AKP, bugun Turkiye’deki ilerici siyasi talepler icin ehven-i ser bir pragmatik cozumden ziyade acik bir engel teskil ediyor. Eger “evet” demekle AKP’ye evet diyecek oluyorsak – ki bu kosutlugu bilincle yaratarak referandumu bir guvenoyu plebisitine ceviren de bu partinin kendisi – benim yanitim “hayir.”
Son bir sozum de bu plebisiter siyaset teknigi hakkinda. AKP’nin sag-Kemalist muhalefet karsisinda magdur postunda veregeldigi mucadelelerde kullandigi soylemi yakindan taniyoruz: “Halk, demokratik kanallari kullanarak kurumsal seckinlere meydan okuyor”. Bu meydan okuma, atanmislar ile secilmisler arasindaki catismalarda vucut buluyor, guya. Demokrasi, haklar, vb etrafindaki tartismalarda buna benzer bir denklestirme, daha sofistike versiyonlarda da olsa, siyasi liberalizm taraftari cevrelerce de siklikla kullaniliyor. Iste secilmislerin tasarruf hakkini genisleten degisikler sirf bu yuzden demokrasiyi kuvvetlendirecek degisiklikler olarak algilaniyor. Veya referandum uygulamasinin kendisi, bir demokrasi bayrami gibi kutlaniyor. Bu tarz kestirme denklemlerden uzak durmak gerekiyor diye dusunuyorum. Halkin dogrudan temsilini genisletmeye yonelik katilimci pratiklerin olusturdugu, yerel ve mikro duzeyde dokunmus bir agin (belediye duzeyinde halk meclisleri, katilimci butce komisyonlari, vb) yoklugunda; kitle ile parti liderligi arasinda kisa devre bir iletisime dayanan bir “secilmisler fetisizmi” en fazla sig bir populizm yaratir, demokratik katilim degil. Duzenleme yaratma inisiyatifinin yalnizca partide bulundugu, ve halkin bu inisiyatiflere “evet” ya da “hayir” demekle yukumlu oldugu bir siyaset bicimi, seckinler karsisinda halkin kuvvetlenmesinden ziyade bir grup kurumsal seckinin yerine yeni bir parti seckinleri grubunun ikamesi anlamina geliyor. Hele ki Turkiye gibi, katilimci bir on secim asamasindan gecmeden olusturulan listelerle secime giden, lider ve kurmay komitesi tarafindan siki bicimde kontrol altinda tutulan ve % 10 secim baraji sayesinde arkasindaki toplumsal destegin cok ustunde bir temsil gucune kavusabilen partilerin hukum surdugu bir siyaset ortaminda, referandumun siklikla kullanilmasi, kaygi yaratacak bir durum olabilir (Referanduma Turkiye’den cok daha fazla basvuran ulkeler var elbette, Isvicre gibi, fakat genis ozerkliklere sahibi bolumlerden murekkep bu ulkede referandumlarin onemli bir bolumu ulus-alti duzeylerde yapiliyor). Bu sartlar altinda, Anayasa gibi temel bir meselenin siyasi-stratejik hesaplar icin yapilan bir referanduma konu (neredeyse “oyuncak” yazacaktim) edilmesi, Turkiye’nin Anayasacilik deneyiminin ciddiyetine vurulan yeni bir darbe.
Eger liberal demokrasi ise amaclanan (ki siyasi liberalizmin ekonomik liberalizme benim gibi şüpheyle yaklaşanları da icine alabilecek genislikte soyut bir ilke olduguna inanirim), bunun anahtarini bizi secilmislerin mi atanmislarin mi yonettiginde degil, yoneten yonetilen ayriminin ne derece kuvvetle basimiza kakildigina; ve bu yonetenin toplumsal hayatin ne kadarini (zorlayici bicimde) yonetme hakkini haiz oldugunda aramak lazim. Bir de, yonetime talip farkli aktorlerin tasarruflari arasindaki catismalari uzlastirmaya yonelik bir fren & denge (Amerikalilarin checks and balances dedikleri sey) sistemini kuracak kurumsal mimaride. Liberalizmin esasinda yer alan “en iyi yoneten en az yonetendir” siarini, ekonomik cagrisimlarindan soyutlayarak dusunmek mumkun degil mi? Bence bunu denemekte fayda var.
Not: Teknik imkansizliklardan oturu Turkce karakter kullanmadan yazmak durumundayim, imla konusunda kusuruma bakilmasin.
Anayasa degisikligi paketi icin oy kullanamayacagim, zira bir suredir yurt disinda yasiyorum. Saka bir yana, eger oy kullanacak olsaydim, hayir oyu kullanirdim. Tavrim siyasi. Yani, Esra’nin yaptigi cagrinin aksine, degisiklik pakedinin iceriginin hukuk teknigiyle degerlendirilmesinden ziyade; paketin hazirlanis, referanduma sunulus ve “pazarlanis” safhalarinda taraflarin aldiklari tutumlarin Turk siyasetinin yakin gecmis ve gelecegi baglaminda degerlendirilmesine dayaniyor.
AKP yine yapacagini yapti, tipki 2007’deki cumhurbaskanligi krizinde oldugu gibi Turkiye’deki kurumsal siyasetin tum taraflarini zamanlamasini, siddetini ve seceneklerini kendi belirledigi bir tartismaya kilitleyerek gundemi sekillendirdi. Yapilan tartismalarda, Onur’un da yazdigi gibi, evetciler ile hayircilar olarak saflasmayi becermis durumdayiz. Dikkat edilmesi gereken nokta, sirf durumun bu hale gelmesinin bile AKP icin stratejik bir basari arz ediyor olusu. Eger su an paket ile gelecek degisiklerin” hic yoktan iyi” olusunu konusuyorsak zaten iktidar partisinin altimiza cektigi bir duzleme cikmisiz orada tepiniyoruz demektir. Saga giden bir trende ne kadar hizla sola kossak da nafile; trenden inmek lazim, veya konduktoru ikna edici bicimde uyarmak…
1980 darbesinin giydirdigi deli gomleginden cikmaya calisan bir toplumun kivranmalarindan Gordiyon dugumleri uretip bu dugumleri referandum kilici ile kesmek, bunu yaparken de kendisini kurumsal seckinler karsisinda halkin sesi olarak konumlandirmak AKP icin bir siyaset yapma teknigi. Sagolsunlar, CHP olsun, Anayasa Mahkemesi (AYM) olsun, TSK olsun, mevcut hukuki-siyasi duzenin muhafazakar aktorleri de bu konuda AKP’ye cok pas attilar. Bunun en acik ornegi cumhurbaskanligi secimi etrafinda gerceklesti. Buyukanit’in e-muhtirasi ve AYM’nin skandal kararindan AKP bir erken secim bir referandum (referanduma giden yolda eski cumhurbaskani A. Necdet Sezer’in payini da anmak lazim) cikardi. Olan oldu, AKP tokezlemeye baslayan ekonomiye ragmen gucunu artirarak hakimiyetini pekistirdigi gibi, Ozal’dan beri merkez sagin ruyalarindan biri olan, cumhurbaskanini halkin secmesi yonundeki anayasa degisikligi de hic yoktan basarilmis oldu. Hatirlarsaniz, sonunda cumhurbaskanligi secimine iliskin referandum yapildiginda AKP yine eski duzenlemeye (daha dogrusu eski duzenlemeye AYM’nin getirdigi yeni yoruma) uygun olarak cumhurbaskanini ucuncu turda kendi cogunluguna dayanarak mecliste secmisti bile, oyle ki, sandiga giden secmen neye nicin oy verdigini unutmustu. Tevekkeli degil bu referandum % 68 secmen katilimi ile siyasi tarihimizin en dusuk katilimli referandumu oldu. Sag-kemalist muhalefet pasi veriyor, AKP bos kaleye golu atiyor, bize de milletce sevinmek dusuyor, halkin dedigi oldu diye.
Tarihinde daha once 5 kere referanduma giden Turkiye, AKP iktidari doneminde ikinci kez referanduma gidecek, ilkinin uc yil ardindan. Ne icin? Demokratik sisteme geri donusun ardindan butun partilerin (en basta zamanin CHP’sinin) yerine yenisini getirmek icin soz verdigi 82 Anayasasi’ni bir kez daha yamamak icin. AKP de 2002 secimi icin hazirladigi programda ayni sozu vermisti. 2007 secimleri etrafindaki donamde de ayni soz yavas yavas ete kemige burundurulmeye baslanmisti, kanaat onderlerinin kamuoyu olusturma amacli aciklamalari vasitasiyla. Peki simdi neden iki adim geriye gidip, tek bir “evet mi hayir mi” sorusunun icine sikistirilmis tutarsiz bir reform pakedini oylama durumundayiz? Anamuhalefet partisi, pakedin tartismali iki tanesi haricindeki maddelerini mecliste onaylamayi kabul edip yalniz iki maddeyi referanduma goturmeyi onermisken tum maddelerin paket halinde onumuze sunulmasini ‘goz boyama’dan daha hafif bir tabirle nitelemek mumkun mu?
Bu sorunlarin yanitini hukuki bir degerlendirmeyle tatmin edici bicimde vermek olanaksiz. Referanduma gidiyoruz cunku cesitli gruplari tek platformda bir araya getiren siyasi iddiasini devam ettirebilmek icin Turkiye’nin uzun suredir cozum bekleyen cetrefil meselelerine cozumler getirmek zorunda oldugunu goren, fakat bu ugurda karsilastigi muhalefetin ustesinden gelmeye yetecek enerjisi, vizyonu, ve bu cozumleri gercekten umursayan bir tabani olmayan AKP’nin, disine gore bir siyasi krize ihtiyaci var. Referandumla cozulecek bir kriz, arkasindaki kamuoyu destegini ispatlama noktasinda AKP’nin elini en az bir yil daha rahatlatacak, muhalif siyasi aktorleri hizaya getirecek stratejik bir arac. Referanduma yonelik mobilizasyon, Basbakan Erdogan’a en iyi yaptigi seyi yapma imkanini veriyor: Bayram degil seyran degil iken sanki genel secim varmis gibi tum Turkiye’yi dolasip tabanina birinci elden seslenerek parti teskilati cevresinde saflari siklastirma. Ayni zamanda, 82 rejiminin gerici-muhafazakar yonlerini torpuledigi iddia edilen (ki memurlarin toplu sozlesme hakki konusunda bu iddianin pek asli olmadigi anlasiliyor) degisiklerle, AKP’ye kosullu destek gostermis olan liberal/sol aktorlere; Kurt meselesi konusunda yapmaya gonullu olmadigi, AB konusunda yapmaya gucunun yetmeyecegi reformlarin yerini tutacak bir icraat sunmak mumkun hale geliyor. Belki de en onemlisi, krize giden yoldaki tartismalar ve referandumun ardindan kalkacak toz (ana haber bultenlerini haftalarca mesgul edecek gundem maddesini simdiden biliyoruz: “simdi bu sonuc ne anlama geliyor?”) ile, ekonomik sorunlar gundemden dusuruluyor, veyahut bu sorunlari “halk adina” cozmekten AKP’yi alikoyan siyasi sorunlara ve bu sorunlari yaratanlara isaret etmek inandirici hale geliyor.
Eger gercekten 12 Eylul rejimiyle hesaplasmak istiyorsak, neden % 10 secim barajini dusurerek baslamiyoruz ise? Neden rejimin 12 Eylul gomlegini cikarip kendini yeniden tanimlamasi yonundeki en kuvvetli talebi dile getiren Kurtlerin siyasi katilimini genisletecek degisikleri tartismiyoruz? Eger calisanlarin haklari gercekten genisletilecekse, neden yine 12 Eylul rejiminin getirdigi ve AKP’nin herkeslerden daha buyuk bir hevesle kullandigi grev erteleme uygulamasini sinirlayacak duzenlemeler yapmiyoruz? Neden 12 Eylul rejiminin basimiza getirdigi YOK’un (AYM uyesi secimi meselesinde) yetkilerini artiracak degisikliklerle oyalaniyoruz? Mesele su ki, Turkiye’nin yeni bir anayasa yapmasi gerekiyor, ve bunu yapmaya AKP’nin ne gucu ne istegi kaldi. O tren 2006-2007’de kacti, PKK’nin siddet faaliyetlerine yeniden basladigi, Ergenekon sorusturmasiyla ortaya cikan yeralti muhalefetinin Erdogan’in gozunu korkuttugu, AKP milletvekili Zafer Uskul’un aciklamalarinin yeni anayasanin amaci konusunda kamuoyunu urkuttugu, hukumetin yelkenini sisiregelmis kuresel sermaye akimlarinin durulmaya basladigi donemde. Subat 2008’de, yeni anayasa yapmak yerine turban meselesine ozel anayasa degisikligi yapmaya davrandigi vakit, AKP bu konudaki niyetini (niyetsizligini) kesin bicimde belli etmisti bile.
Peki, (farz edelim ki memurlarin toplu sozlesme hakki, AYM uyelerin secimi vb degisikliklerin de olumlu olduguna kandik) “yetmez ama evet” desek ne olur? AKP’nin oportunizmini odullendirerek ona bir sureligine daha yasam nefesi uflemis oluruz. Toplumun (Kurtler haric) en yoksul kesimlerini halkci/populist bir soylem etrafinda pesinden surukleyerek solun simsegini calan, bu anlamda yoksulluk ve sosyal haklar etrafinda sekillenebilecek bir toplumsal muhalefetin enerjisini emip soguran, ayni zamanda kendisini siyasi liberalizm dogrultusunda yapilacak reformlarin tek adresi olarak kabul ettiren, Kurt meselesi konusunda buyuk beklentiler yaratan fakat bu konuda bir adim ileri bir adim geri bir idare-i maslahata saplanip kalan AKP, bugun Turkiye’deki ilerici siyasi talepler icin ehven-i ser bir pragmatik cozumden ziyade acik bir engel teskil ediyor. Eger “evet” demekle AKP’ye evet diyecek oluyorsak – ki bu kosutlugu bilincle yaratarak referandumu bir guvenoyu plebisitine ceviren de bu partinin kendisi – benim yanitim “hayir.”
Son bir sozum de bu plebisiter siyaset teknigi hakkinda. AKP’nin sag-Kemalist muhalefet karsisinda magdur postunda veregeldigi mucadelelerde kullandigi soylemi yakindan taniyoruz: “Halk, demokratik kanallari kullanarak kurumsal seckinlere meydan okuyor”. Bu meydan okuma, atanmislar ile secilmisler arasindaki catismalarda vucut buluyor, guya. Demokrasi, haklar, vb etrafindaki tartismalarda buna benzer bir denklestirme, daha sofistike versiyonlarda da olsa, siyasi liberalizm taraftari cevrelerce de siklikla kullaniliyor. Iste secilmislerin tasarruf hakkini genisleten degisikler sirf bu yuzden demokrasiyi kuvvetlendirecek degisiklikler olarak algilaniyor. Veya referandum uygulamasinin kendisi, bir demokrasi bayrami gibi kutlaniyor. Bu tarz kestirme denklemlerden uzak durmak gerekiyor diye dusunuyorum. Halkin dogrudan temsilini genisletmeye yonelik katilimci pratiklerin olusturdugu, yerel ve mikro duzeyde dokunmus bir agin (belediye duzeyinde halk meclisleri, katilimci butce komisyonlari, vb) yoklugunda; kitle ile parti liderligi arasinda kisa devre bir iletisime dayanan bir “secilmisler fetisizmi” en fazla sig bir populizm yaratir, demokratik katilim degil. Duzenleme yaratma inisiyatifinin yalnizca partide bulundugu, ve halkin bu inisiyatiflere “evet” ya da “hayir” demekle yukumlu oldugu bir siyaset bicimi, seckinler karsisinda halkin kuvvetlenmesinden ziyade bir grup kurumsal seckinin yerine yeni bir parti seckinleri grubunun ikamesi anlamina geliyor. Hele ki Turkiye gibi, katilimci bir on secim asamasindan gecmeden olusturulan listelerle secime giden, lider ve kurmay komitesi tarafindan siki bicimde kontrol altinda tutulan ve % 10 secim baraji sayesinde arkasindaki toplumsal destegin cok ustunde bir temsil gucune kavusabilen partilerin hukum surdugu bir siyaset ortaminda, referandumun siklikla kullanilmasi, kaygi yaratacak bir durum olabilir (Referanduma Turkiye’den cok daha fazla basvuran ulkeler var elbette, Isvicre gibi, fakat genis ozerkliklere sahibi bolumlerden murekkep bu ulkede referandumlarin onemli bir bolumu ulus-alti duzeylerde yapiliyor). Bu sartlar altinda, Anayasa gibi temel bir meselenin siyasi-stratejik hesaplar icin yapilan bir referanduma konu (neredeyse “oyuncak” yazacaktim) edilmesi, Turkiye’nin Anayasacilik deneyiminin ciddiyetine vurulan yeni bir darbe.
Eger liberal demokrasi ise amaclanan (ki siyasi liberalizmin ekonomik liberalizme benim gibi şüpheyle yaklaşanları da icine alabilecek genislikte soyut bir ilke olduguna inanirim), bunun anahtarini bizi secilmislerin mi atanmislarin mi yonettiginde degil, yoneten yonetilen ayriminin ne derece kuvvetle basimiza kakildigina; ve bu yonetenin toplumsal hayatin ne kadarini (zorlayici bicimde) yonetme hakkini haiz oldugunda aramak lazim. Bir de, yonetime talip farkli aktorlerin tasarruflari arasindaki catismalari uzlastirmaya yonelik bir fren & denge (Amerikalilarin checks and balances dedikleri sey) sistemini kuracak kurumsal mimaride. Liberalizmin esasinda yer alan “en iyi yoneten en az yonetendir” siarini, ekonomik cagrisimlarindan soyutlayarak dusunmek mumkun degil mi? Bence bunu denemekte fayda var.
Etiketler:
12 Eylül referandumu,
AKP,
Demokrasi,
Türk siyaseti,
yargı
12 Eylüle kaldı 5 gün
Çok değil, az bir şey kaldı pazara. Sandıklarda evet-hayır basıp, akşamki eğlenceyi bekleyeceğiz. Nedense seçim akşamlarını dünyanın en heyecanlı olayı olarak görürüm, bu referandum da -kısa metrajlı da olsa- benzer bir heyecan demek olacak benim için. Nedenini merak mı ettiniz?
Ertuğrul Özkök vari bir giriş yapıp, okurun ilgisini çekmeye çalışmak istemiştim hep, bu yazıda onu yaptığımı sanıyorum:)
Bu referandum sürecinde bazı şeyler dikkatimi çekince onları yazmak farz oldu benim adıma. Nokta nokta teker teker bunların üzerinden gitmek arzusundayım.
1-Evet tarafı da hayır tarafı da bu referandumu sanki genel seçimmiş havasında karşıladı. Bence hayırcılar bunu daha başarılı olarak yaptılar, yapıyorlar. Neticede en yakın genel seçimde 53-47 oranında çıkan oylara bakınca, bu referandumu seçimmiş gibi yansıtmak hayırcılara otomatik % 53ük bir taban yaratmış oldu. Bunun üzerine o zamandan bu zamana iktidardan uzaklaşıp muhalefete kayanları eklediğinizde bir hayli geniş bir hayır tabanına kavuşmanız işten değil. Muhalefet de bunu yapmaya çalıştı bence.
2- İktidar ise kendisine olan yüksek güveninden ötürü referanduma yine bir seçimmişçesine yaklaştı. Başbakan çıktı konuştu, Arınç çıktı konuştu... Onların konuşmalarında da açık olan nokta onların da bu referandumu seçimmiş gibi ele alıp, partilerine bir güvenoyu talep etmeleriydi. Ha bir de hayır=darbecilik gibi bir slogana bel bağladılar ki bunu en hafif tabiriyle abes olarak gördüğümü belirtmem gerek. Bu sogan üzerinden ne derece oy devşirebildiler açıkçası merak da ediyorum.
3-Demin evetçi medyanın önemli duraklarından olan Sabah'ın sitesine girdim ve şunu gördüm. "1977'nin kuyruk çilesi" adlı bir başlıkta, "acaba kimdi enerji bakanı o dönemde" gibi sir soruyla akıllarınca Deniz Baykal'ı gösteriyorlardı. Bunu ve Salih Memecan'ın iktidarı çok seven ve takdir eden karikatürlerini yanyana koyunca basın adına üzülmeden edemiyorsunuz. Bir de bu denli evet propagandası yapmanın ters tepeceğini öngöremeyen, düşünemeyen insanların iktidard olmasının garipliğini düşünmeden edemiyorsunuz. Merak edenler Memecan'ın yakı tarihli karikatürlerine bakabilir. Hayırcılar bir gün derin devlet oluyor, bir diğer gün mafya, bir diğer gün darbeci...
4-Seçim dendi mi boykot olmaz benim kanaatimce. Onu sandığa yapılacak bir saygısızlık olarak görüyorum ne yalan söyliyeyim. Bir de şu demek bence gitmemek sandığa: "umrumda değil, ne olursa olsun, ırgalamaz beni." O noktada da bunu diyen kişinin sonrasında ne eleştirme hakkı baki kalır bence, ne de beğenme ve takdir etme hakkı. İlle de birilerine ders verme amacındaysanız, BDPcilerin bu referandumda olduğu gibi, sandığa gidip geçersiz oy verirsiniz. Ama o sandığa gidersiniz, ve tercihinizi yansıtırsınız. Biraz şekilci gibi gelebilir, bazen bana da öyle geliyor. Ama yine de sandığa gitmenin önemli bir ritüel olmasının ötesinde, gerçekten tercihlerin tezahüründe de etkin bir yöntem olduğunu düşünüyorum.
5-Farkındaysanız ortalıkta adam gibi referandum tartışılan hiçbir mecra yok. İş AKP vs. diğerlerine döndü. Ekrandakiler de ya bir tarafın ya diğer tarafın adamı olduğundan, işi Sezen Aksu'ya Sazan Aksu demey kadar götüren anlı şanlı proflarımız var. Birilerine birşeyler anlatmaktan ziyade birilerine bok atmanın siyasanın temelinde yer alması da herhalde buraların başına gelen en kötü ve üzücü şeylerden birisi olmalı. Ekrandaki en adam gibi referandum tartışmasını geçen gün CNN Türk'teki Eğrisi Doğrusu programında gördüm. Ergun Özbudun ve İbrahim Kaboğlu, iki hukukçu, karşılıklı olarak ama adam gibi bir üslupla fikirlerini ortaya koydular. Argümanlarını sıraladılar, evet ve hayır için. Tamamını izleyemediğim için sitelerine girdim CNNcilerin. Ama yoktu programın videosu... İşe yarar az sayıda program çıkıyor zaten, onu da bir daha izlemek sorun oluyor.
6-Bir de yeni bir söylem ortaya çıktı. "Vay efendim bunlar," iktdar yani, "milleti böldü bu referandum yüzünden."
Ben referandumdaki bu yüksek tansiyonun sadece toplumdaki karşıtlıkları ortaya çıkardığını düşünüyorum, yarattığını değil. Zira toplum zaten yeterince bölünmüş ve kutuplaşmış vaziyette. Referandum ve etrafında gelişen olaylar buna katkıda bulunmaktan ziyade, biçimini belirliyor bence.
Kafamda buna dair daha baka bir yazı fikri olduğundan burada bırakıyorum bu bölünme meselesini. Ama şu kadarını belirteyim, ülkede birbirinden tamamen kopuk bir vaziyette birbirinden tamamen farklı hayatlar yaşayan insanlar mevcut. Bu gruplar arasında ortak nokta yaratmanın da, bunu yapmak olanaklıysa, son derece zor olduğu kanaatindeyim. Bence hızlı bir biçimde kalıcı olarak ayrışan iki farklı hayat tarzı oluşuyor, veya oluştu bile. Referandum sürecinde bunu daha yakından ve daha yoğun bir biçimde görebildiğimizi düşünüyorum.
Sonuçlar bir belli olsun, daha üzerine konuşacak çok şeyimiz olacak. Aportta evet çıkmasını ellerini ovuşturarak bekleyen Deniz Baykal, meydanları en kahraman Rıdvan edasıyla dolduran Kemal Bey, ona cevap yetiştiren Sevgili Başbakanımız ve şürekası, hayırcı sanatçılardan olan zamanın "ski" espricisi şimdinin aydın insanı Levent Kırca'nın evetçi sanatçılara ettiği laflar, Diyarbekir'in referandum sonuçları...
Ertuğrul Özkök vari bir giriş yapıp, okurun ilgisini çekmeye çalışmak istemiştim hep, bu yazıda onu yaptığımı sanıyorum:)
Bu referandum sürecinde bazı şeyler dikkatimi çekince onları yazmak farz oldu benim adıma. Nokta nokta teker teker bunların üzerinden gitmek arzusundayım.
1-Evet tarafı da hayır tarafı da bu referandumu sanki genel seçimmiş havasında karşıladı. Bence hayırcılar bunu daha başarılı olarak yaptılar, yapıyorlar. Neticede en yakın genel seçimde 53-47 oranında çıkan oylara bakınca, bu referandumu seçimmiş gibi yansıtmak hayırcılara otomatik % 53ük bir taban yaratmış oldu. Bunun üzerine o zamandan bu zamana iktidardan uzaklaşıp muhalefete kayanları eklediğinizde bir hayli geniş bir hayır tabanına kavuşmanız işten değil. Muhalefet de bunu yapmaya çalıştı bence.
2- İktidar ise kendisine olan yüksek güveninden ötürü referanduma yine bir seçimmişçesine yaklaştı. Başbakan çıktı konuştu, Arınç çıktı konuştu... Onların konuşmalarında da açık olan nokta onların da bu referandumu seçimmiş gibi ele alıp, partilerine bir güvenoyu talep etmeleriydi. Ha bir de hayır=darbecilik gibi bir slogana bel bağladılar ki bunu en hafif tabiriyle abes olarak gördüğümü belirtmem gerek. Bu sogan üzerinden ne derece oy devşirebildiler açıkçası merak da ediyorum.
3-Demin evetçi medyanın önemli duraklarından olan Sabah'ın sitesine girdim ve şunu gördüm. "1977'nin kuyruk çilesi" adlı bir başlıkta, "acaba kimdi enerji bakanı o dönemde" gibi sir soruyla akıllarınca Deniz Baykal'ı gösteriyorlardı. Bunu ve Salih Memecan'ın iktidarı çok seven ve takdir eden karikatürlerini yanyana koyunca basın adına üzülmeden edemiyorsunuz. Bir de bu denli evet propagandası yapmanın ters tepeceğini öngöremeyen, düşünemeyen insanların iktidard olmasının garipliğini düşünmeden edemiyorsunuz. Merak edenler Memecan'ın yakı tarihli karikatürlerine bakabilir. Hayırcılar bir gün derin devlet oluyor, bir diğer gün mafya, bir diğer gün darbeci...
4-Seçim dendi mi boykot olmaz benim kanaatimce. Onu sandığa yapılacak bir saygısızlık olarak görüyorum ne yalan söyliyeyim. Bir de şu demek bence gitmemek sandığa: "umrumda değil, ne olursa olsun, ırgalamaz beni." O noktada da bunu diyen kişinin sonrasında ne eleştirme hakkı baki kalır bence, ne de beğenme ve takdir etme hakkı. İlle de birilerine ders verme amacındaysanız, BDPcilerin bu referandumda olduğu gibi, sandığa gidip geçersiz oy verirsiniz. Ama o sandığa gidersiniz, ve tercihinizi yansıtırsınız. Biraz şekilci gibi gelebilir, bazen bana da öyle geliyor. Ama yine de sandığa gitmenin önemli bir ritüel olmasının ötesinde, gerçekten tercihlerin tezahüründe de etkin bir yöntem olduğunu düşünüyorum.
5-Farkındaysanız ortalıkta adam gibi referandum tartışılan hiçbir mecra yok. İş AKP vs. diğerlerine döndü. Ekrandakiler de ya bir tarafın ya diğer tarafın adamı olduğundan, işi Sezen Aksu'ya Sazan Aksu demey kadar götüren anlı şanlı proflarımız var. Birilerine birşeyler anlatmaktan ziyade birilerine bok atmanın siyasanın temelinde yer alması da herhalde buraların başına gelen en kötü ve üzücü şeylerden birisi olmalı. Ekrandaki en adam gibi referandum tartışmasını geçen gün CNN Türk'teki Eğrisi Doğrusu programında gördüm. Ergun Özbudun ve İbrahim Kaboğlu, iki hukukçu, karşılıklı olarak ama adam gibi bir üslupla fikirlerini ortaya koydular. Argümanlarını sıraladılar, evet ve hayır için. Tamamını izleyemediğim için sitelerine girdim CNNcilerin. Ama yoktu programın videosu... İşe yarar az sayıda program çıkıyor zaten, onu da bir daha izlemek sorun oluyor.
6-Bir de yeni bir söylem ortaya çıktı. "Vay efendim bunlar," iktdar yani, "milleti böldü bu referandum yüzünden."
Ben referandumdaki bu yüksek tansiyonun sadece toplumdaki karşıtlıkları ortaya çıkardığını düşünüyorum, yarattığını değil. Zira toplum zaten yeterince bölünmüş ve kutuplaşmış vaziyette. Referandum ve etrafında gelişen olaylar buna katkıda bulunmaktan ziyade, biçimini belirliyor bence.
Kafamda buna dair daha baka bir yazı fikri olduğundan burada bırakıyorum bu bölünme meselesini. Ama şu kadarını belirteyim, ülkede birbirinden tamamen kopuk bir vaziyette birbirinden tamamen farklı hayatlar yaşayan insanlar mevcut. Bu gruplar arasında ortak nokta yaratmanın da, bunu yapmak olanaklıysa, son derece zor olduğu kanaatindeyim. Bence hızlı bir biçimde kalıcı olarak ayrışan iki farklı hayat tarzı oluşuyor, veya oluştu bile. Referandum sürecinde bunu daha yakından ve daha yoğun bir biçimde görebildiğimizi düşünüyorum.
Sonuçlar bir belli olsun, daha üzerine konuşacak çok şeyimiz olacak. Aportta evet çıkmasını ellerini ovuşturarak bekleyen Deniz Baykal, meydanları en kahraman Rıdvan edasıyla dolduran Kemal Bey, ona cevap yetiştiren Sevgili Başbakanımız ve şürekası, hayırcı sanatçılardan olan zamanın "ski" espricisi şimdinin aydın insanı Levent Kırca'nın evetçi sanatçılara ettiği laflar, Diyarbekir'in referandum sonuçları...
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Anayasa Değişikliği Paketi Üzerine - 1: HSYK
Aytuğ’nun çağrısına geç de olsa icabet etmem gerektiğini düşündüm. Fikirlerim var ve kafam karışık. Ve benimle gerçekten siyasal ve hukuksal bir düzlemde tartışacak, bana bilgi verecek ve hatta belki de beni ikna edecek seslere ihtiyacım var.
Not: Bu yazı evetçiler ve hayırcılar baz alınarak yazılmıştır. Bunun nedeni yazarın boykotçuların duruşlarını değerli bulmuyor ya da görüşlerine katılmıyor olması değil. Değişiklik paketinin var olan içeriğine yönelik bir tartışma yürütme çabasıdır.)
Anayasa değişikliği paketini tartışmak gerekiyor, ama istisnasız tüm partilerin ve hatta bazı hukukçuların yaptığı gibi paket “iyi” ya da “kötü” noktasından daha derin bir tartışma yürütmek lazım. Bazılarının yaptığı gibi isminin önündeki “prof. dr.” yazısından aldıkları güçle “bana inanın”, “evet deyin” ya da “hayır deyin” demekten ileri bir tartışma. Seçmen olarak benim de nedeni açıklanırsa neden öyle ya da böyle demem gerektiğini algılama kapasitem olduğuna inanan bir tartışma. Onlarca kez değiştirilmiş bir anayasamız var, toplam kaç kez değiştiğini bile hatırlamıyoruz. Paketler halinde 16 kez değişti, toplam 90 kez değişti diyenler var (sayısal bir hata olabilir, düzeltirseniz sevinirim). Tam sayı olarak kaç kez değiştiğinin pek de bir önemi yok, önemli olan çok kez değişmiş olması. Çok kez değişmiş bir anayasada yapılacak yeni değişikliklerin partiler nezdinde “82 Anayasası’na evet mi” “hayır mı” noktasında kilitlenmesine ancak komik denebilir. Anayasayı tartışalım, bu kadar kez değişmiş olmasını, neden kaldırılmadığını/kaldırılamadığını konuşalım. Ya da en azından bu yeni değişikliklerin ne anlama geldiğini, içeriksel olarak, hukuki olarak bu değişikliklerin ne demek olduğunu konuşalım ve birbirimizi ikna edelim. Ben açıkçası çok açığım ikna olmaya ve belki de niyetliyim. Herkese söylüyorum bana neden “hayır” demek gerektiğini, “bizi ayakta uyutuyorlar”, “bu anayasa değişiklikleri cumhurbaşkanına ekstra güç veriyor” gibi yuvarlak ve içi doldurulmamış sözler kullanmadan “çünkü… maddesinde… deniyor ama bu…. demek, zira değişiklik öncesinde… olan şey şimdi… oluyor” diye açıklayın, ben de içim rahat hayır diyeyim. (Yine belirtmekte yarar var iki seçenek varmış gibi yazılmasının nedeni yazarın değişiklik maddelerinin içeriğiyle ilgili bir tartışma yürütülmesini arzulanmasındandır. Yoksa bu paketi ne kadar önemli sorunları, hangi maddeleri dışarıda tuttuğu bilinmekte. Boykot ayrı bir yazı konusu olması gerekn bir konu diye düşünüyorum.)
177 maddeli bir anayasanın geçici maddeler dahil 26 maddesinde önerilen değişikliklerin bu maddeler içinde de değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Demek istediğim konunun siyasileşmemesi tamamen bilgi üzerinden tartışılması değil. Bunun olmayacağını ve hatta olmaması gerektiğini, asıl o zaman en saklı, dipten, derin derin ilerleyen, tehlikeli bir politikleşmeden korkulması gerektiğine inanıyorum kendi adıma. Ama en azından bir miktar, en azından kendi aramızda maddeleri ne olup ne olmadıkları, neyin nasıl değiştirilmeye çalışıldığı konusunda düşünmemiz, tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde bizi ‘neden evet neden hayır’ı tartışırken şu an Türkiye gündeminde yapıldığı (hatta ezelden beri yapılmakta olduğu) üzere sığ politikalar yapmaktan, birbirimize sataşırken ana ve asıl önemli olan şeylerin etrafından dolanmaktan kim kurtaracaktır. Siyasetin “sen çömeldin, ben ayakta durdum”, “senin eski başkanın da aynı Hitler’di”nin az ötesine taşınmasının hayalini beraber kuruyoruz sonuçta.
Gönül ister ki her madde üzerinden müzakere edelim, bilgileri ortaya dökelim, her yerini iyice deşelim paketin. Ama bunu ne benim tek başıma, ne de tek bir yazıda yapmam mumkün. O nedenle bu yazı bünyesinde paketin en çok konuşulan maddelerinden HSYK ile ilgili değişikliğe bildiğim kadarıyla kısaca değinmek ve sizin de bu konudaki fikirlerinizi duymak istiyorum. Hatta benim anlamadığım, yanlış anladığım yerleri tamamlamanızı, düzeltmenizi tüm kalbimle temenni ediyorum.
82 Anayasası’ndaki mevcut madde uyarınca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) toplam 7 üyeden oluşuyor. Bu üyelerden ikisi Adalet Bakanı ve Müsteşarıdır. Bakan kurula başkanlık eder, müsteşar ise kurulun doğal üyesidir yani seçilmez. Geri kalan 5 asil üyenin 3’ü Yargıtay’ın belirlediği (her üyelik için 3 isim belirliyor Yargıtay), 2’si ise Danıştay’ın belirlediği (aynı şekilde Danıştay da her üyelik için 3 isim öneriyor) isimler arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Bunun yanında Yargıtay 3, Danıştay da 2 Yedek Üye (aynı kurala tabi şekilde) belirliyorlar. Dolayısıyla mevcut durumda HSYK üyelerinin 5’i dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Bunun dışında kalan 2 kişi ise zaten hükümet ilişki doğal üyeler. Gelelim değişikliğe: buna göre kurulda 22 asil, 12 yedek üye bulunacak. Asil üyelerden 4 tanesi Yüksek Öğretim Kurumları’nın hukuk bilim dallarında görev yapan öğretim üyeleri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanı tarafından direkt olarak seçilecek. Bu durumda Cumhurbaşkanı gibi halk tarafından seçilmiş olmayan birine böyle bir yetki verilmemeli denebilir (benim aklıma ilk o gelmişti) ama biliyoruz ki artık onu da biz seçeceğiz. Bunun dışında kurulun “…üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından idarî yargı hâkim ve savcılarınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilir.” Yargıtay ve Danıştay üzerindeki Cumhurbaşkanı’nın seçme yetkisi kalkıyor. Bunun yanında Türkiye’deki hakimlerin ve savcıların %70’ini oluşturan kürsü hakimlerinin azından birinci derece olanları kurula 7 asil üye sokabiliyor. Bu da demek oluyor ki kendileri hakkında karar verme yetkisi olan bir kurulun üyelerini seçebiliyorlar. Mevcut anayasada kurul sadece (yine kurulun atadığı) Danıştay ve Yargıtay üyeleri tarafından seçilebiliyor. Kürsü hakimleri kendi haklarında “mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapmak” ile yetkili olan kurulun üyelerini seçemiyordu. Ferhat Sarıkaya’yı hatırlarsınız, bir gün Özel Yetkili Van Savcısı iken ertesi gün meslekten ihraç edildi ki bu avukatlık bile yapamayacağı anlamına geliyor. Ferhat Sarıkaya gerçekten Şemdinli İddianamesi’nde ihracını gerektirecek bir şey yapmış olabilir, ama en azından bence kendini savunmayı ve yargılanmayı hak ediyordu. Düzenlemede buna yer veriliyor, mevcut anayasada tüm kararları yargı denetimine kapalı olan kurulun meslekten ihraç kararına karşı yargı yolu açılıyor. Benim gözüme şüpheli gözüken konu anayasada değil kanunda düzenlemesi öngörülenler hakkında: “Kurul üyelerinin seçimi, dairelerin oluşumu ve işbölümü, Kurulun ve dairelerin görevleri, toplantı ve karar yeter sayıları, çalışma usul ve esasları, dairelerin karar ve işlemlerine karşı yapılacak itirazlar ve bunların incelenmesi usulü ile Genel Sekreterliğin kuruluş ve görevleri kanunla düzenlenir” deniyor. Türkiye’de seçmen hiç fark etmeden kanunlarda ve hatta yönetmeliklerde neler düzenlendiği malum. Dolayısıyla bundan çekinmek gerek diyorum. Her ayrıntısına değinemedim düzenlemelerin, aklıma ilk gelenler bunlar olduğu için bunları yazdım. Ama elinizde başka bilgiler varsa ve başka görüşler paylaşırsanız çok iyi edersiniz.
Not: Bu yazı evetçiler ve hayırcılar baz alınarak yazılmıştır. Bunun nedeni yazarın boykotçuların duruşlarını değerli bulmuyor ya da görüşlerine katılmıyor olması değil. Değişiklik paketinin var olan içeriğine yönelik bir tartışma yürütme çabasıdır.)
Anayasa değişikliği paketini tartışmak gerekiyor, ama istisnasız tüm partilerin ve hatta bazı hukukçuların yaptığı gibi paket “iyi” ya da “kötü” noktasından daha derin bir tartışma yürütmek lazım. Bazılarının yaptığı gibi isminin önündeki “prof. dr.” yazısından aldıkları güçle “bana inanın”, “evet deyin” ya da “hayır deyin” demekten ileri bir tartışma. Seçmen olarak benim de nedeni açıklanırsa neden öyle ya da böyle demem gerektiğini algılama kapasitem olduğuna inanan bir tartışma. Onlarca kez değiştirilmiş bir anayasamız var, toplam kaç kez değiştiğini bile hatırlamıyoruz. Paketler halinde 16 kez değişti, toplam 90 kez değişti diyenler var (sayısal bir hata olabilir, düzeltirseniz sevinirim). Tam sayı olarak kaç kez değiştiğinin pek de bir önemi yok, önemli olan çok kez değişmiş olması. Çok kez değişmiş bir anayasada yapılacak yeni değişikliklerin partiler nezdinde “82 Anayasası’na evet mi” “hayır mı” noktasında kilitlenmesine ancak komik denebilir. Anayasayı tartışalım, bu kadar kez değişmiş olmasını, neden kaldırılmadığını/kaldırılamadığını konuşalım. Ya da en azından bu yeni değişikliklerin ne anlama geldiğini, içeriksel olarak, hukuki olarak bu değişikliklerin ne demek olduğunu konuşalım ve birbirimizi ikna edelim. Ben açıkçası çok açığım ikna olmaya ve belki de niyetliyim. Herkese söylüyorum bana neden “hayır” demek gerektiğini, “bizi ayakta uyutuyorlar”, “bu anayasa değişiklikleri cumhurbaşkanına ekstra güç veriyor” gibi yuvarlak ve içi doldurulmamış sözler kullanmadan “çünkü… maddesinde… deniyor ama bu…. demek, zira değişiklik öncesinde… olan şey şimdi… oluyor” diye açıklayın, ben de içim rahat hayır diyeyim. (Yine belirtmekte yarar var iki seçenek varmış gibi yazılmasının nedeni yazarın değişiklik maddelerinin içeriğiyle ilgili bir tartışma yürütülmesini arzulanmasındandır. Yoksa bu paketi ne kadar önemli sorunları, hangi maddeleri dışarıda tuttuğu bilinmekte. Boykot ayrı bir yazı konusu olması gerekn bir konu diye düşünüyorum.)
177 maddeli bir anayasanın geçici maddeler dahil 26 maddesinde önerilen değişikliklerin bu maddeler içinde de değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Demek istediğim konunun siyasileşmemesi tamamen bilgi üzerinden tartışılması değil. Bunun olmayacağını ve hatta olmaması gerektiğini, asıl o zaman en saklı, dipten, derin derin ilerleyen, tehlikeli bir politikleşmeden korkulması gerektiğine inanıyorum kendi adıma. Ama en azından bir miktar, en azından kendi aramızda maddeleri ne olup ne olmadıkları, neyin nasıl değiştirilmeye çalışıldığı konusunda düşünmemiz, tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde bizi ‘neden evet neden hayır’ı tartışırken şu an Türkiye gündeminde yapıldığı (hatta ezelden beri yapılmakta olduğu) üzere sığ politikalar yapmaktan, birbirimize sataşırken ana ve asıl önemli olan şeylerin etrafından dolanmaktan kim kurtaracaktır. Siyasetin “sen çömeldin, ben ayakta durdum”, “senin eski başkanın da aynı Hitler’di”nin az ötesine taşınmasının hayalini beraber kuruyoruz sonuçta.
Gönül ister ki her madde üzerinden müzakere edelim, bilgileri ortaya dökelim, her yerini iyice deşelim paketin. Ama bunu ne benim tek başıma, ne de tek bir yazıda yapmam mumkün. O nedenle bu yazı bünyesinde paketin en çok konuşulan maddelerinden HSYK ile ilgili değişikliğe bildiğim kadarıyla kısaca değinmek ve sizin de bu konudaki fikirlerinizi duymak istiyorum. Hatta benim anlamadığım, yanlış anladığım yerleri tamamlamanızı, düzeltmenizi tüm kalbimle temenni ediyorum.
82 Anayasası’ndaki mevcut madde uyarınca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) toplam 7 üyeden oluşuyor. Bu üyelerden ikisi Adalet Bakanı ve Müsteşarıdır. Bakan kurula başkanlık eder, müsteşar ise kurulun doğal üyesidir yani seçilmez. Geri kalan 5 asil üyenin 3’ü Yargıtay’ın belirlediği (her üyelik için 3 isim belirliyor Yargıtay), 2’si ise Danıştay’ın belirlediği (aynı şekilde Danıştay da her üyelik için 3 isim öneriyor) isimler arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Bunun yanında Yargıtay 3, Danıştay da 2 Yedek Üye (aynı kurala tabi şekilde) belirliyorlar. Dolayısıyla mevcut durumda HSYK üyelerinin 5’i dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Bunun dışında kalan 2 kişi ise zaten hükümet ilişki doğal üyeler. Gelelim değişikliğe: buna göre kurulda 22 asil, 12 yedek üye bulunacak. Asil üyelerden 4 tanesi Yüksek Öğretim Kurumları’nın hukuk bilim dallarında görev yapan öğretim üyeleri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanı tarafından direkt olarak seçilecek. Bu durumda Cumhurbaşkanı gibi halk tarafından seçilmiş olmayan birine böyle bir yetki verilmemeli denebilir (benim aklıma ilk o gelmişti) ama biliyoruz ki artık onu da biz seçeceğiz. Bunun dışında kurulun “…üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından idarî yargı hâkim ve savcılarınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilir.” Yargıtay ve Danıştay üzerindeki Cumhurbaşkanı’nın seçme yetkisi kalkıyor. Bunun yanında Türkiye’deki hakimlerin ve savcıların %70’ini oluşturan kürsü hakimlerinin azından birinci derece olanları kurula 7 asil üye sokabiliyor. Bu da demek oluyor ki kendileri hakkında karar verme yetkisi olan bir kurulun üyelerini seçebiliyorlar. Mevcut anayasada kurul sadece (yine kurulun atadığı) Danıştay ve Yargıtay üyeleri tarafından seçilebiliyor. Kürsü hakimleri kendi haklarında “mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapmak” ile yetkili olan kurulun üyelerini seçemiyordu. Ferhat Sarıkaya’yı hatırlarsınız, bir gün Özel Yetkili Van Savcısı iken ertesi gün meslekten ihraç edildi ki bu avukatlık bile yapamayacağı anlamına geliyor. Ferhat Sarıkaya gerçekten Şemdinli İddianamesi’nde ihracını gerektirecek bir şey yapmış olabilir, ama en azından bence kendini savunmayı ve yargılanmayı hak ediyordu. Düzenlemede buna yer veriliyor, mevcut anayasada tüm kararları yargı denetimine kapalı olan kurulun meslekten ihraç kararına karşı yargı yolu açılıyor. Benim gözüme şüpheli gözüken konu anayasada değil kanunda düzenlemesi öngörülenler hakkında: “Kurul üyelerinin seçimi, dairelerin oluşumu ve işbölümü, Kurulun ve dairelerin görevleri, toplantı ve karar yeter sayıları, çalışma usul ve esasları, dairelerin karar ve işlemlerine karşı yapılacak itirazlar ve bunların incelenmesi usulü ile Genel Sekreterliğin kuruluş ve görevleri kanunla düzenlenir” deniyor. Türkiye’de seçmen hiç fark etmeden kanunlarda ve hatta yönetmeliklerde neler düzenlendiği malum. Dolayısıyla bundan çekinmek gerek diyorum. Her ayrıntısına değinemedim düzenlemelerin, aklıma ilk gelenler bunlar olduğu için bunları yazdım. Ama elinizde başka bilgiler varsa ve başka görüşler paylaşırsanız çok iyi edersiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)