Dünyanın en hızlı hareket eden ellerine, parmaklarına sahipken yatağa bağlanıp gözlerinden başka yerini hareket ettiremez hale gelen gitaristin ibret verici öyküsünü anlatır. Heavy metal müzisyenlerinin virtüözite kavramını araçsallaştırmaları hakkındadır.
(Devam) …Paganini’nin şöhretinin sıradışı hale gelmesi, sıradışı kişiliğinden olsa gerek. Kendisinin sanatına ve mucizevi yeteneğine müstehzi, alaycı bir tavırla yaklaştığı söylenir. Sahnede o deli kapriçyoları çalarken bazen cezbeye tutulmuş gibi konsantre olur, bazen ise “yeterince umursasam bundan bile daha iyisini yapardım” yollu bir rahatlığa bürünürmüş. Bu; çağdaşı meslektaşlarını kıskandırmış, seyircilerini de büyülemiş olmalı. Kiliselerde, Tanrı’nın büyüklüğü karşısında boyun büken dingin ve uhrevi bir uğraş olarak başlamış olan çoksesli Batı müziğinin konser sahnelerinde bir idol-kitle ortak katharsisine, bir libido boşaltım metaforuna dönüşmesi o zamanlarda mı başlamıştır?
Paganini’nin önceki kısımda bahsettiğimiz 5. kapriçyosuna geri dönüp, besteci ile heavy metal arasında kurduğumuz paralelliklerin kesişimine koyalım. 5. kapriçyonun bir çağdaş yorumcusundan bahsedelim. Adı Jason Becker’dir. Elektrogitarist. 80’lerin “hair metal” donundaki gitar kahramanlarının en genci, en afillisi, en acıklısı. 17’sinde meşhurdur. 18’inde, (daha sonra Megadeth’e katılacak olan) Marty Friedman ile Cacaphony’yi kurarak Speed Metal Symphony’yi kaydeder. Bu kaydın belki çiğlikleri, olmamışlıkları vardır, ama çift “lead” gitaristin birbirleriyle atışmaları fikri üzerine kurulmuş, gerek teknik gerek (ego koordinasyonu nedeniyle) idari yönlerden icrası pek müşkül bir projenin meyvesi olması itibariyle büyük bir cesaret örneğidir. Bu arada, her iki gitaristin teknik virtüözitelerinin vahşi bir gösterisidir… İmdi, bu Jason’ı meşhur eden biraz da sahnedeki performansıdır. Tek eliyle gitarın klavyesi üzerinde hız denemesi yaparken diğer eliye yoyo sallayarak sahnede sıkıldığını belli eden laubali, yaramaz çocuk tavırları seyircileri çıldırtır. Sanki elindeki yoyo, seyircinin çığlıklarının düzeyini belli edip değiştirmeye yarıyordur. Jason, kendisine bahşedilen armağanı beğenmiyor, tanrı vergisi yeteneğinin kıymetini bilmiyor gibidir.
Jason 1988’de 19 yaşındayken, Paganini’nin 5.kapriçyosunu elektrogitara uyarlayıp bir gitar dergisi için kaydeder: http://video.google.com/videoplay?docid=-8725540685439152718&hl=tr. Video kaydının sonunda Jason, kendisine keyif veren, ama o kadar da umursamadığı bir işin insanlarda neden bu kadar hayret uyandırdığını anlayamayan bir çocuk gibi kameraya gülümsemektedir.
Bir yıl sonra Jason ellerinde bir tembellik hissetmeye başlar. Doktora gidilir ve teşhis konur: Amyotrophic Lateral Sclerosis. Bunun anlamı; ellerinin gittikçe yavaşlayacağı, vücudunun gittikçe güç kaybedeceği, bacaklarının vücudunu taşıyamayacağı, yatağa düşeceği, giderek konuşmayı bırakacağı ve muhtemelen üç yıl içinde öleceğidir. Dünyanın en hızlı ellerinin bir şeyler daha çalıp kaydetmek için pek zamanı kalmamıştır. Jason vakit kaybetmez. Kafasının içinde onu rahatsız eden notalar, dışarı çıkmak için uğraşıp şakaklarını zorlayan melodiler vardır çünkü. Çıkarır. Daha kolay tekniklerle, azalan gücünün el verdiği imkanlarla bir albüm daha kaydeder. Bethoveen’in sağırlığı tek tesellisidir.
Ama Jason ölmez. Hala da ölmedi. Yaşıyor. Dünyanın en hızlı elleri hissiz, kımıldamıyor. Kollar kımıldamıyor. Omuz sabit. Boyun kımıldamıyor. Ağız kapalı, gülümsemeye benzer bir çarpıklık dışında, kımıldamıyor. Jason Becker konuşamıyor ve gözleri dışında bir uzvunu kımıldatamıyor. Kıymetini bilmediği, uğruna minnet duymadığı mucizevi zanaatkarlığı onu terk etmiş. Ama müzik kafada kalmış. Kafa zehir gibi çalışıyor. Jason Becker, bir arkadaşının kendisi için tasarladığı bilgisayar sayesinde, yalnızca gözlerini kullanarak, her notayı ayrı ayrı bastığı çıldırtıcı yavaşlıktaki bir tempoyla kafasındaki müziği doğuruyor. Artık, yeteneğinin her kırıntısını tutumlu kullanmasını gerektiren temkinli bir tekniğe dayalı; daha dingin, durulmuş bir müzik bu. Ama aynı ölçüde güzel. Jason’un bilgisayarda besteleyip yazdığı müzik, kiralanan müzisyenler tarafından çalınıp kaydediliyor. Ve hala yeni Jason Becker albümleri yayınlanıyor. Bunların arasında, dansçıların notaları giyindikleri bir kareografiyle sahneye konulan bir rock-bale de var (Bunların ayrıntıları için Jason Becker hakkında belgesel: http://video.google.com/videoplay?docid=1775128028743135037&hl=tr).
Bir mesnevi yazıyor olsaydım bu kıssadan çıkan hisseyi şöyle koyardım: Ey sanatçı, her şeyden önce bir zanaatkar olduğunu unutma, istidadına özen göster ve göz nurun ile kutsa onu. Değerini bil, meğer ki bir felaket onu sana bildire! Bu hikayede heavy metal’in bir durumu resmedilmektedir aslında. Bu durum, yeteneğin ve teknik ustalaşmanın bir gösteriş unsuruna dönüşmesi, kendine hayran bir ego’nun dış dünya ile kurduğu libidonal iletişimin bir aracına indirgenmesidir. Daha geleneksel müzik türlerinde bir dirsek çürütme ahlakı ve usta-çırak ilişkisi içinde konumlanan; elde edilmesine çile ve arınmanın, sergilenmesine tevazu ve olgunluğun eşlik ettiği ustalık; burada bir meydan okuma ve taşma (Van Halen’ın başlıca gitar gösterisinin adı boşuna mı “Eruption”?) eylemine hizmet eder. Müziğin sanki bir maddi dokunuşa, icracının bir arzu nesnesine, dinletinin kolektif bir mastürbasyona dönüşmesi söz konusudur. Heavy metal’in doğrudan kinestetik zekaya hitap eden, hareket güdülerini seferber eden kuvvetli ritmik yapısı bu maddileşmeyi tesis etme gücüne zaten fazlasıyla sahiptir.
Elbette ki sanatta ustalık her daim bir kendini aşma (hatta makbul olanı bu olmasa da biliriz ki, tevazu maskesi arkasında saklanmış bir “diğerlerini de” aşma) iddiasıyla güdülenir. Sanatın kovaladığı şey nadiren sadece “güzeli” yapmaktır. Daha çok “daha güzelini” yapmaktır. Aşmaktır. Evet, bu böyledir. Fakat aşma eyleminin parametreleri bir güzellik idealinden ziyade; büyüklük, yükseklik, hız gibi nicel ölçülerle değerlenir hale geliyorsa, burada sanatın yerini yavaş yavaş mühendisliğe bırakması söz konusudur. Ve böyle bir anlayışla ortaya konan eserlerin, birer mühendislik harikası olsalar bile, sanatsal değerleri hayli su götürür olacaktır. Heavy metal’de hızlı çalma fikrinin bir fetişe dönüşmesi işte bu sıkıntıyı yaratıyor. Bunun da en iyi örneği İsveçli neo-klasik metal gitaristi Yngwie Malmsteen olsa gerek. 20’li yaşlara varmadan, bir insan evladının parmaklarının erişebileceği son hıza varmıştır. Her şeyi çalabilir. Hız ve icra mükemmelliği açısından kendini geliştirebileceği bir ufuk kalmamış gibidir. Ve maalesef bu ona yetmiştir. Müzik anlayışını, besteciliğini geliştirmek bu mühendisin aklına gelmez. Barok ve klasik müzik yapılarını heavy metal’e yedirdiği ilk birkaç albümünden sonra Malmsteen’in gitarından bir yenilik, şaşırtıcı bir melodi, bir “hikaye” nadiren çıkar. Malmsteen, ondan belli bir müziği duymak isteyen bir hayran kitlesinin (ki nedense bunlar Japon oluyor) beklentilerine yanıt veren, düzenli aralıklarla albüm yapıp turnelere çıkan ve (eğer kaydedilerek bilahere yayınlanacak bir konser değilse söz konusu olan) sıkıcı konserler veren bir power metal idolüne dönüşür. Yıllar önce İstanbul’da izledim onu: Sahnedeki duruşuyla “bakın ben neler yapabiliyorum” diye bağırıyordu. Bir ara karısını çıkardı meydana. Bir Türk. Çok güzel bir kadındı. Seyircisine daha da sevimli görünmek için mi yaptı bunu, yoksa “bakın, karım da çok güzel, benim o” demek için mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder