Soruyorum size: biz ne zaman kaybettik ‘biz’i? Tam olarak ne zaman bir şeyleri yitirdik? Yok yok, şimdi başlamayın o ‘tamamlanmamışlık’ felsefelerine. Ha belki şöyle derseniz olur, bizim kuşak, hani 1990ların başında çocuk olanlar, biz zaten böyle bir dünyanın içine doğduk, o bile kabulümdür. İster 25 yaş bunalımı diyin, ister varoluşsal sorgulamalar, hem yalnız hem umutsuz birinin anlatacaklarına kulak verin. Yazıyı bitirdiğinizde, içinizden “aman neyse ki ben böyle değilim” diye geçirmeye gayret edin ;)
Bu yazıyı yazıyorum çünkü gözlemlerime göre en azından bu konuda yalnız değilim. Buna sevinmeli miyim bilemiyorum. Haydi başlayalım…
En çok didiştiğiniz iki şey var. Birincisi, kendiniz. İkincisi ise, tabii ki, zaman.
Hayatınız hep ikilikler üstüne kurulu. Bir yanınız, anı yaşamaya çalışıyor, kendinizi sevmeye, keşfetmeye. Mutlu olmak istiyor, sadece keyif almak. Öbür yanınız, gereklilikleri anımsatıyor. Ders çalışmak, sınıfı geçmek, para kazanmak, kariyer yapmak, saygı duyulmak. Bir yanınız dünyayı değiştirmek istiyor; öbürü dünyaya ayak uydurmak. Bir yanınız aşık olmak istiyor; öteki terk edilmemek.
Didişip durduğunuz ‘zaman’ mefhumuna ‘bir zaman’ kadar sonra teslim olursunuz muhtemelen. Hani o ikinci hale. Belki yukarıda saydığım o ‘bir yanınız’ı çoktan unuttunuz bile. Çünkü ünlü düşünürün de dediği gibi düşündüğünüz gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi düşünürsünüz. Buna rağmen hala içinizde bir küskünlük, bir yenilmişlik duygusu varsa, işte bu yazının öznesi sizsiniz. Sizi kahreden bu durum hem sizin umutsuzluğunuz, hem de gücünüz hiç kullan(a)madığınız.
Her türlü bağ(ım)lılıktan korkarsınız. Sigara kullanıyor musun sorusuna hayır dersiniz, saymamışsınız ama günde 4-5’e çıkmış, yani bir paket 4 günde bitiyor. İçmediğinizi kendinize kanıtlamak için inadına almazsınız yenisini. Sonra bu yazıyı yazarken işte böyle kıvranırsınız. “Hayır, ben isteyince yapabilirim” ya bütün derdiniz!
Veya biriyle berabersiniz. Güzel vakit geçiriyorsunuz, çok hoşlanıyorsunuz. Hem bağlılık sözleri duymak istiyorsunuz, hem de duyunca buz gibi soğuyorsunuz. Duymazsanız, duyuran siz oluyorsunuz. Aman tanrım yoksa bağlanıyor musunuz?! Bu gidişin sonu hayra değil, hemen ayrılıyorsunuz.
Ne de olsa siz, tek başınıza da yapabilirsiniz!
Kırıldığınızı kimseler bilmesin, hemen kendinizi toplayabilmek istersiniz.
Bir daha aramak mı, eksik olsun dersiniz.
Çünkü, “gülünç” değil “güçlü” olmalısınız. Çünkü, dimdik durabilmelisiniz ayaklarınızın üstünde.
Arkadaşlarınız… Kimselere güvenemezsiniz. Belki bir-iki kişi, o kadar. Diğerleri selamlık sabahlık. Ne zaman tam güvenecek olursunuz, cık bir “yanlış”ını görürsünüz, tamamen silinir gözünüzde. Bir anla, bir dinle, yok. Sanki olacaksa hiç hesapsız, hiç yanlışsız olmalı. Yine tek tabanca gezinen sizsiniz ıslak caddelerde.
Bir yazarın dediği gibi, “zaman birlikten kuvvet doğurmanın değil, tek başına dimdik ayakta durabilmeyi becerebilme zamanıdır”* çünkü.
İnceden gurur duyarsınız kendinizle. İlkeleriniz vardır ya çünkü, kimselere eyvallah dememişsinizdir ya, böyle böyle yalnızlığı seçmişsiniz sonunda.
Siyasetle ilgilenirsiniz. Ama nasıl demeli, hiçbir düşünce sizi tam kalbinizden vuramaz. Ne yaparsanız yapın, suya yazı yazmak hissinden kurtulamazsınız.
Hiçbir şeye ait hissedemezsiniz kendinizi. Hiçbir toprağa, hiçbir millete.
Omuz omuza yolları arşınlayacağınız dava arkadaşlarınız olamaz. Davanız yoktur çünkü. Varsa yoksa kendiniz.
Peki var mı size ait bir şeyler?
Çok sevdiğiniz çantanız mı mesela, ayakkabınız mı? Kitaplarınız mı, fetişistçe raflara dizdiğiniz?
Nedir sizi siz yapan? Hani o çokça dillere dolanan, sosyal bilimlerin müthiş buluşu “kimliğiniz” nerede?
Ne istiyorsunuz bu hayattan?
Hayır, bu “yalnızlık ömür boyu” hikayesi değil kardeşim! Başka bir şey…
Yalnızlık çağının korkunç umutsuzluğu…
Peki siz, bu umutsuzluğu alıp başınızın üstüne mi koyacaksınız, yoksa direnip var olmayı mı seçeceksiniz?
Yani,
“Umut, insanda!”**
mı diyeceksiniz?
*Can Dündar, http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=2116
** Nazım Hikmet, Umut adlı şiirinden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder