12 Mart 2009 Perşembe

Davos Gerçekten Racon Gördü Mü? *

29 Ocak’ta her zamanki gibi İsviçre’nin Davos kasabasında yer alan kayak merkezinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) bu seneki toplantısına Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail Başkanı Shimon Peres’e karşı gösterdiği tepki ve ertesinde oturumu terketmesi damgasını vurdu. İsrail’in Gazze’ye karşı Ocak ayı itibariyle başlayan ağır saldırısı sonucu ortaya çıkan uluslararası kriz üzerine yapılan oturumun son dakikalarında moderatör David Ignatius’un kapanış konuşmasını kesen Erdoğan, o ana kadar dinleyicileri ve moderatörü hedef alan konuşmaların aksine direk olarak Peres’e yönelerek kendisi hakkında bir iki küçük psikanalitik yorumlama yapma girişiminde bulundu. “Sesin çok yüksek çıkıyor. Bu bir suçluluk psikolojisinin dışavurumudur, biliyorum. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelirse, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Tankların üzerinde Filistin’e girdiğimde kendimi bir başka mutlu addediyorum diyen başbakanlarınız vardır” sözlerini sarfeden Erdoğan, konuşmasının devamında forumun dinleyicisi kitleye ve medyaya dönerek sözlerine şöyle devam etti: “Ayrıca şu zulüme alkış tutanları da kınıyorum. Çünkü bu çocukları öldürenleri alkışlamak zannediyorum ki ayrıca bir insanlık suçudur. Bir çok not aldım fakat bunların tamamını cevaplayacak fırsatım yok. Fakat buradan size sadece iki söz söyleyeceğim: Bir... (konuşması moderatör Ignatius tarafından bitirilmeye çalışılan Erdoğan ‘sözümü kesmeyin’ şeklinde itiraz ederek konuşmasına devam etti.) Tevrat altıncı maddesinde der ki ‘öldürmeyeceksin’. Burada öldürme var. İki, Ghilad Adzemonin, bir Musevi, ‘İsrail barbarlığı zalimliğin de çok ötesinde bir şey’ diyor. Bunun yanında, İsrail ordusunda askerliğini yerine getirmiş Oxford Universitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi Avi Shalam Guardian’da şunu söylüyor ‘(İsrail’in) Haydut devlet vasfını kazandırdığını’ belirtiyor.” Sözlerinin hedefini en son olarak da kitleden moderatör Ignatius’a çeviren Erdoğan, Washington Post başyazarına “Sana da çok teşekkür ediyorum. Bundan böyle benim için Davos bitmiştir. Bir daha da Davos’a gelmem, bunu da böyle bilesiniz. Siz konuşturmuyorsunuz, [Peres] yirmi beş dakika konuştu, bizi on iki dakika konuşturuyorsun. Olmaz.”[i] dedikten sonra oturumun bitmesini beklemeden sahneden ayrıldı.
Olayın hemen ertesinde Erdoğan’ın halka ve daha sonra da basına yaptığı açıklamalara geçmeden önce esas vuku bulan olay, bunun olası motifleri ve sonuçları hakkında durup düşünmek gerekiyor. Zira Erdoğan’ın görünürdeki söyleminin olası politik yansımalarının çehresini Atatürk Havalimanı’nda Başbakan’ı karşılamaya gelen kalabalığın içerisinde yer alan alelacele hazırlanmış bir pankarttan daha iyi anlatan bir sembol görülemez sanırım: “Davos Racon Gördü!” Bu bağlamda yaşanan olayı mekan, kullanılan söylem ve etkileri şeklinde üçe ayırarak analiz etmek Erdoğan’ın aslında ne dediğini anlamak açısından kanımca yararlı olacaktır. Zira Türk siyasi arenasındaki belli başlı sol eğilimli aydınlar ve siyasal gruplar, AKP’nin siyaset yapma metoduna karşı duran bir çok kişi ve kurumun Erdoğan’ın çıkışı sonrasındaki kendilerinin yapamadığını becerdiğini düşünmenin, bu harekete bir kulp takamamanın, siyasi olarak konumlandıramamanın sonucu ortada kalan sessizlik tedirginlik verici. Bu sebeple durumu teorik olarak pozisyonlandırmak, söylemi etraflıca analiz etmek önümüzdeki dönemde Türk siyasetinin alacağı şekil açısından oldukça hayati önem taşımaktadır.

Davos, ya da Liberal-Komünizm
İlk olarak nazar-ı dikkati çekmesi gereken nokta Başbakan’ın bu açıklamayı herhangi bir platformda değil, Davos’ta yapmış olmasıdır. Kerameti kendinden menkul piyasa ekonomisi ve kapitalist sisteme ideolojik bağlılığın kurumsal kalesi olan DEF’nun siyasi/ideolojik pozisyonu hakkındaki kökten Ortodox Marksist analizin geçerliliği aslında herhangi bir öte kanıta gerek duymamakla birlikte yine de bu konudaki tek tük şüphelerden arınmak için DEF’nun yıllık raporlarına, kuruluş felsefesine, daimi üyelerine kısaca bakmak yeterli[ii]. Soğuk Savaş ertesinde Liberal ekonominin tek alternatif olarak sunulduğu post-ideolojik evrende Davos’un diğer uluslarüstü aktörden çok daha merkezi biçimde, Negri’nin de belirttiği gibi ‘kapitalist piyasa imparatorluğunun kollektif beyni’[iii] rolünü yerine getirdiğini, ya da, Zizek’in tanımıyla, ‘global elit yöneticilerin, devlet adamlarının ve medya kimliklerinin kuşatma ve ağır polis koruması altında küreselleşmenin kendisinin yol açtığı dertlere en iyi deva olduğuna bizleri ikna etmeye çalıştıkları seçkin bir İsviçre oteli’[iv] olduğunu ifade etmek yalnızca gerçekçi değil, söz konumuz olan olay çerçevesinde, oldukça gerekli de. Peki ne sebeple? Davos’un kapitalist sisteme olan koşulsuz hizmet olarak belirlenen kurumsal kimliği içerisinde Erdoğan’ın sergilediği tiratın, Alain Badiou’nun terimleriyle konuşmak gerekirse, uluslararası siyasi ‘olay’[v] meydana getirmekle uzaktan yakından alakası olmayan bir pseudo-hareket olduğunu anlamamızı sağladığı için.
Açalım. Bunu bilse de bilmese de (ki bilmediğini farzetmek söz konusu kişi Başbakanlık koltuğunda otururken naiflikten öteye gidemez), Erdoğan yıllardır ardı ardına davet edildiği Davos’taki ultralüks Otel’de gördüğü sıcak karşılamayı DEF’nun varoluş felsefesi ve varlık misyonuna temelden bağlılık göstermesine borçludur. Diğer bir deyişle, öğlen ve akşam yemeklerinde Erdoğan’ı Blair, Peres, Soros, Gates[vi] gibi isimlerle aynı masaya oturtan Başbakan’ın tatlı dili, parlak fikirleri değil iş ve siyaset dünyasının bu önde gelen karakterleriyle paylaştığı ideolojik ve ekonomik hedeflerdir. Bu noktada Zizek’in Davos ve onun Bill Gates gibi kendisini ‘Liberal Komünist’ olarak tanımlayan üyeleri hakkında yaptığı analizini hatırlamak yararlı olacaktır. SSCB’nin dağılması sonrasında ideolojik/politik zaferini ilan eden neo-liberal sistemin o günden bu yana izlediği rotayı, günümüzde açıkça betimlenen ve tartışmaya sunulan tek soru anlatmaktadır: Kapitalizm nasıl daha prüzsüz ve uzun soluklu işletilebilir? Zizek bu noktada yaklaşan ekolojik felaketler, entellektüel mülkiyet paradoksu, temel etik soruları tekrar gündeme getiren biyogenetik gelişmeler ve 11 Eylül sonrasında oluşan yeni ayrımcılık formları[vii] sebebiyle kapitalizmin bugün daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar acil bir biçimde bu soruya kompleks bir cevap arayışı içinde olduğundan bahsediyor. Davos da bu bağlamda, özellikle 2001 sonrasında, bu sözü edilen temel sistemik soruna siyasi ve ekonomik yamalar bulma görevini, en azından önemli bir bölümünü, her sene yukarıda bahsedilen pozisyonlarda yer alan isimleri bir araya getirmek suretiyle ortak bir hareket planı oluşturarak yerine getirmektedir.[viii] Zaten Bill Gates ve arkadaşlarının her yıl Afrika’daki aç çocuklara, Pasifik’te batmakta olan adaların yerlilerine yaptıkları milyonlarca dolarlık yardımın ‘liberal komünistliği’ tam da burada yatmaktadır: Parçası ve hatta temel çıkar sağlayıcısı oldukları küresel sömürü sisteminin, dolayısıyla direk olarak kendilerinin sorumlu olduğu felaketlere diğer bir yandan Davos vb. platformlar üzerinden yardım eli uzatarak aslında politik anlamda hiçbirşey olmamasını sağlamalarında. Sürekli olarak dünyanın farklı köşelerinde birbirini takip eden onlarca pseudo-olaya/krize sessiz kalmama çağrısı[ix] ile bireylerin devrimci siyasi kitlelere dönüşmesinin kıvılcımını oluşturan insanlığın acısına karşı duyduğu içgüdüsel/refleksif tepkisi bu liberal-komünist anlayışın yılmaz savunucusu sivil toplum örgütleri tarafından toplanan insani yardıma üçer beşer kuruş atmak suretiyle geçici olarak tatmin edilmiş, aslında her şeye eski tas eski hamam devam edilmiş oluyor.
Tam da bu sebeple Erdoğan ve Peres arasındaki tartışmanın konusu olan Gazze krizinin Davos’ta, forumun gayri-resmi metodu olan ‘Liberal Komünist’ yolla ele alındığını hatırlamak gerekiyor. Bu şu demek: Sudan’daki soykırımın kurbanı çocuklar ya da pasifik yerlileri gibi, Gazze’de binlerce insanın ölümü ve daha nicesinin devam eden acısından sorumlu olan küresel ekonomik sistemin ve onun ideolojisinin kalesinde, Erdoğan, Peres, Ki Moon ve Ignatius’un yer aldığı mavi platformdaki açık, demokratik görüntünün altında ortak bir sessiz anlayış yatıyor; Krizin sebeplerine, sorumlularına olabildiğince az değinerek önceden planlanmış ortak bir çözüm anlayışında kamuoyu önünde karar kılmak. Zira Soros’un eski Sovyet devletlerinde ya da Gates’in Afrika’da “Konuşma, bir şeyler yap!” mottosuyla toplumları kitlesel analiz yapmaktan bir an önce çekip çıkararak pseudo-harekete çağırmasından temelde hiç bir farkı olmayan bu anlayıştan çıkabilecek yegane proje, İsrail devleti kurulduğundan beri Filistin’de yaşanan krize kesin bir siyasal çözüm bulmaktan ziyade[x] geçmişte defalarca tekrarlanmış olan insani yardım seferberliği ilan etmek olacaktır.

Kasımpaşa Raconu
Aslına bakılırsa bu çapta bir yapımın Gazze krizinin ideolojik azmettiricisi kurumun merkezinde (Davos), onun siyasi uygulayıcısı devletin başkanının (Peres) ve sözde arabulucu aktörlerin (Erdoğan, Ki Moon) katılımıyla gerçekleştiği düşünüldüğünde Başbakan’ın beklenilen repliğinden bir an vazgeçip doğaçlamayı tercih ederek çıkardığı prüzü çok da görmemek gerekiyor. Fakat yine de utulmamalı ki, Badiou’nun de ikna edici bir biçimde belirttiği gibi, kapitalist küreselleşme projesi alakart değil fiks menü üzerinden servis yapılan bir restorandır. Menüdeki yemeklerden ya hepsini alırsınız ya da hiç birini[xi]. Davos’un sekiz yıldır sürekli katılımcısı olan Erdoğan’ın, gönlümüz ne kadar istese de, bu kurumun çatısı altında düzenlenen Gazze krizine çözüm bulma (daha doğrusu önceden bulunmuş pseudo-çözümü bir kez de toplum önünde tekrarlama) amacıyla oluşturduğu platformda, onun kuruluş felsefesine ve ideolojik oryantasyonuna taban tabana zıt siyasi adımları sonuna kadar atması imkansıza çok yakındır.
Dürüst olmak gerekirse, bu ideolojik/kurumsal sınırlamaları göz önünde bulundurarak, Başbakan oturumda Peres’in yanındaki yerini aldığında önceki senelere çok benzer şekilde Filistin halkıyla Osmanlı’dan bu yana kurulan dostane ilişkiler ve din kardeşliğinden girip İsrail devletiyle sahip olunan stratejik yakınlıktan çıkarak yine Türkiye’nin bu alışıldık krizdeki (aslında hiç bir efektif manası olmayan) diplomatik arabuluculuk rolüne vurgu yapacağını bekliyordum. Zaten olaylar öyle de gelişti. Ki Moon’un küresel ortayollu açılımından sonra sırayı alan Erdoğan durumu bölgesel iş birliği ve kültürler arası diyalog üzerinden Türkiye’nin oynayacağı bilindik role getirerek ısındı ortama. Fakat sonlara doğru oldukça şaşırtıcı bir şekilde üzerindeki bu sınırlamaları silkinip atan Erdoğan, Davos’taki örtülü bir çok kuralı hiçe sayarak (Peres’e “sen” diye hitab etmesi, Gazze’de olanları “insanlık suçu” tanımına sokması, oturumun normal süresinden sonra konuşması, tartışmayı terketmesi) bulunduğu platformunu aslında olması gereken şekilde, politik söylem ve duruşunu direkt olarak belirtmek için kullandı. Açıkça söylemek gerekirse Erdoğan yukarıdan bahsini ettiğimiz anlamda bir siyasi ‘olay’ gerçekleştirmek yolundaki ilk adımı temelinde attı. Hele ki özellikle sahneden ayrılmadan hemen önce söylediği ‘Bundan sonra benim için Davos bitmiştir’ sözü, herşeye rağmen neredeyse bir an için içinde bulunduğu durumun riyakarlığının farkına varan Başbakan’ın gerçekten (kelimenin Marksist anlamıyla) ideolojik bir uyanma yaşıyor olabileceği metafiziksel beklentisini bile akla getirdi. Bunda utanacak bir şey yok: Erdoğan oldukça etkileyici bir konuşmacı ve dinleyicisinin kendisi pozisyonunda birisinden görmek isteyeceği idealleri bünyesinde yansıtmakta olağanüstü şekilde başarılı. Ancak sorulması gereken en önemli soru şu: Böylesi bir beklenti Erdoğan’ın bu kısa tiradının ötesinde herhangi bir formda siyasal yansıma bulabildi mi? Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi bu tirad siyasal ‘olay’ yaratmak yolunda Erdoğan’ın attığı cesur fakat sadece küçük bir ilk adımdı.

Davos Sonrası
İstanbul Atatürk Havalimanı’na dönüşü Eurovision galibi Sertab Erener’i ya da Dünya Kupası fatihi Milli Takımı aratmayacak derecede şaşalı olan Erdoğan, kendisi için, kuvvetle muhtemel, İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından hazırlanmış olan platforma çıkarak neden olduğu tam anlaşılamayan bir şekilde aynı zamanda sevinçli, hırçın ve de galeyana gelmiş kalabalığa “sizi bugün buraya toplayan asil duyguyu çok iyi biliyorum, anlıyorum, tanıyorum” şeklinde seslendi. Durumu oturup düşünen herhangi bir akıl için hiç de öyle cevabı basit bir soru gibi görünmüyor buz kesen gecenin ortasında hiçbir örgütlü harekete resmen mensup olmayan binlerce alt/orta sınıf vatandaşın sesleri kısılana kadar nefret nağraları atmasını sağlayan o asil duygunun ne olduğu. Monşer diplomatların (!) dilinden anlamamanın, alandaki pankartlarda ifade edildiği gibi Davos’ta racon kesmiş ve hatta posta koymuş görünmenin verdiği haz mıdır? Eğer ki öyleyse bunları Başbakan konumundaki birisi için cehalet ve yetersizlik göstergesi değil de asalet timsali haline getiren nedir? Başbakan’ın kendisinin de bu soruların cevapları hakkında ‘ben halkımın dilini konuşurum”, “halkımın gururunu hangi ortamda olursa olsun sonuna kadar savunurum”, “bizim milletimize sünepelik yakışmaz” formunda içi-altı-üstü-arkası boş, nesnesi veya hedefi tamamen belirsiz söylemler ötesinde bir bilgi sahibi olduğunu, anladığını ya da bildiğini zannetmek oldukça zor.
Başbakan’ın Soğuk Savaş dönemi Güney Amerikan popülist literatüründen başarıyla ödünç alarak söyleminin omurgasına oturttuğu “halkı istediği şekinde ve doğrultuda tanımlama” lüksünü bir kenara bırakırsak[xii], diplomasinin temel kuralları ve siyasal tarih tecrübeleri göz önüne alındığında bir devletin Başbakanının kamuoyu önünde bir diğer Devlet Başkanına “sen” diye hitap ederek “öldürmeyi çok iyi bilen” bir neslin ecdadı olarak tanımlaması en hafifinden diplomatik ilişkilerin askıya alınmasını, hatta ve hatta söz konusu kişisel aşağılamanın kaynağı Filistin sorunu düşünüldüğünde Erdoğan’ın bu bölgeye tek taraflı ekonomik ve hatta askeri yardımda bulunmak yolunda ivedilikle adımlar atması siyaseten normal olanıdır. Filhakika Erdoğan’ın bu tez parlayan alevinin hemen arkasından yaşananlar açık şekilde gösterdi ki Başbakan’ın (kendi terimleriyle konuşmak gerekirse) maçası Davos’a ve onun temsil ettiği siyasi, ekonomik ve ideolojik değerlere posta koymaya yememiştir. Aksine Davos oturumunun hemen sonrasında hem Başbakan’ın hem de İsrail Türkiye Büyükelçisi Gabby Levy’nin yaptıkları basın açıklamalarında yaşananların Davos’a yukarıda ümit edilen formda bir kurumsal/ideolojik rest çekmekten ya da İsrail Devleti’ni ahlaki olarak dünya önünde mahkum ederek bu suçun siyasi cevaplarını bir an önce ortaya koymaktan çok uzakta olduğu ortaya çıkmıştır. Erdoğan ve Levy’nin, tepkinin esasen moderatörün ve Peres’in Erdoğan’ın eşit konuşma süresi alma hakkına yaptıkları saygısızlık olduğunu; Filistin’de yaşanan acılar dolayısıyla duyulan derin üzüntü sebebiyle duygusal bir tavır takınıldığını; ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin bir anlık yalnış anlaşılmaya kurban edilemeyecek kadar derinlere dayandığını mükerrer olarak belirtmeleri durumun siyasal açından Davos normlarına göre normalize edildiğini açıkça göstermektedir. Başbakan’ın platformu terketmesinden hemen sonra Blair’ın yaptığı kulağa oldukça klişe gelen konuşma ise aslına bakılırsa bu bağlamda oldukça açıklayıcı. Eski İngiliz Başbakanı ve Davos’un istikrarlı katılımcılarından Blair, DEF tecrübelerine dayanarak durumun temelde siyasi bir ehemmiyet taşımadığını ‘Erdoğan’ın neden duygusallaştığını anlayabiliyorum. Kendisiyle önceden konuşmuştuk ve konu hakkında oldukça üzgün ve hiddetliydi. Bazen hepimizin aklından çok kalbini dinlediği zamanlar olmuştur. Fakat eminim ki durum uluslararası bir soruna yol açmadan normale dönecektir”[xiii] sözlerinden daha açık dile getiremezdi herhalde.
Dahası Başbakan, bir önceki gün havalimanında yaptığı açıklamalara paralel şekilde, 30 Ocak’ta İstanbul Şişhane metrosu açılışında yaptığı konuşmada potansiyel krizin doğrultusunu bütün tartışmanın en temel çelişkisi olan Filistin’in işgali ve bunun sorumlusu olarak ‘barbar İsrail devleti’, ‘öldürmeyi çok iyi bilen neslin evladı Peres’ ve ‘Davos artık benim için bitmiştir’den oldukça uzaklara, naif kişisel atışmalara çekerek ‘kimse Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na saygısızlık edemez’ tonajlı kendisinin bildiğimiz kabadayı tiradı seviyesine sorunsuzca taşımayı yine aynı hitabet ustalığı sayesinde başardı.
Tüm bu pseudo-olayın son olarak geldiği bu noktada önümüzdeki senenin Davos forumunda Erdoğan’ın tavrının ne olacağını tahmin etmek ise aslına bakılırsa hiç de zor değil: Erdoğan yine halk adamı ağzıyla Davos’a sözde bir posta koyarak muhtemelen oraya adam gibi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na saygıda kusur etmeyecek birinin konulmasını talimat verip içeride siyasi kredisine benzer bir tavan yaptırdıktan sonra yine alışıldık şekilde Davos’un yolunu tutarak liberal kapitalist ideolojiye olan bağlılığını göstermekte kusur etmeyecektir. İşte tam da bu sebepledir ki ancak Davos’ta yaşananların ideolojik/söylemsel analizi mekansal ve zamansal uzaklık tanımak suretiyle etraflıca yapıldıktan sonra Erdoğan’ın daha az bilinçli şekilde forumda attığı küçük adımın arkasını getirerek Türkiye’yi gerçekten ‘aydınlık yarınlara’ taşımaktan, diğer bir deyişle siyasi bir ‘olay’ meydana getirmekten aciz olduğunu, aksine yaşananların hemen ardından yaptığı açıklamalarla Gazze krizinin temel müsebbibi anlayışa bağlılığını sıkı sıkıya savunduğunu anlamak gerekir.

----------------------------

* Aslında bahsi geçen hadisenin hemen ardından daha kısa olarak kaleme alınmıştı bu yazı. Fakat kampüs civarındaki ecnebiyat entellektüellerinin konu hakkındaki ilk izlenimleri, tepkileri öylesine ilgi çekici şekilde cahilceydi ki sonuçta bu çıktı ortaya. Bu arada ilk versiyonu İngilizce olduğundan yazının arada direk çeviriden vs. kaynaklanan yalnışlıklar varsa şimdiden kusura bakmayın.

[i] Davos’taki DEF’nda 29 Ocak 2009 günü gerçekleştirilen ‘Ortadoğu Barışı’ oturumunun tamamına http://www.youtube.com/watch?v=cR4zRbPy2kY adresinden ulaşılabilinir.
[ii] Dünya Ekonomik Forumu Ana Sayfası: http://www.weforum.org/en/index.htm
[iii] Negri, Antonio. 2007. Goodbye Mister Socialism. Trans. Peter Thomas. New York: Seven Stories Press. Pp. 216-17.
[iv] Zizek, Slavoj. 2007. Violence: Six Sideways Reflections. London: Verso. Pp. 12-3.
[v] Badiou, Alain. 2005. Being and Event. New York: Continuum. Pp. 367-401.
[vi] Katılımcıların tüm listesine aşağıdaki internet adreslerinden ulaşılabilir:
- Siyasi Figürler: http://www.weforum.org/pdf/AM_2009/public.pdf
- İş Dünyasından Katılımcılar: http://www.weforum.org/pdf/AM_2009/business.pdf
[vii] Zizek, Slavoj. 2008. In Defense of Lost Causes. London: Verso. Sf. 421-29.
[viii] Teşbihde hata olmaz. Nasıl ki Comintern İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ‘burjuvazinin ve onun yönlendirdiği kapitalist sistemin proleter devrim ile yıkımı’ amacıyla oluşturulmuş ve bu temel felsefeye aykırı siyasi söylem, tutum ve hareket sahiplerinin bünyesinde yer alması mümkün olmayan (kelimenin en güçlü anlamıyla) “ideolojik” bir organizasyon ise, Davos’un da bu bağlamda, yine Marksist terimlerle konuşmak gerekirse, ‘karşı devrimin ideolojik, ekonomik ve siyasi devamlılığı ile gelişimini’ amaçlayan günümüz Capintern’i olarak faaliyet gösterdiğini iddia etmek sanıyorum ki çok da yalnış olmayacaktır.
[ix] Siyasal olarak düşünüldüğünde zaten kim ‘Gazze’deki çocukların acısına’, ‘Sudan’daki soykırıma’ ya da (daha da ekstrem bir örnek vermek gerekirse) ‘Küresel ısınmaya’ insani/finansal yardımla bir son verebilir ki? Aslında derinlerde bir yerlerde herkes (Ziraat Bankası hesaplarına para yatırmaya koşanlar da dahil) biliyor ki bu insani, ekolojik vb. krizlerin sona ermesinin tek yolu siyasal/ekonomik kökten devrimsel bir değişim.
[x] Ki bunun yegane formülünün Kudüs bağımsız sehir olarak Birleşmiş Milletler’e bağlandıktan sonra oluşturulacak iki bağımsız Filistin ve İsrail devleti oluşturmaktan geçtiği konusunda hiç bir objektif şüphe bulunmamaktadır. Bkz: Zizek, Slavoj. 2003. Iraq: The Borrowed Kettle. London: Verso. Sf. 84-96.
[xi] Badiou, Alain. 2006. Metapolitics, London: Verso. Sf. 74.
[xii] Pinochet’nin Şile’de ve Videla’nın Arjantin’de temelleri atılan bu popülist söylemin oldukça kapsayıcı teorik analizi için bkz: Laclau, Ernesto. 2005. On the Populist Reason. London: Verso.
[xiii] Aljazeera News. Tony Blair on Erdogan and Gaza at Davos. 30.01.2009. http://www.youtube.com/watch?v=kcMDIN9_wb0

8 yorum:

Balıkpazarı dedi ki...

El sağlığı diliyorum. Yazının temel teorik çatısı ve kavramsal araçlarını paylaşıyorum. Fakat aynı çatı altında (belki bir yan odada) başka sonuçlara da varılabilir gibime geliyor. Baştan kısaca belirteyim ki, ben Erdoğan’ın “postasını,” malum yapısal sınırlar dahilinde, gerçekten anlamlı buluyorum. Evet, siyasetin en banal gündeminde, en vasat adamın yaptığı, takdiri en kolay görünen, bu yüzden eleştirmesi pek tatlı olan bir hareketi bu şekilde değerlendirmem hiç sevimli değil, farkındayım, ama ne yalan söyleyeyim, Erdoğan beni de tavladı.
Eğer bu hareket “diplomasinin temel kuralları” dahilinde yaratması gereken sonuçları yaratmıyorsa, buradaki sıradışılığı Türkiye tarafında mı aramak lazım, İsrail tarafında mı? Eğer A, B’yi katil ilan edip dostlar meclisinde cümle aleme rezil ettikten sonra ikisi aynı sofrada yemek yemeğe devam ediyorsa; A için yapacağım yorum şu olur: “demek ki kendisi de sütten çıkmış ak kaşık değil; bundan sonra arkadaşlarını daha iyi seçmeli ve dediğiyle yaptığı arasındaki tutarlılığı daha sıkı gözetmeli.” Fakat B için yargım çok daha ağır olur: “ulan ne geniş mezhepli, pişkin adammış, yazıklar olsun”. Halil diplomatik ilişkilerin askıya alınmasını bekliyor, böyle bir şey olacaksa bunu İsrail’in yapması gerekmez miydi? Zaten dünya basınında da ilk etapta İsrail’in böyle bir tepki koyacağına yönelik bir beklenti vardı. Bu tarz bir tepkinin gerçekleşmemiş olması, Erdoğan’ın postasının bir ölçüde yerine ulaşmış olduğu anlamına gelmez mi?
Kaldı ki, Erdoğan’ın yaptığı işin sembolik değerinin konvertabilitesini de küçümsüyoruz. Halil Filistin’e “askeri ve ekonomik yardım” beklentisini ölçü alıp, hayalkırıklığına uğruyor. Bu yardım kalemleri arasına “siyasi”yi neden eklemiyoruz? Siyasi meşruiyet üretiminin sembolik değeri, çeşitli dolayımlardan geçerek maddiyat yapılandırma süreçlerine etki gücü kazanmıyor mu? Erdoğan’ın Hamas’a verdiği destek, en pervasızından ve usturupsuzundan bir Filistin’e (daha doğrusu onun bir parçasına) siyasi yardım değil midir? Ve de İsrail’in uluslarası meşruiyetine yaptığı sembolik saldırı siyasal açıdan yalnızca “sembolik” midir? (Aslında yazar daha ileride “Başbakan’ın … maçası Davos’a ve onun temsil ettiği siyasi, ekonomik ve ideolojik değerlere posta koymaya yememiştir” diye ekliyor ama ben bu durumda değerlendirmeye katılmıyorum.)
Bu sorulardan hareketle yazara asıl şunu sormak isterim: Biliyorum ki, özellikle popülizm kavramı bağlamında Laclau’ya ilgiliyiz, üstelik beraber çalışmışlık da var kendisiyle. Ama Laclau’nun görececiliğine bir tepki ve bundan sebep bir uzaklaşma da var. Merak ettiğim, yazarın vardığı son noktada kendini bu bağlamın neresinde konumlandırdığıdır. Laclau’nun, siyasetin çıplak halini bir birincil gerçeklik olarak vurgulayan ve sembolik/retorik eylemlere ekonomi ile aynı ontolojik payeyi veren “siyasi” (“the political”) kavramsallaştırmasını ne denli yabana atmalıyız? Siyasi eylemin kendi başına anlam ifade ettiği bir düzlem nereye kadar önemlidir? Kendisiyle ilk defa bu yazıda tanışmış olmakla birlikte Bodieou’nun “event” kavramının da sorunun yanıtıyla ilgili olacağını seziyorum, o konuda da aydınlanabiliriz.
Sorunun uzunluğu yazarı illa ki uzun bir yanıt vermeye kasmasın dilerim, çok zaman çalmış olmayayım. Bir de, soru, yazarı pozisyon almaya terbiyesizce zorlasa da; bu terbiyesizliği görmezden gelip etrafından dolanma, kurnazca ama estetik biçimde eyyama yatma, hedef şaşırtma vb haklar yazarda saklıdır.

PS: Eğer İsrail’in (veya harekete geçireceği aktörlerin) misillemeleri daha ilerde aheste aheste ama etkili biçimde gelirse (misal Amerikan Yahudi kuruluşlarının ““‘sözde’”” Ermeni soykırımı hususunda Tr’ye desteklerini çekmeleri), burada dayandığım empirik temel zayıflamış olacaktır.

Balıkpazarı dedi ki...

Bir de kişisel olarak merak ettiğim: Laclau ile Zizek kitaplarda kafa kafaya girerlerken birbirlerine, özel hayatlarındaki hukukları muhabbetleri nicedir? Sen bilirsin Halilcim.

Halil dedi ki...

Alpercim "Erdoğan’ın postasını MALUM YAPISAL SINIRLAR DAHILINDE, gerçekten anlamlı buluyorum" demişsin de... Burada bahsi geçen temel sorunsal da bu 'yapısal' addedilen sınırlar zaten. Nedir bu sınırlar? Kime malumdur? Yapısal diyerek bunlara ontolojik bi öncelik vermemiz ne derece doğru?Öyle ki bu sınırların malumluğunu ve yapısallığını yoksaymadan (yani hep burada ve var olmak zorunda kabul ederek), Davos'ta Soros, Blair tayfasıyla yatıp kalkıp neo-liberal piyasa ekonomisinin mutlak hükümranlığına anan avradın üzerine yeminler ettikten sonra yine bu ideolojinin sınırları içerisinde 'anlamlı' (Badiou'nun terimleriyle 'olay yaratacak') bir hareket yapman siyaseten zaten mümkün değil. İşte tam da bu sebeple Erdoğan'ın yaptığı içeride oy toplayacak bir lümpen racondan öteye geçememiştir, hele hele senin bahsini ettiğin gibi İsrail'i 'cümle aleme rezil etmek' konumuna hiç erişememiştir. Zira (yine senin de on numara şekilde belirttiğin gibi) 'dostlar sofrasında' gerçekleşmiştir malum olay. Ki ben buna daha çok dostluk kavramını değil (ki dost dersek Derrida'nın 'dostluk siyaseti'nden de bahsetmek zorunda kalırız) efendi-uşak ilişkisini uygun görüyorum orası ayrı... Kıssadan hisse İsrail hükümetinin olayın ertesinde ortalığı velveleye vermemesi de tamamen yine bu raconun 'apolitik' karakterinden, ve bu karakterin olayın tarafları tarafından çok iyi şekilde bilinmesinden kaynaklanmaktadır. Dediğim gibi deli gönül isterdi Erdoğan Davos'u hakkaten silsin kitabından, en azından ideolojik bi boşluk doğsun Lacan'ın dediği gibi, radikal-devrimci bi tavra yelken açma potansiyeli taşıyan.

Halil dedi ki...

yau o laclau-zizek işini de şöyle söyleyeyim: Zizek bundaaaaaan yirmi sene kadar önce ex-sovyet bi ülkenin deli bi partizan akademisyeniyken, anadan doğma burjuva laclau'nun paristeki çatı katına çat kapı gidiyor. Elinde de 'Sublime Object of Ideology'nin basılmamış kopyası. Laclau'yla Mouffe şaraplarını içerken Monmart'a karşı bu anlatıyor: Lacan diyor, Hitchcock diyor, Marx diyor... Velhasıl Laclau bunu deha diye keşfedip Verso'dan anlaşma imzalatıyor, bi de kitabına önsöz yazıyor. Zaten Laclau-Mouffe'un en gözde zamanları 85'te kitaplarından hemen sonra. Bundan gazı alan Zizek karısını boşuyor, Brezilyalı mankenle evleniyor falan. Yani anlayacağın şu anki bütün akademik rockstarlığını Laclau'ya borçlu olduğundan bi gönül dostlukları var... Arada Laclau buna 'ufaksın daha, çok heyecanlısın! Nerde nasıl konusulur öğren, senden filozof olmaz' gibi eski adamlıklar yapıyor her yerde ama Zizek işte boynu bükük karşısında o sebeple alttan alıyor hep...

Fakat 94ten beri falan Zizek, Laclau'nun ve onun postmarksist tayfasının 'kapitalizmi önkabulünün' temelde hatalı olduğunu savunduğundan gayet farklı yollardalar. Laclau buna 'ütopik laflar bunlar koç, sadede gel projen ne? tıntın' diyor, Zizek de IDA tayfasına 'ruhunuzu piyasaya satmışınız siz, gerçekten kanlı biçaklı devrim istemiyosunuz siz. Yastık entellektüelleri sizi' diye veryansın ediyor. Ama dediğim gibi temelde eyvallahları var yani çok derinlerden...

SE7IN dedi ki...

hahah yahu bunca sayfa yazıyı bir kalemde silip bu zizek-laclau ilişkisinin açılımı için halil'e ellerine sağşıl demek istiyorum. çok eğlenceliymiş valla :))

SE7IN dedi ki...

sağşıl da bizim oralarda sağlık demek :)

SE7IN dedi ki...

(ancak ciddi ciddi yorum yapabiliyorum)
halilcim vallahi açık söyleyeyim ben de ilk etapta davos fatihi'nin bu racon keser tavrından etkilenmiştim, alper gibi. "helal olsun sana be! yürü be!" diye havalimanına ya da şişhane metro açılışına gitmedim belki ama peres'e birilerinin ağzının payını vermiş olması hoşuma gitmişti.
tabii sonraki süreçte yok efendim "benim tavrım moderatöreydi" demeler, yok "bi an vursam mı dedim"ler falan beni biraz soğuttu. özellikle "yandaş medya"daki tavır, ignatius'un ermeni kökenine yapılan vurgu vb. kraldan çok kralcı çirkinlikler dolayısıyla hepten sevimsiz bulmaya başladım tavrı (ki bu konuda bi facebook notu yazmıştım, şimdi aynı şeyleri bir daha yazmaya gerek yok).
ama özellikle ömer el-beşir konusunda alınan tavır, mahkemenin kararını engellemeye/değiştirmeye çalışan bir bm güvenlik konseyi üyesi profili falan (ki bakınız anıtkabir ziyareti vs. şeyleri çok da dert edinmiyorum kendime) beni hepten çileden çıkardı. savaşsa darfur'daki de savaş, cancavidlerin yaptıkları da soykırım o zaman. ama bir önceki örnekteki mazlumun dini sonraki örnekte zalimin dinine dönüştüğünde bir anda davos'taki hareketin de insan hakları, barış gibi saiklerden öte islam dünyası liderliği gibi bir amaca hizmet ettiğini düşünmeye başlıyorum.
tabii ki böyle bir hırsı olabilir erdoğan'ın, müslüman kardeşler'in genç kanadınca bile kuvvetle destekleniyor olması da aslında boşa pala sallamadığını gösteriyor bir bakıma. fakat bu durumda benim gibilerin desteğini ilk seferdeki kadar alabilir mi? orası şüpheli.

Balıkpazarı dedi ki...

Aradan geçen birkaç yılda hangi noktaya geldik bir bakalım:

29 Ocak 2009 Erdoğan’ın Davos çıkışı.

31 Mayıs 2010 Mavi Marmara krizi. Türkiye diplomatik temsilcilerini geri çekip İsrail ile ilişkileri asgariye indiriyor; özür, tazminat, ve Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılmasını istiyor.

Şubat 2011 İsrail Arap baharı ile değişen konjonktürü gerekçe göstererek Gazze ambargosunu hafifletiyor.

Eylül 2011 itibariyle Türkiye İsraille yapılmış değeri milyarlarca doları bulan 16 savunma kontratını askıya alıyor. (Sırf 1000 Merkava Mk 3 tankının satın alınması projesi 5 milyar dolar degerinde)

14 Mayıs 2012 Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama üzerine yaşanan çelişkilİsrail uçakları KKTC havasahasını ihlal ediyor

29 Kasım 2009 Filistin BM’de gözlemci üye sıfatı kazanıyor. İsrail karşı oy için yanına yalnızca 8 ülke alabiliyor.

28 Şubat 2013 Erdoğan, İsrail’in kuruluş felsefesi olan siyonizmin bir insanlık suçu olduğunu iddia ediyor.

22 Mart 2013 Hegemonik güç ABD’nin zorlamasıyla, İsrail Mavi Marmara olayı için Türkiye’den özür diliyor ve kurbanların ailelerine tazminat ödeneceği sözünü veriyor. Bu güne kadar İsrail’in tarihinde bir askeri operasyon için özür dilemişliğinin olmadığı söylenmekte.

Bence kısa ve net yanıt: Davos racon görmüştür. Bunun üzerine ciddi bir siyasi çarpışma yaşanmıştır. Çarpışma İran, Suriye ve Irak konularında Türkiye’ye ihtiyacı olan, ve İsrail’in uluslararası alanda yalnızlaşmasının önüne geçmek isteyen ABD’nin zorladığı İsrail’in alttan almasıyla son bulmuştur.

Alper Yağcı