13 Mart 2009 Cuma

kumlara belendi ciğerim parelendi

Siz hiç nefes darlığı çektiniz mi? Bilir misiniz nefes alamamanın ne demek olduğunu? Diğer hastalıklara benzemez bu, oksijen her yerdedir, ama yetmez, nefes alamazsınız ciğerleriniz izin vermiyorsa. Öksürmek istersiniz, ama her öksürük de bir diğerini getirir. Böyle böyle nefes almak işkence haline dönüşür. Sadece böyle bir yerden bile anlamaya çalışıyorum nasıl bir hastalıkla yaşamaya çalıştıklarını. Onlar kim mi? Onlar, biz taşlanmış kot giyebilelim diye silikozis hastalığına yakalanmış kot işçileri. Fakat ne yazık, tedavisi yok bu hastalığın. Hem ölecekler. Hem can çekişecekler. Hepimizin hayal ettiği huzurlu bir ölüm olmayacak onlarınki.

Silikozis hastalığı yeni tüneyen bir hastalık değil, daha önce maden işçilerinden duymuştuk kötü şanını. Fakat silikozis Türkiye’de ilk defa tekstil sektöründe, kot işçilerinde görülmeye başladı 2004'ten beri. Bir maden işçisinin ancak yirmi otuz sene sonunda yakalanacağı bu hastalık kot işçilerinin birkaç ay içinde yakasına yapıştı. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi Türkiye’de beş bin işçinin bu hastalıkla yaşadığını bildiriyor. Bunların önemli bir çoğunluğu hastalığının adını bile bilmiyor; verem tedavisi ya görüyor ya da görmüyor. Komite, İsçi Kardeşliği Partisi desteğiyle Türkiye’nin dört bir yanında silikozis hastalığıyla mücadele eden altı yüz işçiye ulaşmayı başarmış. Onlara hukuki ve yaşamsal mücadelelerinde destek oluyor. Çünkü silikozis hastaları bir süre sonra hiçbir iş yapamaz hale geliyorlar, çoğunlukla yatakta ve oksijene bağlı bir şekilde sürdürüyorlar hayatlarını. Zaten çoğusu da sırf bu yüzden köyüne dönmüş, belki memleket havası, insanları iyi gelir diye. Fakat ne çare!
Kanser değil bu hastalık. Kader hiç değil. Karşımızda duran, insanlık ayıbının dik alası!
Bingöl’ün Taşlıçay köyünde geçim sıkıntısı yaşayanlardan biri soluğu büyük şehirde almış. Çok güzel bir iş bulmuş. Bu cazip (!) işten köylülerinin de faydalanması gerektiğini düşünmüş ve köyün eli ekmek tutanları, genci, evlisi, kardeşi, babası, herkes atlamış gitmişler. Daha insanca yaşayabilmek için…
Kotlar yıpransın ve beyazlasın diye, bilmem kaç bar basınçta kum püskürtmek işleri. O “bilmem kaç” bar basıncın ne kadar olduğunu barometre değil de şu sözler gayet iyi ölçüyor: “Isıtıcımız yoktu kışın, üst üste kat kat kazak, pijama, dört beş çorap giyerdik. Kumdan her gün o çoraplarımın iki üç tanesi parçalanırdı, değiştirmek zorunda kalırdım.” Düşünün bir kere, yalınayak değil, özel bir plastik ayakkabı giyiyor, ve yine de çorapları parçalanıyor. Devam ediyorlar anlatmaya: “Üç ayda bir filan duvarları elden geçirirdik. Kumdan duvarlar delik deşik oluyordu çünkü.” Bu nasıl bir iş! Duvarların dayanamadığı kuvvete ciğerler nasıl dayansın!
Dahası var. Bu işçi arkadaşların hepsi sigortasız, hangi firma için çalıştıklarını bilmeden, taşeronun taşeronunun taşeron işçileri olarak, birkaç metre kare alan içinde çalışıyorlar. O izbe, tozlu, küçücük çalışma atölyelerinde kumlar uçup gitmesin diye odayı havalandıramıyorlar bile. Evet çünkü o kum çuvallarının her biri “bilmem kaç” lira. Üstelik, işçilerin çoğunlukla yatacak bir yerleri olmadığı için bir de orada, çalıştıkları yerde, o tozun içinde uyuyorlarmış.
Kot kumlama işi 1949’dan beri Avrupa’da yasak. Elbette bunun gerekli altyapısı (özel odalar, korunaklı iş elbiseleri ve maskeler, vs) kurulmuş olsaydı böyle bir hastalık da olmayacaktı. Tabi ki öyle bir altyapı belli bir maliyet gerektirdiği için, ve Avrupalı sermaye sahipleri başka ülkelerde ucuz iş gücü bulabildikleri için zaman içinde bu iş Türkiye, Suriye, Pakistan, Mısır gibi üçüncü dünya ülkelerine gelmiş durumda.
Şimdi hiçbir işveren kalkıp da biz bilmiyorduk demesin. Biliyorlardı. Uluslararası rekabette yer alabilmek, ihracat payımızı azaltmamak adına bu duruma göz yumuldu. Bu yüzden bu ölümler kader değil. Bu yüzden bu ölümler sermaye – emek ikiliğini en çarpıcı haliyle yansıtıyor. Bu yüzden ölmek bu kadar ağır geliyor o işçilere. Pisi pisine ölmek, işte bu değilse başka nedir?
Sağlayacağı rantı insan hayatının önüne koyan kapitalizm en ilkel haliyle karşımızda. Peki ya devlet?
Bu işçiler ölecekler. Söylemesi ne kadar zor; ama bari ailelerimize bir yarın kalsın diye bütün hukuki mücadeleleri. Şimdi tek amaçları malulen emekli olabilmek. Ama devletimizin yüce kanunları orda da işçinin yanında değil. Soruyorlar, sigortan nerede. Sigortasız çalıştırıldık diyorlar; tanık göster diyorlar. Tanık işte diğer işçi arkadaşlar diyorlar. Tanıklar sigortalı olmalı diyorlar. Hem sigortasız, hem kanunsuzlar; asla korunamayacakları bir döngünün içindeler. Yine de gönüllü avukatları sorumluları bulmaya, haklı mücadelelerini anlatmaya çabalıyorlar.
Neyse ki bu ülkede hala emekten, haktan yana insanlar var. İşçi Kardeşliği Partisi genel başkanı, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden profesör doktor Zeki Kılıçarslan. Bu güzel adamı görmelisiniz. O nasıl bir fedakarlıkla, samimiyetle ve zarafetle davayı sahiplenmektir! Elinden geldiğince silikozis hastası işçileri ücretsiz muayene ediyor, hastalığın günbegün seyrinde onlara bilgi veriyor, daha da önemlisi konunun medyada yer bulması için sürekli demeç veriyor. Ve Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’nin bütün üyeleri, ve sanatçılar, ve aydınlar ve destek veren binlerce insan…

Bu yazıya başlamama sebep olan aslında Çarşamba günkü (11 Mart) dayanışma konseriydi. Beşiktaş Kültür Merkezi’ndeki konsere yüzlerce insan akın etti, büyük bir kısmı da gelemese de destek verdi. Bu tür haktan, demokrasiden yana diğer eylemlerde gördüğümüz sanatçılar yine ordaydı: Kardeş Türküler, Mor ve Ötesi, Cahit Berkay, Emrah Karaca (Cem Karaca’nın oğlu), Arif Sağ, Yasemin Göksu (bu dayanışma konserinin fikir annesi, ve diğer sanatçılarla irtibata geçen yüce insan imiş kendileri), Anadolu Ateşi, Şebnem Sönmez ve İclal Aydın. Hepsi birer birer eserlerini sergilediler. Kot işçilerinin mücadelesinde onların yanında olduklarını belirttiler.





Gecenin sonunda silikozis hastası işçiler için hazırlanmış bir belgesel de gösterildi. Yukarıda alıntıladığım işçilerin ifadeleri işte o belgeselden aklımda kalanlardı. Türkiye adına güzel şeyler olabilir dedirten bir güzel gece daha oldu böylece; işçiler yalnız olmadıklarını gördüler. Ve en önemlisi basında hala yeterince yer bulmayan bu davanın yaygınlaşabilmesi ve ilgi gösterilmesi için hayati bir adım oldu. Üstelik bu dayanışma örneği sonrakiler için sadece bir sıçrayış niteliğinde. Yani her şey yeni başlıyor. Daha yapılacak çok şey var.

Belgeseldeki işçilerden özellikle birinin söyledikleri kanıma dokundu: “En çok ne zaman seviniyorum biliyor musun? Gece olunca. Çünkü o zaman rüya görebiliyorum. Rüyamda yürüyorum, koşuyorum, bazen tenis bazen futbol oynuyorum. Evlendiğimi bile görüyorum… Ama var ya, gündüz hiç olsun istemiyorum”.
Keşke, öyle bir gün gelse ki, öyle bir gün... O gün, bütün insanlar geceler değil, güneşler düşlese!...




5 yorum:

SE7IN dedi ki...

bengüsan, çok içeriden bir gözle yazmışsın, eline sağlık (bu blogda iyice körler sağırlara dönmeye başladı allah sonumuzu hayır etsin)
ama benim kafama takılan bir konu var.
bu konu belli ki yıllardır işçilerin gündeminde; nefes darlığı çekiyorlar, verem olduk zannediyorlar, sonra da genç yaşta hayatlarını kaybediyorlar (sevimsiz bir senaryo farkındayım, o yüzden kısa kesiyorum). lakin ben bunun entelijansiyanın gündemine nasıl yerleştiğini anlayamıyorum. bir an geldi hepimiz silikozis diye bir hastalığın varlığını, bunun kot taşlama işçilerinin hayatına mal olan bir hastalık olduğunu falan öğrendik de nasıl öğrendik? önce kim duydu, kim bu mücadeleyi daha görünür kılmaya, konserler yapmaya, belgeseller çekmeye karar verdi?
aslında bu sorum direkt bu konuyla alakalı olarak bengü'ye de değil. ben genel olarak merak ediyorum bu süreç nasıl işliyor. bunu da yazdım buraya kayıtlara geçsin diye :)
not: kerem'im tespit/tezleri gibi oldu biraz farkındayım

Balıkpazarı dedi ki...

Yok yok, körler sağırlar falan, çiçek gibi oldu blog'umuz. Ne güzel yazılar, tartışmalar var işte, biz faydalanıyoruz en azından..

suzanna dedi ki...

Benim de en çok aklımda kalan son yazdığın: "en çok geceleri seviyorum" kısmı. Bir de konserde sahneye çıkan çocukların güzellikleri. Onlara baktıkça içim acıdı.

Bir de İşçi Birliği değil de İşçi Kardeşliği Partisi. Benim bildiğim kadarıyla bu hastalık ilk Dr. Zeki Kılıçarslan'a gelen hastaların durumunun farkesilmesi üzerine İKP genel başkanı Zeki Hoca'nın ve diğer komite üyelerinin canla başla çalışmasıyla gündemleşebildi.

llorona dedi ki...

Suzanna cok haklısın, dikkatimden kaçmış, hemen düzelttim.

Pied Piper of Hamelin dedi ki...

http://www.ntvmsnbc.com/id/24953517/