Bilgi Üniversitesi, geçen yıl yitirdiğimiz Prof. Faruk Tabak’ın anısına geçtiğimiz hafta sonu “Küresel Perspektifte Tarih: Faruk Tabak’ın Çalışmaları Anısına” başlıklı bir konferans düzenledi. Açılış konuşmasını yapmak üzere ise 6 Mart Cuma akşamı, ünlü sosyal bilimci Immanuel Wallerstein’i ağırladı.
Wallerstein, hayatını sistem eleştirisine adamış, kapitalizmin ekonomik, sosyolojik ve politik çözümlemelerine katkıda bulunmuş, bunu yaparken sistem karşıtı sosyal hareketleri incelemiş ve yer yer bu hareketlerin içinde yer almış bir sosyal bilimci. Marx’ın sınıf teorisini, Braudel’in kapitalizm analiziyle harmanlayıp uluslararası alana taşıyan ve konuya, bağımlılık (dependency) teorisinin sunduğu merkez-çevre ikilemi doğrultusunda yaklaşan dünya sistemleri teorisinin kurucusu ve savunucusu.
Wallerstein’i birkaç kelimeyle betimlemek kolay bir uğraş değil; kendisine haksızlık etmemek için, kim olduğundansa, konuşmasında öne çıkan noktaları paylaşmayı doğru buluyorum.
Wallerstein’e göre dünyada olup bitenleri üç ana kategoride irdeleyebiliyoruz; bunlardan iki tanesi zaten hepimizin farkında olduğu, bilinen şeyler. Üçüncüsü ise, yeni ve farklı, bu sebeple de üzerine ciddi bir biçimde kafa yorulmalı.
İlki: Dünya (ekonomisi), artık egemen bir gücün olmadığı, fakat egemenlik için yarışan birçok gücün olduğu bir post-hegemonik dönemi yaşıyor. İkinci dünya savaşından bugüne kadar devam etmekte olan ABD hegemonyası (ekonomik ve askeri) artık eski gücünde değil. Bush’un başkanlığı döneminde gerçekleştirmeye çalıştığı hegemonyanın yeniden inşası da hüsranla sonuçlandı. Amerika’nın ekonomik alandaki gerilemesinin (doların eski gücünü, değerini kaybetmesi) yanı sıra, askeri anlamda da, üstünlüğüne rağmen korkutucu bir güç değil. Wallerstein’e göre bu post-hegemonik dünyada, yeni, otonom güçlerin ortaya çıkışı ve kendi aralarındaki diplomatik oyunlar dünya politikasını belirlemeye başlıyor. “Militarizmin tekyanlı (unilateral) yürüyüşü”, yerini “çokyanlı (multilateral) bir yürüyüşe” bırakıyor.
İkincisi: Dünya ekonomisi depresyonla boğuşuyor, ülkeler, pazarlayacak ve yüksek kazanç sağlayacakları yeni ürünler arayışında, fakat bulamıyor; 250 yıl önce kumaşın, sonrasında demir-çelik ürünleri ve otomotiv sanayinin yerini alacak yeni bir ürün yok. Wallerstein, eldeki ürünlerin “sihrini kaybettiğini” belirtiyor. Ürünlerin üzerinden elde edilen kar azalınca, kar oranlarını koruyabilmek adına işletmeler, masrafları kısmanın yeni yöntemlerini araştırıyor. Mesela fabrikalar gelişmiş merkezden azgelişmiş çevreye “uçuyor” ve böylece, azgelişmiş ülkeler, “sözde” gelişiyor. Fakat bununla beraber gelişmiş ülkelerde işsizlik artıyor ve insanlarda memnuniyetsizlik baş gösteriyor. Halkın ayaklanmasından korkan liderler yeni sosyal politikalar ortaya atıyor, fakat Wallerstein’e göre çabalar “hasar kontrolü”nden (damage control) ileri gidemiyor ve hasar kontrolü adına yapılanlar belki erdemli çabalar, fakat çözüm içermiyor. Obama’nın başkanlığıyla gelen “değişim” rüzgârı bile bu baş aşağı gidişi engelleyecek nitelikte değil ve yalnızca hasarı en az şekilde hissetmemize yardımcı olabilir.
Üçüncüsü: “Kapitalist dünya ekonomisinin yapısal krizi.” Wallerstein, kriz kelimesini dikkatle kullandığını belirterek şunu ekliyor: “İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin tarihinde bir tek kriz vardır ve biz o krizi şu anda yaşıyoruz.” 500 yılın analizini birkaç cümleyle sunan Wallerstein, bu süreçte harcamaların peyderpey arttığına dikkat çekiyor ve bugün itibariyle sistemin, kendini yeniden toparlayabileceği, işlevselliğini yeniden kazanacağı bir dengeden iyice uzaklaştığını belirtiyor. Determinist bir anlayışın (dengenin yeniden sağlandığı) yapısal bir kırılmada geçersiz olduğunun da altını çizen Wallerstein, 500 yıllık kapitalist sistemin sonuna gelindiğini, belki ironik fakat güler bir yüzle belirtiyor.
Peki ya yerine gelecek sistem: Kapitalizm sonrası dünyaya nasıl bir sistem egemen olacak? Wallerstein’e göre bunu bilmek imkânsız; fakat iki tane olası seçenek beliriyor. İlki, yeni sistemde Davos-vari bir yapının oluşması: hiyerarşik, sömürücü, fakat kapitalist olmayan bir yapı. Benim aklıma, nedense bu tanımlama Mad Max filmindeki anarşik düzeni getiriyor. Fakat bu sistemin, günümüz kapitalizminden ne şekilde farklı olacağını da anlamakta güçlük çekiyorum. Kapitalist olmayan bir düzenin Davos’u ilginç bir birliktelik olsa gerek! İkincisi, Porto Alegre ruhunun hâkim olduğu, daha demokratik ve eşitlikçi bir sistem. “Nasıl olacağını sormayın, ben de tam bilmiyorum. Fakat her sene Dünya Sosyal Forumu’nda yeni yöntemler deneniyor ve bu yöntemlerden bazıları işlevsellik kazanıyor ”, diyor Wallerstein. Yani Porto Alegre ruhunun gerçekleşebileceğine yönelik inancı içinde taşıyor.
6 Mart akşamı yıkım içinden yeni bir doğum sundu dinleyicilerine Wallerstein. Okumamızı önerdiği yazarlar listesinde Marx’ın ardından Schumpeter’in gelmesi de rastlantı olamazdı zaten. Fakat doğan bebeğin ne cinsini, ne saçının, gözünün rengini bilmediğimiz, sürprizlere açık bir doğum bu. Eski bir sistem yıkılıyor ve beraberinde kurumlarını da alıp götürüyor. Yeni sistem ise, eskisinin bıraktığı boşluğu dolduruyor. “Nasıl ki 1400’lerde feodalizm sonrası sistemin içeriği bir muamma idiyse, bugün de kapitalizm sonrası sistemin içeriği bilinmezliklerle dolu” diyor Wallerstein ve ekliyor: “Kelebek etkisi gibi; hep birlikte kanat çırpıyoruz ve her hareketimiz, geleceği şekillendiriyor. Hangi yöne kanat çırptığımız, yeni sistemin ne şekilde olacağını elbet etkileyecek. Ya, Davos’un ruhu, ya da Porto Alegre’nin. Seçim, hepimizin.”
An geliyor, boşa mı kürek çekiyorum diye soruyorum kendime. Etrafıma bakıyorum, kimi çapayı atmış bile. Yine de son kuvvet asılanlar var küreklere. Azınlığız belki, fakat yıkım sonrası yeni sistem, bizim azim ve çabamızla oluşacak. Hangi yöne peki? Davos’a mı, Porto Alegre’ye mi? Yol daha uzun ve çetrefilli olsa da, ben ikincisinden yanayım. İnanıyorum ki bu doğrultuda düşünen insanların çabasıyla, özgürlükçü ve demokratik varsaydığımız bu kapitalist limandan hızla uzaklaşırken, daha paylaşımcı ve umarım (ummaktan ve umdukları doğrultusunda çalışmaktan başka elden pek bir şey gelmiyor bazen Wallerstein’e göre de) adil bir dünyanın betimleyeceği sisteme adımlarımızı atarız.