Aralık sonu geldi geçti, Altın Küre adaylarının da açıklanmasıyla sinemada ödül sezonu resmen başlamış oldu. Yılın bu mevsimini dayanılır kılan az şeyden biri, iyi hikaye anlatan Hollywood filmleri seyredebilme olasılığı. İyi bir hikaye seyretmek, perdedekiyle kısa bir an olsa da özdeşleşmek, ortak bir hikayenin parçası olduğunu hissetmek, Altyazı’nın deyimiyle “filmlerle yaşamak” güzel. Bir de işin içine, onaylanma kaygısından muzdarip, ritüel düşkünü bünyeleri büyüleyen ödüllendirme işi karışınca, tadından yenmiyor. Bu yüzden seviyoruz Aralık-Mart aralığını. Sabahın 6’sinda yarı açık bir gözle “kim kazandı film Oscarını?” diye sorabilenlerden ya da yanıtlayabilenlerden olmaya doğru, hem kendimizi hem de siz sevgili okurlarımızı hazırlamak için bu yıl bu sezonu bu deneysel yazı dizisiyle taçlandıracağız. Amaç, azıcık filmleri ve filmlerden kalan duyguları tahlil etmek, azıcık verilen/verilmeyen ödüller hakkında akil yürütmek. Derin film eleştirileri okumayı bekleyenleri ise Fırat Yücel yönetimindeki Altyazı’ya gönderelim müsaadenizle.
Heyecan dorukta: Çağımızın en yaratıcı hikaye anlatıcıları Fincher, Nolan, Aronofsky çok iyi filmlerle bu yıl yarışa dahiller. Danny Boyle, David O’Russell ve Tom Hooper da çok iyi olduğu söylenen filmler çekmişler. Hepsini görebilmek, bu satırlara konu edebilmek arzusundayız. Bir de “baş altı” var: Bugünkü yazımızın konusu Love and Other Drugs herhalde bu kategoriye girer.
TÜRSAK’ın her yıl düzenlediği Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması bu yıldan itibaren Randevu İstanbul adıyla Film Ekimi tarzında mini bir film festivaline dönüştü. Herhalde bu festival, bundan böyle ödül sezonunun da açılışını yapacak. Amerika’da Kasım sonundan itibaren gösterime sokulmaya başlanan ama bizde gösterime girmesi Şubat-Mart’ı bulan Oscar umutlusu filmlerin Türkiye galalarına ev sahipliği yapacak. Randevu İstanbul’a kocaman bir hoşgeldin.
Kişisel Randevu İstanbul tarihimizin açılışını yaptık geçenlerde. “Ne zaman aşık olur insan?” sorusunun peşinden giden, romantik komedi türünde bir filmle. İnsanın unuttuğunu sandığı parçalarını yeniden keşfetmesini sağladığında, aslında “o” olmadan tam olamayacağını hissettiğinde gerçek aşkın ortaya çıktığını savunan bir film Edward Zwick’in Love and Other Drugs adlı filmi. Belki o yüzden sarılıyoruz bir dolu başka uyuşturucuya, onlar bizi tam yapar diye umarak. Aşkı tarif etmeye çalışmak kibir, böyle tarif etmeye çalışmak bencillik belki. Ama film, iyi ve hayattan karşılığı olan hikayesiyle sizi böyle olduğuna inandırabilir.
Güzel kız, yakışıklı çocuk, şişman ve çirkin erkek kardeş gibi, romantik komedilerin klişelerinden kaçınmıyor film elbette. Türün klasik hikaye sekansını da uyguluyor: Kaybolmuş kişilikler beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir aşk buluyorlar, sonra gerçekler, yani onları ayıracak gerçekler yüzlerine çarpıyor, ama onlar bu gerçekten ötede bir başka gerçeklik olduğunu fark edip birbirlerine geri donuyorlar. İyi romantik komedi, tüm bunlara hikaye sizi inandırabildiği zaman oluyor, bir de hayatta karşılığı olan, sağlam yan hikayeleri olduğunda filmin. Bu film, ilaç ve sağlık sektörünün gerçeklerini yansıtma iddiasında olduğundan ve bir ilaç mümessilinin gözünden 90’larda Viagra’nin ortaya çıkış macerasını anlattığından, bizi içine çektiği dünya ilginç. Senaryo, Amerika’nin neoliberal sağlık politikalarına sağlam eleştiriler yöneltiyor, tüm sağlık sektörünün sigorta ve ilaç şirketlerinin kontrolüne girdiğini bas bas bağırıyor. Ben, bu filmin Bush zamanında çekilme olasılığının olmadığını düşünüyorum. Hatta bir adim ileri gidip filmin bir aşk macerası üzerinden Obamacare’in, yani Obama’nin sağlık reformunun, reklamını yaptığını söyleyenler bile çıkacaktır.
Orada durmak lazım. Film, Jamie Reidy’nin otobiyografik Hard Sell: The Evolution of a Viagra Salesman adlı kitabından uyarlama. Yani 90’larda gecen hikaye gerçek. Bu haliyle film, gecen yılın romantik komedi draması Up in the Air’ı hatırlatıyor: O film de, yari otobiyografik sayılabilecek (yamuluyor muyum?) bir kitaptan uyarlamaydı. Ama Up in the Air’da yönetmenin eli, filmi mutlu bir sonla bitirmeye gitmemişti resmen, ve belki de sırf bu yüzden, o film hepimize daha gerçekçi geldi. (İyi) romantik komedileri mutlu sonla bitirebilmek için, 90’lara dönmek gerek galiba: Artik panik atak geçirerek bile “seni seviyorum” diyen kalmadı mi?
Ödül sezonu notu: Hem Jake Gyllenhaal hem de Anne Hathaway, filmdeki rolleriyle Altın Küre’ye aday. Ama filmler arasında komedi-drama diye ayrım yapmayan Oscar’a aday olmaları zor. Anne Hathaway olacak gibiydi ama bu yıl kadın oyuncuda çok aday adayı var, o yüzden zor. Bir sonraki yazıda şu ana kadar açıklanan adaylıkları ve ödülleri tahlil edebiliriz, Oscar adaylarını tahmin edebiliriz.